"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Benimle başlayan benden ayrılamaz

Rifat OKYAY
19 Nisan 2018, Perşembe 00:16
Bir hazan mevsiminde dört mekân dört su - 20

“Benimle başlayanın artık bir daha geri dönmesi diye bir şey yok. Hayatının sonuna kadar benimle beraber olacaktır. Bu gün söz verip kabul ederseniz, sonra da sıkılınca veya herhangi bir sebepten dolayı gideriz diye hatırınızdan birşey geçmesin.”

Zeyneddin Burak’ın hatıralarında da, “Dikkatimizi çeken ve taaccüp ettiğimiz husus, hocanın tavrı, kılık kıyafeti oldu. Çünkü tahmin ettiğimiz, eskiden beri gördüğümüz hoca kıyafetini göremedik. Bu adeta başında külâhıyla, ayağında çizmesiyle, belinde kamasıyla ve bir de sert adımlarla yürüyüşüyle bize bir hocadan ziyade bir erkân-ı harp, bir asker intibaını vermişti. Doğrusu çok genç oluşundan dolayı da ‘Acaba ilmi var mı?’ diye içimizden geçirmiştik. Biz kendilerinden ders okumak için geldiğimizi söyledik. O zaman bize, ‘Peki, ama benim şartlarım var. Onlara riayet  etme şartıyla tamam’ dedi ve ilâve etti, “Benimle başlayanın artık bir daha geri dönmesi diye bir şey yok. Hayatının sonuna kadar benimle beraber olacaktır. Bu gün söz verip kabul ederseniz, sonra da sıkılınca veya herhangi bir sebepten dolayı gideriz, diye hatırınızdan bir şey geçmesin. Çünkü Van Valisi Tahir Paşa benim dost ve ahbabımdır. Onun vasıtasıyla tekrar sizi getirtirim. Siz benim bu gece misafirimsiniz. Burada kalın ve düşünün. Sabaha kadar kararınızı verin’ dedi.  

“Biz bu teklif karşısında ne diyeceğimizi şaşırdık. Molla Habib’le de istişare ettik. Ona dedik, ‘Siz bu şartlarla mı Hoca’nın yanında kalıyorsunuz?’

“Molla Habip, ‘Evet, bir kere söz verdik, bu işe giriştik. Pek kolay bir şey değil doğrusu. Bu zâtın ilmi hakikaten fevkalâde, ama siz bilirsiniz. Nasıl kolayınıza gelirse’ dedi. Biz de mahçup bir şekilde boynumuzu büktük. Kabul edemeyeceğimizi ifade ederek oradan ayrıldık. “

ANKARA’DAN VAN’A

İstanbul’dan, Ankara hükümetinin ısrarlı dâvetleri üzerine 1922 Haziran’ında Ankara’ya gelen Bediüzzaman 17 Nisan 1923 tarihinde Ankara’dan ayrılarak memleketim dediği Van’a gelmiştir. 

Van’a geldiğinde ilk işi Van Kalesi’nin başına çıkmak olur.  Çok hazin ve rikkatli bir  halet-i ruhiye içerisinde, sekiz sene evvelki zamana hayalen gidip, sinema levhaları gibi, o zamanki hadiseleri ve levhaları seyretmeye başlar. Van Kalesi’nin başında cereyan eden bu acıklı halet-i ruhiyesini on sene sonra, Barla’da telif etmiş olduğu Yirmi Altıncı Lem’a’nın On Üçüncü Ricası’nda şöyle anlatmaktadır, “Bu ricada sergüzeşt-i hayatımın mühim bir levhasından bahsedeceğimden, her halde bir derece uzun olacak; Usanmamanızı ve gücenmemenizi arzu ediyorum. Harb-i Umumi’de Rus’un esaretinden kurtulduktan sonra, İstanbul’da iki üç sene Dârü’l-Hikmet’te hizmet-i diniye beni orada durdurdu. Sonra Kur’ân-ı Hakîmin irşadıyla ve Gavs-ı Âzam’ın himmetiyle ve ihtiyarlığın intibahıyla, İstanbul’daki hayat-ı medeniyeden usanç ve şâşaalı hayat-ı içtimaiyeden bir nefret geldi. Dâüssıla tabir edilen iştiyak-ı vatan hissi beni vatanıma sevk etti. Madem öleceğim, vatanımda öleyim diye Van’a gittim.     

“Her şeyden evvel, Van’da Horhor denilen medresemin ziyaretine gittim. Baktım ki, sair Van haneleri gibi onu da Rus istilâsında Ermeniler yakmışlardı. Van’ın meşhur kalesi ki, dağ gibi yekpare taştan ibarettir, benim medresem onun tam altında ve ona bitişiktir. Benim terk ettiğim yedi sekiz sene evvel o medresemdeki hakikaten dost, kardeş, enis talebelerimin hayalleri gözümün önüne geldi. O fedakâr arkadaşlarımın bir kısmı hakikî şehid, diğer bir kısmı da o musîbet yüzünden mânevî şehid olarak vefat etmişlerdi.

AĞLAMAKTAN KENDİMİ TUTAMADIM

“Ben ağlamaktan kendimi tutamadım. Ve kalenin tâ medresenin üstündeki, iki minare yüksekliğinde, medreseye nâzır tepesine çıktım oturdum. Yedi sekiz sene evvelki zamana hayalen gittim. Benim hayalim kuvvetli olduğu için, beni o zamanda hayli gezdirdi. Etrafta kimse yoktu ki, beni o hayalden çevirsin ve o zamandan çeksin. Çünkü yalnızdım. Yedi sekiz sene zarfında, gözümü açtıkça, bir asır zaman geçmiş kadar bir tahavvülât görüyordum.

“Baktım ki, benim medresemin etrafındaki şehir içi, kale dibi mevkiî, bütün baştan aşağıya kadar yandırılmış, tahrip edilmiş. Evvelki gördüğümden şimdiki gördüğüme, güya iki yüz sene sonra dünyaya gelip öyle hazin nazarla baktım. O hanelerdeki adamların çoğuyla dost ve ahbap idim. Kısm-ı âzâmı Allah rahmet etsin, muhaceret ile vefat etmişler, gurbette perişan olmuşlardı. Hem Ermeni mahallesinden başka, Van’ın bütün Müslümanlarının haneleri tahrip edilmiş gördüm. Benim kalbim en derinden sızladı. O kadar rikkatime dokundu ki, binler gözüm olsaydı beraber ağlayacaktı. Ben gurbetten vatanıma döndüm, gurbetten kurtuldum zannediyordum. Vâ esefâ, gurbetin en dehşetlisini vatanımda gördüm. On İkinci Rica’da bahsi geçen Abdurrahman gibi ruhumla pek alâkadar  yüzer talebelerimi, dostlarımı kabirde ve o ahbapların yerlerini harabezar gördüm.

Eğer dostlardan müfarakat olmasaydı

“Eskiden beri hatırımda olan bir zâtın bir fıkrası vardı; tam mânâsını göremiyordum. O hazin levha karşısında mânâsıyla gördüm. Fıkra budur: ‘Eğer dostlardan müfarakat olmasaydı, ölüm ruhlarımıza yol bulamazdı ki, gelsin alsın.’ Demek, en ziyade insanı öldüren, ahbaptan müfarakattır. Evet, hiçbir şey beni o vaziyet kadar yandırmamış, ağlatmamış. Eğer Kur’ân’dan, imandan medet gelmeseydi, o gam, o keder, o hüzün, ruhumu uçuracak gibi tesirat yapacaktı.

“O vakit ehl-i dünyanın haline çok taaccüp ettim; nasıl kendilerini aldatıyorlar? Çünkü o vaziyet dünyanın tam fâni olduğunu ve insanlar da içinde misafir bulunduğunu bilbedâhe gösterdi. Ehl-i hakikatin mütemadiyen ‘Dünya, gaddardır, mekkârdır, fenadır; aldanmayınız’ demelerinin ne kadar doğru olduğunu gözümle gördüm. Hem insan nasıl cismiyle, hanesiyle, alâkadardır; öyle de, kasabasıyla, memleketiyle, belki dünyasıyla alâkadar olduğunu kendim de gördüm. Çünkü ben, vücudum itibariyle ihtiyarlık rikkatinden iki gözümle ağlarken, medresemin yalnız ihtiyarlığı değil, belki vefatından dolayı o gözle ağlamak istiyordum. Ve o şirin vatanımın yarı ölmesiyle, yüz gözle ağlamaya ihtiyacım vardı.

“Evet, o vaziyetim o vakit beni nasıl ağlattırmış; on senedir hayalim o vaziyete uğradıkça yine ağlıyor. Evet, binler sene yaşamış o ihtiyar kalenin başındaki menzillerin harap olması ve onun altındaki şehrin sekiz sene zarfında sekiz yüz sene kadar ihtiyarlanması ve kale altındaki gayet hayattar ve mecma-i ahbap olan medresemin vefatı, umum Osmanlı Devletinde bütün medreselerin vefatını gösteren cenazesinin mâ-nevî  azametine işareten, koca Van Kalesi’nin yekpare taşı ona bir mezar taşı olmuş. Âdeta o medresedeki, sekiz sene evvel benimle beraber bulunan merhum talebelerim, kabirlerinde benimle beraber ağlıyorlar. Belki o kasabanın harabe duvarları, dağılmış taşları benimle beraber ağlıyorlar. Ve onları ağlıyor gibi gördüm.”

DİZİ: RİFAT OKYAY

[email protected]

-DEVAMI YARIN-

Okunma Sayısı: 3378
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı