Detaylı bilgi için TIKLAYIN
      "Gerçekten" haber verir 28 Ocak 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Hülya KARTAL

Düşlerin seni çağırır



Rüzgâr nasıl da esiyor. Uğulduyor, der edebiyat ilminden sorsak! Oysa resmen ve düpedüz ‘Hu’ diyor işte. Sanki komşu kadın kapıyı çalıyor ‘Huu’ diye.

Üşümelerim çoğalıyor; gönül yollarıma kar düşmüş ve kapatmış gibi buzdan hadiseler ve hadiselerin soğuk yüzüyle… Nice ümitlerim, sevinçlerim kar altında kalmış, düşlerimin üzerine çığ düşmüş, yardan aşağı yuvarlanmışım Yâr diye diye… ‘Karlı kayın ormanında geceleyin yürür’ gibi olmuş bazen hayatım. Ama yine de karanlık ormanda uzakta bir ışıklı evsiz kalmamış gözlerim. Yine de ümit boy vermiş, filiz çıkarmış karlar altından. Yavaş adımlarım hızlanmak için bir bahane bulmuş ya yeniden. Hani hiç değilse çok üşüsem de soğuktan donmamışım!

Çünkü yeniden açacak çiçeklerimin gülen yüzünün hayâliyle ve ‘bir tas sıcak çorba’ hayâliyle düşlerimin ellerini ısıtmışım. Her şeyimi yitirmiş gibi şaşakalmış ve bakakalmış olsam da, ümitlerim hiç terk etmemiş beni. Ümidi kesmediğim rahmet izini, özünü, yüzünü göstermiş farklı pencerelerden. Işıklı ev olmuş kendine çağıran!

***

Yâr diye diye tutuna tutuna çıkmışım yine de bir yerlerden. Yâr olmasa, ümidim olmasa düşer kalırdım da düşmezdim yollara güzel düşler kurarak! Düşlerle duâların kesiştiği yerlerde gerçekleşme vakitlerine kaç kere şahit olmuşum da, onun için taviz vermemişim en imkânsız düşlerden! Çünkü bilmişim düşlerin ümitleri beslemek, duâları körüklemek ve ileriye çağırmak için, düştüğün yerlerden kalkmak için karanlık uzaktaki bir evin ışığı olduğunu. Ne çok yıkılsam da hayâllerimi yıkmalarına izin vermemişim bu yüzden!

Gemileri karadan da yürütür insan hayâli! Rahmetten ümidi kesmeyenlerdir onlar! O yüzden herkesin düşte bıraktığı şey onlarda gerçek olur! Herkesin düştüğü yerde düşseler de kalkmasını bilirler yeniden. En harabe evde en güzel köşkün hâlini ve hayâlini görüp çalışırlar onlar. Ve en güzel ve en sağlam evleri dinamitleyip harabeye çevirenleri, hayâlleri yıkıp ümitleri boğazlayanları, tahrip edip övünenleri affetmezler asla!

Tamir edilmiş evler gördün mü? Ya tahrip edilmiş evler gördün mü? Neden evleri tahrip edenler çokça övünürler de tamir edenler sessizce işine bakar? Övünmekle sinsice bir tahrip mi yaşarlar ve öylece tahrip övünmeye mi yol açar onlarda çok iş başarmış gibi? Düşlerin, ümitlerin ve duaların, sende yapılan tahripleri tamir malzemesi olduğunu bildin mi? Ve harap olmuş evlere düşler, ümitler ve dualarla yardım ettin mi? “Allah bizimle” dedin mi mağaradaki iki sevgili gibi? Aslında ‘üç’ kişiydiler!

***

En soğuk günlerde “Huu” diye kapıyı vurunca rüzgâr, içimdeki küçük aşk kıvılcımını ‘Hu’ diye üfleyerek çoğaltırım ben de. Isıtsın ve aydınlatsın diye içimi. Yârdan gelen kartopuna döner en soğuk yüzlü hadiseler. Sevinçle gezinirim ‘kudret helvası’ yiyerek.

Allah bizimle! Biz Allah’la mıyız? Unutur muyuz, O'nu sevinçte ve kederde? Onu unuttuğun sevinç acının baş harfleri onu hatırladığın keder sevinç gözyaşları değil midir?

Ne lâzımsa O nasılsa bir şekilde gönderecek! Sen yeter ki yola düş. Kar, tipi, fırtına, donduran soğuk, bunaltan sıcak, hepsi arkandan itiyor olacak. ‘Hu’ diye içindeki kıvılcımı üfleyen ve ateşe döndüren bir nefes olacaklar belki de? Karın sıcak kolları olacak bilmediğin. Sen savrulduğunu sansan da, asıl gitmen gerek yer için rüzgâr yardım ediyor olacak belki de? En azından ‘olmak istediğin yer neresi’, olmak istemediğin yerlerden hızla uzaklaştıkça daha çok anlayacaksın. Yani yaşadığın hadiselerin sıcak yüzü karşılayacak seni ve ok işareti olacak her seferinde. Güzel düşlerinin peşine düş. Seni çağıran ışık, karanlık ormanı böylece aydınlatacak…

28.01.2006

E-Posta: [email protected]




Murat ÇİFTKAYA

Protestanlaştırma, İslâm ve Said Nursî



Önce, Kayseri’deki dindar girişimcileri konu alan “İslâmî Kalvinistler: Orta Anadolu’da Değişim Ve Muhafazakârlık” başlıklı bir araştırma; sonra, birkaç kişi dışında kimsenin haberdar olmadığı bu raporun ulusal bir TV kanalında kamuoyuna mal edilmeye çalışılması, holding gazetelerinin başyazarlarının Müslümanlar içinde bir çeşit Protestanlık veya Kalvinizm imkânı için zemin yoklayan yazıları ve nedense bu amaçla Said Nursî isminin zikredilmesi; daha sonra, Üsküdar’da bir camide erkeklerle aynı safta başı açık saf tutan kadınların resminin medyada kullanılması ve bu resim üzerine yapılan Protestanlık yorumları...

Son birkaç on yıl içinde defalarca gündeme getirilmiş, her defasında sadece nâkıs birer teşebbüs olarak kalmış Müslüman Protestanlığı projesi, öyle görünüyor ki, bir kez daha servis ediliyor.

Sosyolog Max Weber, Protestan Ahlâkı Kapitalizmin Ruhu isimli eserinde kapitalizmi Hıristiyanlık’taki püriten ahlâkın mümkün kıldığını ileri sürer. Weber’i bu hükme yönelten, Avrupa’da bir çeşit eşzamanlılık yaşanması. Yani, kapitalizmin Protestanlığın hâkim olduğu İngiltere ve Hollanda’da neşvünema bulmuş olması. Weber bunu bir sebeb-sonuç ilişkisi haline getirir ve çoğu sofu (püriten) Protestan olan bu kapitalistlerin ekonomik bir sistem olarak kapitalizmi sonuç verdiğini iddia eder.

Protestanlık birkaç açıdan ilginç bir olgu. Evvelâ, Avrupa’da Katolik Kilisesinin tahakkümünün kırılması ve liberal bir din anlayışının hâkim olmasını işaretliyor. Yani, bir anlamda özgürlüğe yöneliş. Ama koynunda, dinin otoritesinden uzaklaşmanın tohumlarını da taşıdığından, Hıristiyanlığın bir sonraki yırtılışına ve hayattan el-etek çekişine bir ara basamak. Çünkü, Kilise’yi (dini) hayattan uzaklaştırırken, ondan kalan boşluğu artık dünyevî kurumlar doldurdu. Protestan ahlâkı, daha önce, âhiret adına dünyayı, ruh namına bedeni kötüleyen ve dışlayan Katolik dinî yorumun aksine, dünyevî bir faaliyet olarak çalışmayı son derece önemseyen ve hatta “çalışmak ibadettir”i mottolaştıran bir yaklaşımı barındırıyor. Gelgelelim, başlangıçta gerçekten öte dünya için bir ibadet olarak kabul edilen çalışma, yavaş yavaş dinî zarfından sıyrılıyor ve başlı başına dünyevî bir “kutsal” meşgale olarak kabul görüyor.

Protestanlığı sekülerizasyonun ya da dinin hayattan el-etek çekişinin aracı kılan bir diğer husus, imana yaptığı aşırı vurgu ve ameli dışlaması. Protestanlık’ta ebedî kurtuluş, dinî ameller değil saf imanda kabul edildiği için, dinin hayattaki tezahürü olan amel boyutu neredeyse tamamen kayboluyor. Bu ise, dinin kalbe ya da vicdana hapsedilmesini sonuç veriyor. Ve kutsal metinlerin tercüme faaliyetinin yaygınlaşması, dinin günün şartlarına göre “yorumlanmasını” kolaylaştırıyor. Dinî yorumlar, tarihsellik ve görecelilik tartışmaları içinde değişirken, yaşanan pratik hayatı dine uydurmaya çalışan değil, dini pratiğe “uyduran” bir süreç hakim oluyor.

Dinin yaşayan ve yaşanır olmaktan çıkmasının sembolü olarak Protestanlığın, İslâmiyet’i, tıpkı Hıristiyanlık’ta olduğu gibi reforma tâbi tutmak isteyenlerin iştahını kabarttı. Ve Protestanlaştırma bir toplum mühendisliği olarak bilhassa Cumhuriyet Türkiye’sinde uygulamaya konuldu, ya da buna çalışıldı. Dini hayattan söküp vicdana hapsetmeye yönelik Protestanlaştırma sürecinde, Türkçe hutbe ve ezan, Kur’ân’ın tercümesinin aslının yerine ikamesi teşebbüsü, dinî sembollerin meselâ kıyafetlerin yasaklanması, hatta camileri kilisevârî düzenleme projesi ilk akla gelen örnekler. Kimi güçlü rivayetlere göre Lozan’da şifahî sözü verilen bu Protestanlaştırma süreci tek parti rejiminde devlet cebriyle uygulanmaya çalışıldı ve bazı din adamlarını da kendisine âlet etti.

Said Nursî 1930’ların başında kaleme aldığı 29. Mektup’ta, Hıristiyanlığın aksine İslâmiyet’te böyle bir reformun mümkün olamayacağını ayrıntısıyla anlatır ve “bid’a” ya da yenilik fikirlerinin aslında dinsizliğin kisvesi olduğunu ifade eder. Hıristiyanlık ile İslâm’ın karşılaştırıldığı bu anlamlı tahlilde ne tarihî, ne de dinî olarak dinde reform ya da Protestanlaştırma gayretinin mümkün ve meşrû olmadığı ispat edilir.

Devlet zoruyla Protestanlaştırma projesi 1950’den sonra demokrasiye tosladı ve akim kaldı. Ancak, bir proje olarak sahiplerinin kalbinden çıkmamış olmalı ki, 1980’lerin ikinci yarısında, dindarları ekonomik yoldan dünyevîleştirme gayretleriyle tekrar su yüzüne çıktı. Bu yıllarda, bir taraftan kapitalizmin kurallarına riayet ederek para kazanmaya, diğer taraftan dinî vecibelerini yerine getirerek sevap kazanmaya çalışan “Müslüman kapitalist” prototipinin tesis edilmeye çalışıldığına şahit olduk. İçten bir işgal teşebbüsüydü bu. Dünyevîleşme tuzağına kimi dindarlar düşmüş olsa da, bu, bir din olarak İslâmiyet’in ahlâkdışı bir ekonomik sistem olarak kapitalizme cevaz verdiği kabulünü ne üretti, ne de yaygınlaştırabildi.

Bugün, dindar bireylerden oluşan bir hükümetin işbaşında olduğu, tıpkı 80’lerdeki gibi dindarların yine ekonomi pastasından daha fazla pay alır hale geldiği bir zamanda Protestanlaş(tır)ma projesinin tekrar ısıtılıp gündeme getirilmesi tesadüf olmasa gerek. Dindarlar meşrû ekonomik faaliyetleri bahane edilerek kapitalizmin sahte cennetine dâvet ediliyorlar ve ücret olarak Kalvinizm ve Protestanlaşmayı onaylamaları isteniyor!

Bu noktada, Said Nursî’nin CHP’ye karşı neden DP’yi desteklediğini izah eden meşhur mektubundaki tahlili tahlil etmek faydalı olabilir. Bediüzzaman, Kur’ân ve vatan zararına komünizm/dinsizlik ve ifsad komitesinden sonra üçüncü zararlı akım olarak Hıristiyanlığa benzemeyi ve bir çeşit Protestanlığı Müslümanlar içinde yerleştirmeye çalışan bazı siyasîleri zikreder. Demokrat parti, mesleği gereği ilk iki cereyana karşı durmak zorundadır. Çünkü, o yıllarda CHP ilk iki cereyanın üssü konumundadır. Üçüncü zararlı cereyan olan Protestanlaşma taraftarlarının DP içinde de bulunması mümkündür ve zaten DP seçiminin bir ehven-i şer olması bu yüzdendir. Zira bu son cereyanın—en azından o zaman için—zararı ilk iki cereyana göre çok daha azdır.

Bugün, dinsizliğin, yani dinden tamamen soyutlanmış bir dünya görüşünün ya da hayat tarzının kimse doğrudan propagandasını yapmıyor, yapamıyor. Bu ideolojinin temsilcisi siyasî partinin iktidara gelmesi bugün itibariyle ne mümkün, ne de muhtemel! Yapılan bütün araştırmalar ve anketler aynı şeyi gösteriyor: İnsanlar kendilerini dindar kabul ediyor ve din umumî bir değer olarak yükselişte. İşte, tam da böyle bir ortamda, İslâmı hem teoride hem pratikte hayatın kenarına atmaya çalışan Protestanlaştırma projesinin tekrar tartışmaya açılması anlaşılabilir bir şey. Bediüzzaman’ın sözünü ettiği üç cereyandan ilk ikisi de bugün sanki üçüncüye destek sağlamaya çalışır gibi.

Dinde hissesi olmayan birileri, bugün, geçmişte bileği kuvvet zoruyla bükülememiş İslâmı etkisizleştirmek ve hayattan uzaklaştırmak için yeni manevralar deniyorlar. Olabilir, yapabilirler. Ama bu gayrimeşru gayeleri için Said Nursî’nin ismini ağızlarına almaya hakları yok. Çünkü yukarıda sözü geçen 29. Mektub’daki tahlilinde, Said Nursî Protestanlaştırma gayretlilerinin kafasına ve ağzına şu şamarı vuruyor:

“Din ve şeriat-ı İslâmiyenin sahibi olan Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü Vesselâm iki cihanın sultanı, şark ve garp ve Endülüs ve Hind birer taht-ı saltanatı olduğundan, din-i İslâmın esâsâtını bizzat kendisi gösterdiği gibi, o dinin teferruatını ve sair ahkâmını, hattâ en cüz’î âdâbını dahi bizzat o getiriyor, o haber veriyor, o emir veriyor. Demek, füruat-ı İslâmiye, değişmeye kabil bir libas hükmünde değil ki, onlar tebdil edilse [değiştirilse] esas din bâki kalabilsin. Belki, esas-ı dine bir cesettir, lâakal [en azından] bir cilttir. Onunla imtizaç ve iltiham etmiş [kaynaşmış]; kabil-i tefrik [ayrıştırılması mümkün] değildir. Onları tebdil etmek, doğrudan doğruya Sahib-i Şeriati inkâr ve tekzip etmek [yalanlamak] çıkar.”

(Said Nursî’nin kapitalizme nasıl baktığı konusu, bir başka yazının konusu.)

28.01.2006

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Çelişen genelgeler



Geçen yıllarda savcılıklara gönderdiği genelgeleri yılbaşında “AB’ye uyum” gerekçesiyle iptal eden Adalet Bakanlığının, “TCK 216 ve 301’le devrim kanunlarına aykırı hareket ve Atatürk’e hakaret suçlarına derhal el koyup ivedilikle soruşturma ve kamu dâvâsı açın” talimatı içeren genelgesini bu iptallerin dışında tutup aynen yenilemesi eleştirilmişti.

Akabinde Bakanlık bir genelge daha göndererek, savcılardan düşünce ve ifade özgürlüğüyle ilgili konuları, AİHM kriterlerini dikkate alan bir titizlikle incelemelerini talep etti.

Son genelgeye göre, savcıların soruşturma konusu düşünce açıklamalarının eleştiri sınırları içinde kalıp kalmadığını titizlikle değerlendirmeleri isteniyor ve bekleniyor.

Bu çerçevede Bakanlık, AİHM içtihadlarında altı çizilen kriterlere vurgu yaparak, “kırıcı, şok edici ve rahatsız edici de olsa” düşünceye dâvâ açılmaması talebinde bulunurken şöyle diyor:

“Esas olan yasaklar değil, özgürlüklerdir. Düşünce özgürlüğü toplumun ilerlemesinin temel şartı; çok seslilik, toleransın gereğidir.”

Şimdi savcılar, çok kısa bir fasılayla ard arda gönderilen ve birbiriyle taban tabana çelişen bu iki ayrı genelgeyi aynı anda nasıl uygulayacaklarını kara kara düşünüyor olmalılar.

Bir tarafta, “216 ve 301 suçlarını; tekke ve zaviyeler, şapka iktisaı ve bazı kisvelerin giyilemeyeceğine dair devrim kanunlarına aykırı davranışları ve de Atatürk’e hakaret suçlarını zinhar ıskalayıp geçiştirmeyin, derhal soruşturup kamu dâvâsı açın” talimatı verilirken...

Ardından “Düşünce beyanlarının eleştiri sınırları içinde kalıp kalmadığını iyi değerlendirin; şok edici de olsa eleştiri mahiyetindeki düşünce beyanlarına dâvâ açmayın” deniyor.

İyi de, sorun zaten hakaretle eleştiriyi ayırmada yaşanan zorluktan kaynaklanmıyor mu?

İşin bir başka ciheti de bu: Bizdeki savcı ve hakimlerin genel eğiliminde devletçi refleksler ağırlıklı olduğundan, söz konusu kanunlar ve ceza kanunu maddeleriyle ilgili olarak harekete geçmek için ayrıca bir tavsiye ve yönlendirmeye ihtiyaç duydukları pek söylenemez.

Aksine, bu noktada frenlenmeleri lâzım.

Peki, Adalet Bakanlığı ne yapıyor?

Evvelâ, tam da o refleksleri güçlendirecek bir genelge yayınlıyor, ardından onunla çelişen yeni bir yazıyla iyice kafaları karıştırıyor.

Acaba ikinci genelge, ilkini telâfi için mi çıkarıldı? Eğer niyet bu ise, umarız, neticesi de ona göre alınır. Ancak öyle bile olsa, ilk genelge hiçbir şekilde haklı ve mazur görülemez.

AB reformlarıyla uyum adına çıkarılması ayrı bir skandal oluşturan bu talimat, eşi zor bulunacak ve telâfisi de hayli müşkil bir talihsizlik örneği olarak kayıtlardaki yerini aldı.

Kaldı ki, hak ve özgürlükler, özellikle de düşünce ve ifade özgürlüğü gibi son derece kritik ve duyarlı bir konunun, ilgili kanunlarda hiçbir tereddüt ve suiistimale meydan vermeyecek net düzenlemelerle tanzimi gerekirken, bunu yapmayıp, işi çelişkili genelgelere bırakma tavrının isabeti de ayrıca tartışılmalı.

Özellikle 301 ve 216. maddelerde bilhassa 28 Şubat sonrasında yaşanan tecrübeler, “Bu maddeler tamamen kalkmadıkça sorun çözülmez” gerçeğini defalarca önümüze koyduğu halde, göstermelik rötuşlarla işi geçiştiren tavrın hâlâ sürmesini anlamak mümkün değil.

Bakanlık son yazısında savcılara “Eleştirilerle uğraşmayın, onları özgür bırakın” diyor.

Bu tavır, 301’in yeni TCK ile değişen son şekline, “Eleştiri amacıyla yapılan düşünce açıklamaları suç oluşturmaz” cümlesiyle kanunun metnine de yansıtıldı; ama bir işe yaramadığı, yeni TCK’nın yürürlüğe girmesinden bu yana geçen yaklaşık sekiz ay zarfında açılan 301 dâvâlarının göz açıp kapayıncaya kadar 60’a ulaşmış olmasıyla açıkça görüldü.

Bunların hepsinde, savcılar maddede sıralanan devlet kurumlarını ve Türklüğü aşağılama suçunun işlendiği kanaatine varmış olmalılar ki, tüm bu dâvâları açmaya karar vermişler.

Ancak büyük gürültü koparan Pamuk dâvâsında gelinen nokta belli: Top, yargıyla bakanlık arasında birkaç sefer gidip geldikten sonra dâvâ düştü ve iddianame de boşa çıktı.

Şimdi sıra diğer 301 dâvâlarında.

Ve ardından, pusudaki 216 dosyalarında.

28.01.2006

E-Posta: [email protected]




S. Bahaddin YAŞAR

“Kişisel gelişim” deyince



‘İnsan’ keşfedilmeyi bekliyor

İnsan Rabbani bir hazine, Rabbani bir sanat eseridir. Bir anlamda âlemin bir özeti toplanmıştır onda. Onun için onun üzerinde büyük anlamlar yüklüdür. Kendisine dönüp bakabilen için, büyük büyük yazılarla, beden eserinin her bir cüz’ünde ciltlerle eserler gizlidir. Onun için insanlık tarihi boyunca yüz binlerce eser insanı anlamaya ve anlatmaya çalışmıştır. Ve insan hep aynı insan iken, bu araştırmalar bir nihayete ermiş değil. Yine bugün de insan üzerine tahliller yapılmaya devam ediliyor ve yarın da herhalde insan bedeninin cüz’leri üzerine mercekler tutulmaya devam edilecek.

Ulaşılacak çok boyutları var insanın. Hem bedenen, hem de ruhen dikkatler üzerinde insanın. Ömürlerini insanı anlama üzerine tüketmiş nice uzmanlar, ulaştıkları noktaları, ‘deryada damlayla ilgiliyiz şimdilerde’ diyorlar.

Beyin cerrahı uzman beyefendi, beyninden sinyal gelmeyen hasta yakınına, birkaç cümle kurduktan sonra, “Ne yazık ki şu an size hastalık konusunda söyleyebileceklerim sadece bunlar. Ve bunlar çok az şeyler. Ama bundan sonrası bizi aşıyor. Tıp buraya kadar. Yani her şey olabilir. Beş ay da şuuru kapalı kalabilir. Yarın da açılabilir. Hiç açılmayabilir de. Sadece bekleyeceğiz” diyor.

Ne demek istediği anlaşılıyor uzman doktorun. Henüz alınacak çok mesafeler var. Sadece beyin konusunda mı? Kalp mi dersin, mide mi dersin, dolaşım mı dersin, konuşma melekesi mi dersin, görme mi dersin, hissetme mi dersin, koklama mı dersin; hafıza mı dersin, el becerileri mi dersin… Daha denebilecek çok şeyler var.

Bu bedenin ruhen ve bedenen işleyişi çok hayretler içeriyor. Hem de en çok hayretler yaşayanlar ehl-i kalp uzman bakışlar. Bir çok uzman, olup bitenleri sadece ‘bir çalıştırılmış makine’ diye yorumluyor. Kimin çalıştırdığına dikkat çeken yok.

İnsan, üzerinde asırlardır çalışılan ve asırlardır çalışılacak olan bir değer. Nitekim insan icadı olan makineler karşısında hayretlerini ifade edenler, o icadı icat edeni merak da etmiyorlar. Bu da şaşılacak bir durumdur.

Bu, ben miyim

demiyorsunuz değil mi?

Her biri mucize olan cihazlarla yüklü insanoğlu. Bedene yüklenmiş olan organlar ve fonksiyonları, ilgilileri hayretler içinde bırakıyor. Vücut, bir mucize makine. Bu mucize makineyi ne oranda ve hangi kapasite ile kullanıyoruz? Çoğu insanın zaten böyle bir derdi, tasası yok. Yaşayıp gidiyoruz, ne gerek var kapasite artırımına? Ne gerek var diksiyonu geliştirmeye, ne gerek var arızalarımızı görmeye, gidermeye?

Kişisel gelişim, Yaratıcının yüklediği kapasiteleri görmeyi sağlıyor

İnsanda büyük güçler var, ama insan acizdir. Hem büyük, hem de aciz. Böyle bir şey işte insan. Sanatkârı dikkate alındığında basit bir işlem insan, ama O Sanatkârın eseri olarak ona bakıldığında, büyük bir muamma. Onun için insanın O’nunla irtibatı kurulduğunda insan anlamlı ve büyük bir sanat eseri oluyor. Yoksa bir hiç.

İmansız nazar, kişinin bütün duyularını dünyaya yöneltiyor. Kendisine çeviriyor. Anlamsızlaştırıyor. Ancak bakış değişirse, insanın kendisine hasr-ı nazar etmesi, Rabb’in sanat eserindeki mükemmelliği görmeyi ve onu verimli bir şekilde kullanmayı sağlıyor.

Nitekim kişinin hafızasını, diksiyonunu, dikkatini, gözlemini geliştirme, bir icat değil, varolanın kapasitesini artırma ve daha fonksiyonel kullanma anlamı ihtiva eder. Onun için insan üzerindeki ‘kişisel gelişim’ çalışmalarının sayısı ve niteliği arttıkça, Rabbanî sanat eserinin incelikleri, güzellikleri ortaya çıkacaktır.

Dünya yeni renkler

kazanıyor; ancak…

Düşünün ki insana yüklenmiş olan bütün kabiliyetler sayesinde dünyanın rengi değişmektedir. Kişiye ise, bu kabiliyetlerin yönünü belirlemek düşüyor. Sadece dünyanın şartları dikkate alınarak yapılacak çalışmalar, evet dünyaya bir değişim katacaktır, ancak bütün bu çalışmalar insanın gerçek mahiyetini ortaya çıkarmaya hizmet etmeyecektir.

İnsan kabiliyetlerle donatılmış; ama onların çoğu uyuyor. Onları uyandırmak ve etkin olarak hem kendi iç dünyasını ve hem de dış dünyasını aydınlatması amacına dönük kullanmak kişiye kalıyor. İşte kişisel gelişim bu kapasite artırımını dikkatlere sunuyor.

Uyuyan kabiliyetlerle doluyuz;

onları uyandıralım.

Bu çerçevede YASEM, bir kişisel gelişim organizasyonu olarak, binlerce insana ‘kendi gerçeği’ne dikkatleri çekiyor. ‘Kendini tanıma yolculuğu’ deyince insan, kendi gerçeğinin farkına varıyor değil midir? Neler yapabileceğinin, neler elde edebileceğinin ve neleri aşabileceğinin yolunu gösteriyor değil midir? Bu farkına varış, ‘Ben’leri şişiren sonuçlar doğurmamalı tabiî. İnsanın taşıdığı sanatı okumalı sadece. Bu bir çalışarak kazanım değil, bu bir ihsandır. Verilenlerin farkına varmaktır insana düşen. Kapasite artırımına gitmektir. Bize verilen nimetlerin kullanım kapasitelerini bilmeli değil miyiz? Meselâ beyin kullanma kapasitesinin neresindeyiz? Hafıza sandukçasının kaçta kaçını kullanıyoruz? Bunu sorgulamak ve bunun gelişimi için adım atmak, aynı zamanda Rabbimizin hoşuna gidecek bir faal-i hayır değil midir? Sanatının anlaşılması O’nu da hoşnut etmeyecek midir?

28.01.2006

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Luther’den Kalvin’e...



Ulemanın rolü manevidir. Bu rol maddileştiği ve kurumsallaştığında; kuvveden fiile çıktığında teokratik düzen haline gelir. Teokrasinin olduğu yerde de Protestanlık eğiliminin bir karşı denge olarak doğması ve yükselmesi ve akım haline gelmesi kaçınılmazdır. Velev bade hin. Sınıf haline geldiğinde ve toplumun dokusundan koptuğunda ve temayüz ettiğinde ise brahmanlık veya ruhbaniyet sıfatı kazanır.

İran’da ve Şiilikte ulema sınıfı kısmen ruhban sınıfına benzemektedir. Kendi arasında hiyerarşisi olan bir kurumdur, sınıftır. Mukallitlerinin üzerinde kimi zaman özellikle de velayet-i fakih doktrini ışığında maddî bir otorite sureti kazanır. Bundan dolayı Haşim Agacari İran’daki yapıyı kısmen Katolikliğe benzetmiş ve bunun tadili için Protestanlığın devreye girmesi gerektiğini söylemiştir. Bunun üzerine kıyamet kopmuş ve idamla yargılanmıştı. Bu çıkışı kimileri tarafından ulemayı tahfif, kimileri tarafından da Hazreti Peygamber’e hakaret addedilmiştir. Halbuki derin bakıldığında ikisi de değildir. Bir zaruretin ifadesidir. O, Ali Şeriati’yi de bir İslâm Luther’i olarak gördüğünü saklamamıştır. Mamafih Ali Şeriati gerçekten de dinî mollokrasi denilen yarı teokratik kurumla anlaşamamış ve çareyi Şiiliği Protestanlaştırmakta bulmuş ve görmüştür. Bu bir tarihî realitedir. Agacari de Ali Şeriati’nin muakkibi olarak din adamlarını ve molla sınıfının mukallitlerini maymuna çevirdiklerini ve esasen din adamlarını körü körüne taklidin doğru olmadığını söylemiştir.

Bediüzzaman da bu noktada Ehli sünnetin tercümanı olarak bu anlamda mücerret sözlere değil burhana tâbi olduklarını ifade etmiştir. Şu sözler ona aittir: “Biz ehl-i haliz, namzed-i istikbaliz. Tasvir ve tezyin-i müddeâ, zihnimizi işbâ’ etmiyor. Burhan isteriz.” Zaten kendi açısından da ‘Sözlerimi mihenge vurunuz’ demiyor mu?

***

İranlı yazar Celal Al-i Ahmed’in de ifade ettiği gibi Meşrutiyet döneminden beri İran’da bir Luthercilik arayışı mevzubahis olmuştur. Kimileri Şiilik veya İslâm çatısı altında bir Luther aramışlar kimileri de buna soyunmuşlardır. Bu arayış modern zamanlarda Ali Şeriati döneminde yeniden nüksetmiş ve yüzeye vurmuştur. Ali Şeriati de kendisini bir nevi Luther yerine koymuştur (Ali Şeriati Luther bağlamındaki tartışmalar için bkz.: İran Entelektüelleri ve Batı, Mehrzad Boroujerdi, Yöneliş, S : 158). Ali Şeriati’nin Şia içindeki Protestanlaştırma akımı tutmamıştır. Kimileri Ali Şeriati’nin bu arayışlarını tesennün (sünnileşme) eğilimi olarak da değerlendirmişlerdir. Halbuki ‘Ali’ vesair kitaplarında Ali Şeriati adı gibi Alevi’dir. Hayatını tesennüne yani sünnileşmeye değil teşeyyüe vakfetmiştir. Fransa’da yaşadığı ortam ve ilmi çevre de bu eğilimine katkı sunmuş ve bu anlamda ona yardımcı olmuştur.

Henri Gorbin ve Massingnon gibi Fransız şarkiyatçılar Şii damarını beslemede ona hatırı sayılır katkı sağlamışlardı. O kendi ifadesiyle Şiiliği sadece modern kalıplarla ifade etmiştir.

***

İran’da Ali Şeriati gitmiş ama Protestanlaşma çabaları dinmemiştir. Bu bağlamda son sıralarda Ali Şeriati’nin halefi olarak yükselen Abdulkerim Suruş’un ismi öne çıkmıştı. Devrimle bütünleşen klasik çizgi onu da susturmakta ve savurmakta gecikmemiştir. Suruş isminin revaçta olduğu günlerde o vakit Milliyet’te yazan Şahin Alpay tarafından İslâm’ın Luther’i olarak selamlanıyordu.

1996 veya bir önceki veya bir sonraki yıllar olmalı ben de İslam’ın bir Luther’e ihtiyacı olmadığına dair cevaben bir yazı kaleme almıştım. Ama İslâm’da reform düşüncesini benimseyenler her çıkan yeni bir isimde Luther silüeti ve karaltısı görüyorlar. Tanzimat ve Meşrutiyet’ten beri bu böyle dersek herhalde hakikatın pek uzağına düşmüş olmayız. İran ve Türkiye’de benzer dönemlerde hep refleksler aynı olmuştur. Şeyhülislam Mustafa Sabri de Cemaleddin Afgani ve Muhammed Abduh’un hal ve hareketleriyle İslam’ın Luther’i olmaya soyunduklarını ileri sürmüştür. Bu Luthercilik arayışının bazısı yakıştırma ve isnad olsa da diğer bazısı gerçektir. Sözgelimi Ali Şeriati ve Agacari samimane bir şekilde İran’da bir luthercilik akımı geliştirmeye çalışmışlardır. Siyasi düşünceleri bakımından Cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi’ye yakınlığıyla bilinen Haşim Agacari, 19 Haziran’da 2002’de Hamedan’da yaptığı konuşmada, İslâm’da reform istemiş ve Müslümanları, kıdemli din adamlarını körü körüne izlemekle suçlamıştı.

Bilenler biliyor ki Bediüzzaman Kilise’ye değil Kemalizme karşı çıktı. Radikal yazarı Hasan Bülent Kahraman’ın da dediği gibi Kemalizm aslında İslâm’ı bir protestanlaştırma hareketidir. Hal böyle olunca Bediüzzaman Protestanlaştırma hareketinin başı değil karşı başlarından birisi olması gerekmez mi? Öyleyse Bediüzzaman’ı Kalvin yapanlar öküz altında buzağı arayanlardır. Şimdi bazı çevreler, ‘Luther kalmadıysa size bir Kalvin verelim’ takdimciliğinde. Bunun için de Bediüzzaman’ı kendi dâvâlarına alet etmeye çalışıyorlar.

28.01.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Kadınlı erkekli namaz



Bir kaç gündür yazılı ve görüntülü medya allayıp pullayacağı bir malzeme daha buldu: Kadınlı erkekli yanyana kılınan cemaat namazları.

Evet, hem de yüksek öğrenim görmüş, bazıları birkaç dil bilen bir grup, bilmem ne tarikatı üyeleri caminin arka kısmında baş açık kadınlı erkekli vaziyette cemaate uyuyorlar.

Medyanın da başka işi yok. Ciddî, önemli bir gündem bulamadıkları için dört elle buna sarılıyorlar. Televizyonlar onları konuşturmak için can atıyor, kendilerince ilginç bir haber bulduklarına inanıyorlar.

Yoksa gündem mi saptırılıyor? Perde arkasında ciddî, önemli, büyük bir kısım dolaplar döndürülüp de milletin ilgisini başka yönlere çekmek için bir kısım yemler mi atılıyor? Hani diktatör Franco, “Bana öyle bir uyku tulumu yapın ki millet uyanmasın” demiş ve yaptırttığı dev stadyumla milleti meşgul edip yıllarca uyutmuş ya!

Bunlar da bir uyutma taktiği mi?

Yoksa bir kısım çevreler ülkemizde ve dünyada İslâmın kökleştiğini, kuvvetleştiğini görerek onu hafife alıp güya ılımlılaştırma niyetleriyle saptırmak mı istiyorlar?

İnsî ve cinnî şeytanların görevlerini yapmaları kadar tabiî ne olabilir? Hayat dini olan İslâmın toplumda taban bulmasından elbetteki şeytan ve şeytandan ders alanlar hoşlanmayacaklardır. Akılları sıra onu alaya alarak çökertecekler; gelişmesini, yayılmasını önleyeceklerdir. Kimi kadınlara ezan okutturacak, kimi kadınlara cemaatle namaz kıldırttıracak, kimine de daha başka şeyler yaptırttıracaklardır.

Sağlıkla oynanmadığı gibi dinle de oynanmaz. Herkes bilir ki en küçük dünyevî meselelerin bile belli kuralları, esasları olduğu gibi İslâm gibi çağlara ışık tutmuş yüce bir dinin de kendine göre uyulması gereken bazı esas ve prensipleri vardır. Kişinin kafasına göre değil, kuralları neyse ona göre hareket etmesi gerekirken, “Benim kalbim temiz!” teraneleriyle ortaya çıkmanın iyi niyet ve samimiyetle bir ilgisi olabilir mi?

Samimî insana düşen, eğer gerçekten inanıyorsa o dinin esaslarını öğrenmek ve uymaktır.

Hayat, elmasla kömürü ortaya çıkarma imtihanı. Bütün bu çalkalanmalar gerçeği araştıran insanlar için kamçı olup doğruları bulma vesilesi olacak, maksatlı kimseler de niyetlerinin aksiyle tokat yiyeceklerdir.

Evet, ruhlara, kalplere, akıllara, hislere hitap edip doyuran İslâmı yakından tanıyan insanlar ona dört elle sarılarak gayri ciddî, lâübalî insanların saptırmalarına en güzel cevabı vereceklerdir.

Güneş hiç balçıkla sıvanır mı?

28.01.2006

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

İtlâfa kar tatili



Yurt genelinde yaşanan yoğun kar yağışı sebebiyle, bilhassa köy yollarının çoğu ulaşıma kapandı.

Bu durumda, gerek şehirde ve gerekse köylerdeki öğrencilerin okula rahat gidip gelemeyeceği hesaba katılarak, sömestr tatili bir hafta daha uzatılmış oldu.

Okulları tatil ettiren yoğun kar yağışı, aynı zamanda "kanatlı hayvan itlâfı"nı da tatil ettirdi. Özellikle köy yollarının ulaşıma kapanması, resmî itlâf ekiplerinin işini hayli zorlaştırdı.

Türkiye'de şu anda yüzlerce değil, binlerce köy yolu kapalı durumda. İtlâf ekiplerinin bu köylere vasıtayla gidebilmesi adeta imkânsız. Gitmek için, haftalarca (bazı köyler için aylarca) beklemeleri gerekir.

İşin garibi, bu seneki kar yağışı âniden bastırdı ve beş gün zarfında bütün Türkiye'yi beyaz bir örtüyle kapladı.

Bu âni gelişmenin acaba ne gibi bir hikmeti var? Bunu düşünmek gerek.

* * *

Bilindiği gibi, kuş gribi gerekçesiyle kar yağışından bir–iki hafta önce başlayan kanatlı hayvan itlâfı, yer yer adeta vahşete dönüştürülerek tatbik edildi.

Yakalanan bütün hayvanlar, canlı canlı poşetlere, torbalara konularak götürüldü. Usûlüne uygun şekilde kesimleri yapılmadan, yine çoğu canlı, yarı–canlı şekilde kazılmış çukurlara gömüldü. Hatta, bazı yerlerde ateşe atılarak yakıldı... Bu ürpertici vahşet tabloları pekçok yerde sergilenirken, ufukta daha başka mahzurlar, başka tehlikeler de belirmeye başladı. Meselâ:

* Bazı tavuk türlerinin yok edilmesi.

* Köy tavukçuluğunun ortadan kaldırılmasıyla, çekirge, akrep, çıyan ve börtü–böcek istilâsının meydan alması tehlikesi.

* Ekolojik dengenin bozulması tehlikesi.

* Beyaz et tüketimine mecbur, hatta muhtaç durumdaki insanların çok müşkil bir durumda bırakılması.

* Geçimini tavukçuluktan sağlayan köylülerin, çiftçilerin düşüncesizce ve tedbirsizce mağdur durumda bırakılması.

* Daha milyonlarca kanatlı hayvanın telef edileceğinin resmî ve yetkili makamlarca açıktan telâffuz edilmesi.

Bunlar gibi, daha başka mahzurlar da zuruh etmiş olmalı ki, iş gelip "gayretullah"a dokunacak noktaya kadar dayandı.

* * *

Hadise, henüz taze ve zihinlerde canlılığını koruduğu için, hepiniz hatırlarsınız ki, tavuk ve sair kanatlı hayvan itlâfı bütün şiddetiyle devam edip gidiyordu ki, Meteoroloji tarafından "yoğun kar yağışı" müjdesi verildi.

Kiminin "Sibirya soğukları" dediği bu kar yağışından, hemen bütün Türkiye etkilendi. Karada, havada, denizde ulaşım büyük ölçüde aksadı. Özellikle köy yolları büyük ölçüde kapandı.

Alınan olağanüstü tedbirlerle tek açık tutulan yollar ise, büyük şehirlerin ana arterleri oldu ki, buralarda da itlâf edilecek tavuk ve diğer kanatlı hayvanlar zaten yoktu.

Neticede, bir–iki hafta süren hiddetli ve şiddetli itlâf çalışması, yine aynı şiddetteki kar yağışı sebebiyle—muvakkaten de olsa—engellenmiş oldu. Aradan biraz zaman geçmesiyle, ister istemez yükselen tansiyon düşecek, hiddet dinecek ve telefat işleri önemli oranda hız kesecek.

Bu arada, hayvancıkları bir derece nefes alan köylü vatandaş da, kendince bazı tedbirler alacak, meselâ kümes hayvancılığını daha sıhhî ve daha kontrollü yapmayı planlayacak.

Hâsılı, okullar için ilân edilen "kar tatili", aynı zamanda köylüler ve tavuklar için de hikmet yüklü bir "kâr tatili" oldu.

Avrupaî gözlükle bakanlar

Dünyaya Garp penceresinden bakarak gelişmeleri Avrupaî gözlükle takip edenlerin İslâmın ruhunu, özünü idrak etmeleri, acaba ne ölçüde doğru ve sağlıklı olabilir?

İşte, böyle adamlardan bazıları tutturmuş büyük İslâm âlimi Bediüzzaman Said Nursî ve talebelerini, Kalvenizm, Kapitalizm, dinde reform, hatta Protestanlık gibi cereyanlarla irtibatlandırarak anlatmaya çalışıyor.

Said Nursî ve talebeleri, o gözlüklerle hakkıyla anlaşılamaz ki, anlatılmaya çalışılsın... Hayatı boyunca burjuva ile uyuşamayan, hatta muhalif duran, dahası "Ben âvam tabakasındanım" diyen bir zâtı, kalkıp vahşî kapitalizm cereyanıyla irtibatlandırmak kadar vahşiyâne bir yorum olamaz.

Keza, bütün sosyal hayatı zehirlercesine altüst eden iki sözün "Sen çalış ben yiyeyim. Ben tok olduktan sonra başkası açlıktan ölse bana ne" olduğunu söyleyerek faizci kapitalizmi temelden reddeden ve buna karşı İslâmdaki zekâtın hikmetini dünyaya haykıran Bediüzzaman gibi bir zatı, fikir ve dâvasının tam zıddıyla itham etmek kadar zihin bulandırıcı bir tavır herhalde sergilenemez.

Umarız, bu yeni saptırma furyası uzun sürmez ve sahipleri de geri adım atarak âleme maskara olmaktan kurtulurlar. Aksi halde, kendileri bilir. Günah bizden gider. Şimdiden ikaz edelim ki, onları bu vâdide ileri gitmeleri ve muvaffak olmaları imkân ve ihtimal dışıdır.

Günün

Tarihi

28 Ocak 1889: 1868'den beri faaliyette olan Mecelle Cemiyetinin vazifesine son verildi.

On beş kadar tanınmış âlimin büyük emek verdiği Mecelle Cemiyeti, Cevdet Paşanın başkanlığında kurulmuş ve yirmi yıl boyunca mühim hizmetlerde bulunmuş bir ilim meclisidir. Asıl ismi Mecelle–i Ahkâm–ı Adliye olan Mecelle ise, Islâm hukûkuna bağlı kalınarak hazırlanan meşhûr kànun kitabının adıdır.

Mecelle heyeti, yirmi yıl çalıştıktan sonra bir nevi vazifesini tamamladı. Miadını doldurduğu gerekçesiyle, cemiyet kapatıldı. Ancak, eserin bütün maddeleri henüz tamamlanmamıştı. Bu eksik haline rağmen, Mecelle hükümleriyle amel etmeye yine de devam edildi. 1876'da yürürlüğe konulan Kànun–u Esasî/Anayasa ile hayat bulan Mecellenin birçok hükümleriyle tâ Cumhuriyet'in kuruluşuna kadar da amel edildi.

1926'da ise, resmî olarak Mecelle hükümlerine son verildi. Onun yerine Avrupaî kànunlar konularak hukukta yeni ve bambaşka bir döneme girilmiş oldu.

* * *

Yekûn 1851 maddeden müteşekkil Mecelle'nin birkaç maddesi şöyledir:

* Kendi malı sanarak, başkasının malını telef eden, bedelini öder.

* Mazlum olanın, başkasına zulm etmeye hakkı yoktur. Meselâ, sahte para alan, bunu başkasına bilerek veremez.

* Hükümetin izni olmadan, yolda oturup satış yapılamaz.

* Ehven-i şerreyn, ihtiyar olunur. (İki şerden ehven olanı tercih edilir.)

28.01.2006

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Kaderimiz değişir mi?



Kader meselesinde anlamakta zorlandığımız noktalardan birisi de, değişip değişmeyeceği hususudur. Oysa, çok basit bir mantık yürütme ile anlayabiliriz:

Bu “İnsanın kaderinde, eğer değişiklik kaderde varsa değişir, yoksa değişmez!” şeklinde formüle edilebilir. Ancak, bu değişiklikler, her şeyin nihâî olarak yazıldığı “Levh-i Mahfûz” için söz konusu değildir. Kur’ân, bunu bize şöyle açıklar:

“O dilediğini siler, dilediğini bırakır. Yanında değişikliğe uğramayan bir levhi mahfûz (her şeyin yazılıp kaydedildiği, muhafaza edildiği, korunduğu, saklandığı levha) vardır.”1 Bir hadis-i şerîfte de, “duânın kaderi geri çevireceği”2 belirtilir.

Kadere imân esasında, Cenâb-ı Hak’kın “Fâil-i muhtar” ve “Mürîd” olduğunu, dilediğini, dilediği şekilde yapabileceği hakikati de vardır. Diğer taraftan, “Âlim-i Mutlak”tır; ezelden ebede her şeyi bilir, hiçbir şey Onun ilminin haricinde değildir. Önceki halleri de, nihâî durumları da, değişip-değişmeyecek, silinip-silinmeyecek meseleleri de bilir ve değişikliğe uğratmadığı “Levh-i Mahfûz”da yazılıdır.

Âyet-i kerîme ve hadis-i şerîften de anlayabileceğimiz gibi, her şeyi takdir eden Kadir-i Mutlak ve her şeyi bilen Alim-i Mutlak’ın iki kanunu vardır:

1. Yazar-bozar tahtası dediğimiz “Levh-i mahv ve isbat” tahtası. 2. Hiç değişikliğe uğratmadığı bir “Levh-i Mahfûz”u.

“Levh-i mahv ve isbat” kulların “hür irâdesinin” bulunduğunu ortaya koyar. Kul fiillerinde serbesttir. Kulun hareket ve tavırlarına göre “yazılır-bozulur.” Duâ ederse, iyi şeyler yazılır. Duâ etmediğinde ve kötü fiillere tevessül ettiğinde de, onlar silinebilir. Ancak, “Levh-i Mahfûz”da, yazılıp-bozulacak şeyler de, nihâî şekliyle yazılır. Bu açıdan bakıldığında, ömrümüz, ecelimiz ne bir dakika geri, ne de bir dakika ileri alınabilir. Ecelin kader ile tayin edildiğini ve bunun bir an ne ileri, ne geri alınamayacağını haber veren diğer âyet-i kerîmeler de şöyledir: “Eğer Allah, insanları zulümleri yüzünden cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat onları takdir edilen bir müddete kadar erteliyor. Ecelleri geldiği zaman onlar ne bir saat geri kalabilirler, ne de öne geçebilirler.”3 “Allah, eceli geldiğinde hiç kimsenin ölümünü ertelemez. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.”4

Dipnotlar:

1- Kur’ân, Ra’d, 39; 2- Tirmizî, Kader, 6; et-Terğib ve’t-Terhib, 2:481; 3- Kur’ân, Nahl, 61; 4- Agk, Münâfikun, 11

28.01.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

İnsan ve ism-i Rahman



Kayseri’den bayan okuyucumuz: “‘İnsan, Rahmân sûretinde yaratılmıştır’ hadisini açıklar mısınız? Rahmân sûretinde yaratılmak ne demektir? Rahmân ismi rızık mânâsında olduğu için mi bize yakındır?”

Allah’ın ne Zât’ına, ne sıfatlarına, ne isimlerine, ne de Rahmân ismine bir “sûret” vermek mümkün değildir. Allah aklımıza gelen bütün sûretlerden, şekillerden ve biçimlerden münezzehtir ve yücedir. 0’nun misli, eşi, dengi ve benzeri yoktur.

Gerek Kur’ân’da, gerekse hadislerde “Allah’ın Zât’ı” bazen “Rahmân” ismi ile ifâde edilmiştir. Meselâ; “İlâh’ınız bir tek İlâh’tır. O Rahmân ve Rahîm’den başka ilâh yoktur”1 âyetiyle, “Rahmân” ismini Zât-ı İlâhiye tahsis eden Kur’ân, “Rahmân Kur’ân’ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona konuşmayı öğretti”2 âyetleriyle de Zât’a ait İlâhî fiilleri Rahmân ismine vermek sûretiyle, Cenâb-ı Allah’ı Rahmân ismi ile zikretmiştir.

Bu hadis Müslim’de şöyle geçiyor: “Muhakkak ki Allah, Âdem’i Kendi sûretinde yaratmıştır.”3 Müslim aynı hadîsi bir kez de, Hazret-i Âdem’in (as) yaratılışını konu alan bir hadisin içinde, Cennet Kitabında, Hemmâm bin Münebbih’ten (ra) rivâyet etmiştir. O rivâyet de şöyledir: “Aziz ve Celil olan Allah, Âdem’i Kendi sûretinde yaratmıştır.”4 Bu son rivâyetlerde geçen “Kendi” zamiri ile, ilk rivâyette geçen “Rahmân” ismi “Allah’ın Zât’ı” demektir.

Bu hadisi Tevhid inancına uygun düşmeyecek biçimde yorumlayanların, insanın mânevî sîmâsına yanlış olarak “Rahmân’ın sûreti” nazarıyla baktıklarını belirten Bedîüzzaman Hazretleri, aklı başında olanların bu mânâyı kabul etmeyeceğini bildiriyor.

Saîd Nursî Hazretlerine göre bu hadîsin çok mânâlarından birisi şudur: İnsan Rahmân ismini tamamıyla gösterir bir sûrette yaratılmıştır. Kâinât yüzünde açıkça ‘’Rahmân ismi”nin izleri ve tecellîleri göründüğü gibi; yeryüzünde de Allah’ın Rahmân isminin cilveleri açıkça gözükmekte; insanın bir bütün olarak maddî-mânevî sîmâsında da, minimum ölçüde yine Rahmân isminin tam bir cilvesi görünmektedir. Rahman ismi ile Allah’ın zatı kastedildiğine göre, insan Allah’ın bin bir isminin cilvelerini üzerinde taşımaktadır. Bu hadisiyle Peygamber Efendimiz (asm) mecâzî bir ifâde tarzı ile, Allah’ın insanı en güzel tarzda, bütün isimlerini gösterir, bildirir, tanır ve tanıttırır biçimde yarattığını bildirmiştir.

Yeryüzünde bulunan “hayatın” ve “insanın” Allah’a delâleti ve işâreti o kadar açıktır ki... Nasıl ki güneşin timsalini ve aksini tutan parlak bir aynaya, parlaklığına işâreten, mecâzen, “O ayna güneştir!” denilebiliyor ise; “İnsanda Rahmân sûreti vardır” denildiğinde de, insanın “Allah’ın Zâtına ve sıfatlarına” çok net ve çok açık bir biçimde delâlet ve işâret ettiği ifâde edilmiş olmaktadır.5

Meseleye bir de, Rahmân’ın, Rezzâk mânâsında6 olduğu noktasından yaklaşacak olursak: İnsanın maddî-mânevî bütün sûreti, biçimi ve şekli şiddetle rızka muhtaçtır. Hayatının devam ve bekâsını sağlayan her şey insan için rızk demektir ve bunu takdir ve ihsan eden de, Rahmân olan Cenâb-ı Hak’tır. “Rahmân”, “Rezzâk” ve “insan” arasında bu mânâda sıkı ve kuvvetli bir bağ vardır.

Netice itibariyle, aklı başında olan insan hangi tavrına, hangi sıfatına, hangi duygusuna, hangi duruşuna, hangi huyuna, hangi tabiatına, hangi cemâline, hangi âzâsına, hangi organına baksa; önce kendi varlığını değil, Allah’ın varlığını, birliğini ve sıfatlarını tanıyacak, bilecek, görecek, gösterecek ve anlayacaktır. Yani kendini bilen, Rabbini bilecektir.

DUÂ

“Ey fazlından başka bir şey ümit edilmeyen! Ey adâletinden başka bir şeyden korkulmayan! Ey iyiliğinden başka bir şey beklenmeyen! Ey affından başka bir şey istenmeyen! Ey mülkünden başkası devam etmeyen! Ey saltanatından başka saltanat bulunmayan! Ey bürhanlarından başka bürhan bulunmayan! Ey rahmeti her şeyden geniş olan! Ey rahmeti gazabını geçmiş olan! Ey ilmiyle her şeyi kuşatmış olan!

Sen bütün kusurlardan, aczden, şerikten ve noksan sıfatlardan münezzehsin. Senden başka ilâh yok ki bize imdat etsin! Eman ver bize! Senden eman diliyoruz! Bizi Cehennem azabından halâs eyle!” (Cevşen’den...)

Âmîn... Âmîn... Âmîn...

Dipnotlar:

1- Bakara Sûresi 2/163. 2- Rahmân Sûresi, 55/1,2 3. 3- Müslim Birr, 115. 4- Müslim, Cennet, 28. 5- Lem’alar, s. 104. 6- İşârâtü’1-İ’câz, s. 21.

28.01.2006

E-Posta: [email protected]




Nejat EREN

Müfritane irtibat



Risâle-i Nurları okuyan herkes bilir ki; oradaki bütün prensipler; vasatı, istikameti, itidali, sabır ve selâmeti ön plâna çıkardığı halde, bir tek konuda ifrat ve aşırılık tavsiye edilir. Erbabının malumu olduğu üzere bu konu, Nur kardeşler arasındaki “irtibattır.” Her şeyde mutedillik, istikamet, vasatta kalma... Ammâ “irtibatta” müfritlik! Haddi aşmak! Neden? Niçin?

İşin esprisi, “püf noktası”; o yolun yolcusu olan, Hakkı arayan diğergamların, Allah dostlarının, Hak yolcularının sadece Allah rızasını düşünmeleri, başka maksatları göz ardı etmeleri olsa gerek.

Sadece ihlâsa ve hasbîliğe dayanan ebedî bir dostluğa talip olma hali! İrtibattaki lezzet ve zevk; rıza-yı İlâhî için birbirlerini sevenlerin ve hayat sürenlerin aralarındaki münasebetlerinden doğan bir hakikattir. Allah yolunda yürüyenlerin, ruhlarının aradığı, sıcaklığın, dostluğun, hasbîliğin bir şeklidir irtibat. Mâlâyaniyâtın ve boşboğazlığın ruh ve gönüllerdeki tahribatına derman olacak çare bu irtibatlarda gizlidir. Asıl ve asaletinden uzak kalmanın ızdırabında boğulmak istenenlerin dermanıdır irtibat!

Bu irtibatın zirve noktalarından bahseden asrın manevî tabibi onun içindir ki; “Nur kardeşler arasında müfritane irtibatı” tavsiye etmiştir.Hulûsi Beyle, Santral Sabri’nin; Santral Sabri’yle, Hafız Ali’nin arasındaki manevi köprünün adıdır irtibat. Kastamonu fedakârlarıyla, Isparta kahramanlarının birbirleriyle olan bağlantı gerçeğidir irtibat. Eğirdir ile Barla, Bedre, İslâm Köy, Atabey, Kuleönü, Sav, Antalya, Denizli, Milas arasındaki o sarsılmaz bağlar, çelik irtibat ağı, kesilmez muhabere heyecanı bir Nur doğurdu Anadolu’nun bağrında.

Hulusî Bey hakkında; “Ben onu görmeden epey zaman evvel Sözler’i yazarken, onun aynı vazifesiyle muvazzaf bir şahs-ı manevî bana muhatap olmuşçasına, ekseriyet-i mutlaka ile temsilâtım onun vazifesine ve mesleğine göre olmuştur. Demek oluyor ki, bu şahsı, Cenâb-ı Hak bana hizmet-i Kur’ân ve imanda bir talebe, bir muin tayin etmiş. Ben de bilmeyerek onunla onu görmeden evvel konuşuyormuşum, ders veriyormuşum” hali.

Santral Sabri hakkında; “O da bir Hulûsi-i Sânîdir, müntehaptır. Cenâb-ı Hak tarafından bana talebe ve hizmet-i Kur’ân’da arkadaş tayin edilmiştir” hakikati. (Barlâ Lâhikası, s. 21)

Nur kahramanları arasındaki irtibata işaret eden “en cüz’î ve ehemmiyetsiz işlerimizde de inayetkârâne bir dikkat altındayız” tesbiti. (Kastamonu Lâhikası, s. 196)

Hâfız Ali ile dünya ve berzah âlemlerinde olan irtibatlar zikredilir. (Şuâlar, sh. 292, Yirmi Altıncı Lem’a’nın On Altıncı Rica bölümlerinde. Kastamonu Lâhikası, sh. 196-197’de)… Daha bir çok kitap ve bölümlerde.

Bize düşen, Nur’un “şahs-ı manevî dairesindeki” bu irtibatı devam ettirmektir, yaşatmaktır. Biz yıllardan beri bunun için yollardayız ve bu nefes bu tende kaldığı müddetçe, duâlarınız arkamızda olduğu müddetçe de devam etmeye niyetliyiz.

Geçen hafta sonu, bu irtibatın gereğini yapmak için Osmanlı’nın ilk payitahtı Yeşil Bursa’daydık. Hem bir düğüne katılmak, hem de eğitimci meslektaşlarımızla birlikte olmak üzere planımızı yaptık. Cumartesi akşamı, kurumsallaşan hizmetlere örnek teşkil eden Bursa Yeni Asya Vakfı salonunda, çok kalabalık bir grubla, ben bu konuyu paylaşmaya çalıştım. Gücümüz nispetinde de beraber bulunduğumuz gençler başta olmak üzere oradaki can dostlarımıza kaynağından aldığımız bilgilerle katkıda bulunmaya çalıştık. Halil Uslu Ağabey de, sosyal hayattaki münasebetlerin önemini kaynağından misallerle vermeye çalıştı. Cenâb-ı Hak kalp ve gönüllerde tesirini halketsin inşaallah. Bursa Yeni Asya Vakfı yönetici ve temsilcilerinin gayretlerinden memnun olduk. Tebrik ediyoruz.

Gençlerimizin ve çocuklarımızın yetişmesi için, kış tatillerinin bir bölümünü “gençlik hizmetine” ayıran Bursalı eğitimci dostlarımıza, başta Kemal ve Abdullah Beyler olmak üzere hepsine takdir ve tebriklerimi sunuyor, hizmetlerinin ömür boyu istikametle devamını diliyorum.

Pazar günü de aşk ve şevkli hatibimiz Halil Uslu Ağabeyin konuşmasıyla renk kattığı İslâm Yaşar ve Eyüp Otman ailelerinin düğünlerine iştirak ettik.

Şahs-ı manevî kervanının yürümesi, dostlukların, müfritane irtibatın devam edip kuvvet bulması dilek ve temennisiyle.

NOT: İnanç ve geleneklerimize uygun bir düğün merasimi tertip edip, biricik evlâtlarının izdivaçlarını gerçekleştiren Yaşar ve Otman ailelerini tebrik ediyorum. Değerli dostum ve yazarımız İslâm Yaşar’ın sevgili kızı Betül Rüveyda ile yakın aile dostumuz Eyüp Otman’ın oğlu, manevî evlâdım konumunda olan Yunus Emre Otman’ı da yürekten kutluyor ve izdivaçlarının hayırlı olmasını Cenâb-ı Hak’tan niyaz ediyor, genç çifte iki dünya saadeti diliyorum. N.E.

28.01.2006

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Müptezel saldırı



Önce yazıyı okuyalım:

“Bu kitlenin dışında kalan bazı insanlar da kar fırtınasında bazen evde kaldı. Bu insanlardan birisi olarak ben geçen gün televizyonda inanılması güç bir olay seyrettim. Ben ki Türk kanallarında kalite çıtasının yerlerde sürünmesine kendisini alıştırmış bir insan olmama rağmen bu son gördüklerime ben bile şaşırdım, hayretler içinde ağzım açık kaldı. Bu program Banu Alkan şovdu. Bu şov, bir adamın Banu Alkan’a her fırsat olduğunda hakaret etmesi üzerine kurulmuş durumda. O hakaret ettikçe Banu Alkan da kendisini daha sevilir kılmak için birtakım hareketler yapıyor. Bunu seyrederken insan kesinlikle utanıyor. Haydi diyelim ki onlar rol yapıyor, peki ama insan zekâsına bu aşağılık saldırıyı her sabah seyreden, ona reyting rekorları kırdıran kitleye ne diyeceksiniz ki? Size net söyleyeyim; bu şov Türkiye’de ve dünyada bildiğimiz anlamıyla medeniyetin sona ermesi ve insanlığın yeni bir aşamaya geçtiği anlamına geliyor. Gerektiğinde işe gitmeyebilen ve sabahları televizyonda bunu seyredenlerden oluşan bir toplum yok olmaya mahkûmdur ve net söyleyeyim yok olmayı da hak ediyordur. Evlerinden hiç çıkmasalar ve bizler de televizyonu hiç açmasak bu müptezel saldırıdan kendimizi koruyabileceğiz de, ama ne yazık ki arada bir sokağa çıkıyor bunlar.”

(Akşam Gazetesi, Serdar Turgut)

Yorum net ve akıl için yol bir.

Bu tür programları sadece izleten değil, izleyen de suçlu.

STAR ANA HABER

Star haber Erdoğan Aktaş yönetiminde mi bilemiyorum. Ana haber spikeri değişti. Bahar Feyzan’ın üstlendiği haber sunumu, izleyicilere tuhaf geliyor. Tehditkâr bir bakışı var. Anlaşılan gülümsemeyi unutmuş.

Öte yandan, ana haberde Cüppeli Ahmet Hoca ve başı açık namaz kılma meselesinde de “muhafazakâr” çizgisinin dışında yayın yapmaya başladı. Kanal el değiştirince, yani, Aydın Doğan’a satılınca mı böyle oldu bilemiyorum. Ama Erdoğan Aktaş’ın önceki yayın çizgisini beğeniyorduk.

DİRİSİ DE ÖLÜSÜ DE...

Kurtlar Vadisi’nin ölüsü de rating. Show TV, eski bölümleri, haftanın 6 günü ekrana getiriyor. Parsayı topluyor.

Çakır, âleme racon kesiyor. Konsey yeni planlar peşinde. Polat’ın yükselişi sürüyor.

Bir de üstüne üstlük, yeni bir film vizyona girecek.

Rating kralı, bakalım gişe rekortmeni olacak mı?

SİHİRLİ ANNEM

Sihirli Annem, tiyatro sanatçısı ve dizi oyuncusu Mümtaz Sevinç’in ölümünün ardından onun anısına, eski bölümü tekrar yayına koydu.

Ama ne bölüm: Kadın karakterler şarap içiyor. Erkekler bir masada rakı demleniyor.

Ya çocuklar?

Onlar da küçücük yaşına aldırmadan parti düzenliyor ve aralarında dans ediyor. Aşk meşk muhabbeti ediyorlar. İyi mi?

Bu dizinin adına da “çocukların sevgilisi Sihirli Annem” deniyor.

Neyse ki, bizi rahatlatan bir haber aldık.

Sihirli Annem dizisi yayından kaldırılmış. Tam dört yıldır sık sık çocukları yanlış yönlendirdiği gerekçesiyle RTÜK’ten uyarı alan dizi, ne hikmetse aniden yayından kaldırıldı. Bu kararı alanları kutluyoruz.

28.01.2006

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Gizlenen imza



Ankara’daki siyasî irâde zaafı yalnız iç politikada değil, dışta da irâde kırılmasına sebebiyet verdiriyor. Irak’ta şiddet olaylarının ardı arkası kesilmiyor. Patlamalar devam ediyor. Yeni seçimle parçalanma süreci daha da hızlandı. Barzani ve Talabani Irak’ı parçalamaya kendilerinde “yasal hak” görüyor; bunun için daha şimdiden “Kerkük’ün kendilerine ait olduğu”yla başlayan ve kuzeyde kukla devletlerini kurdurmaya varan ayrılık şarkılarını okuyorlar.

“Derin krizler”e sebebiyet vereceği daha şimdiden açığa çıkan “federatif sistem”in Irak’ın bölünmesini hızlandırmasına sevinmelerini ağızları kulaklarında açıklıyorlar.

Öylesine ki işgalcilerin bu plânından işbirlikçileri dahi memnun değil. İngiltere nöroloji eğitimi görmüş bir Şii olan ve işgalden sonra Amerikalılarla işbirliği yapan Irak’ın Ulusal Güvenlik Danışması Rubai’nin “Amerika Irak’ta büyük bir yanlışlık içinde” feveranı bunun bir örneği.

Washington Times Gazetesi’ne yakınan Rubai, ABD’nin Irak hükûmetini güdümüne almasından yakınıyor; Irak’ta işbirlikçilerine karşı bile samimî olmadığını ve gizli pazarlığa giriştiğini belirtiyor..

* * *

Yeni anayasa ile ortaya atılan bölünme ve parçalanma fitnesine Türkiye’nin bütün kırmızı çizgilerinin tek tek silinmesine Ankara suskun. Dahası, Millî Savunma Bakanı, Meclis’in reddettiği 1 Mart tezkeresinin açığının hükûmet kararlarıyla onlarca havaalanı ve deniz limanının, tesis ve üslerin Irak’ı işgal eden Amerikan askerlerine tahsisiyle fazlasıyla telâfî edildiğini açıkla ilân ediyor.

Dışişleri Bakanı, Irak işgalcilerine hertürlü savaş malzemesi, teçhizat, savaş uçağı yedek parçası, mühimmat ve lojistik desteğin Türkiye topraklarından sağlanmasıyla ilgili 23 Haziran 2003 tarihli Bakanlar Kurulu kararını hatırlatıyor.

İncirlik Üssü’nün gizli bir hükûmet kararnâmesiyle daha geniş ve kapsamlı kullanılmasından sonra, ABD birliklerinin rotasyon için “bir kez” İncilik üssünü kullandığını ve İngiliz uçaklarının bakım için İncirlik’ten yararlandığını resmen ifşa ediyor.

Neticede İncirlik’ten kalkan uçaklar Irak kent ve köylerini vuruyor; çocukları, kadınları, yaşlıları, mâsum Irak halkını katlediyor. Ancak “süper güc”ü bu zulme sürükleyen ifsad şebekeleri sonunda Bush’u da tüketiyor. Afganistan ve Irak’a saldırtmakla Amerikan ve dünya kamuoyunda Bush’un itibarını sıfırlayan Amerika’daki İsrail destekçisi Yahudi lobisi, defterden sildiği Bush’un yerine Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’yi hazırlıyor.

Bediüzzaman’ın “zâlimlerin satranç oyunları” olarak nitelendirdiği uluslararası ifsad şebekelerinin oyunları o denli dehşetli ki, geçen yıl Filistin lideri Arafat’ı zehirleyip ölümüne neden olan İsrail Başbakanı Şaron’un bile Bush gibi “son kullanma tarihi”nin sona erdiği, bu nedenle kasten verilen ilâçların beyin kanamasına yol açtığı ileri sürülüyor. Yerli - yabancı medyada, “Şaron neyin kurbanı?” soruları soruluyor.

Ortadoğu’daki fitne ve çatışmanın kaynağı Filistin’e reva görülen baskı ve zulmün sona erdirilmemesi isteniyor. 11 Eylül olaylarıyla Müslümanların “terörist” olarak adlandırılması, medeniyetler çatışması, İslâm âlemiyle Hıristiyan dünya arasının açılması oyunu oynanmaya devam ediyor...

* * *

Ve bütün bunlar oylurken AKP siyasî iktidarı, İsrail’le GAP ve KOP’u (Konya Ovası Projesi) da içine alan her türlü tarımsal, sulama, su kaynaklarının işletilmesi, hayvancılık üretimi ve pazarlanması, kimya, telekomünikasyon, güvenlik, çevre teknolojileri ve turizmi ihtiva eden oldukça geniş kapsamlı ekonomik ve ticarî işbirliği ve anlaşmalara imza atıyor. (Resmî Gazete, 5 Ekim 2004)

Ancak AKP hükûmeti bununla da kalmıyor; Başbakan Erdoğan’ın İsrail gezisinde Kudüs’teki Yad Vaşem “Soykırım Müzesi”nde, “Yahudi soykırımı insanlığa karşı işlenmiş en akılalmaz bir suçtur” demesi de kâfi gelmiyor. Gül’ün son İsrail ziyaretinde beyin felciyle ölüm döşeğindeki Şaron için “İsrail halkının hislerini paylaşması” da tatmin etmiyor.

Nihâyetinde Türk Dışişleri, İsrail’in, 27 Ocak’ın “uluslararası Yahudi soykırımı anma günü” ilân edilmesine destek veriyor. Böylece 1948’de İsrail’i tanıyan tek Müslüman ülke olan Türkiye, AKP hükûmeti döneminde onca Arap ve İslâm ülkesi içinde Kazakistan, Özbekistan ve Bosna ile birlikte BM’de İsrail’in hazırladığı “Yahudi soykırımı” kararına imza atıyor.

Başta Dışişleri Bakanı olmak üzere hükûmet sözcülerinin sessizce geçiştirdikleri bu “soykırım imzası”nı, Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Namık Tan, “Yahudilerin uğradığı soykırım, insanlığın vicdanını yaralamış tarihsel bir olgudur, buna ülkemiz de katılmıştır” ifâdesiyle resmen açıklıyor.

Karara göre, Yahudi sermayesindeki medya ve Hollywood’un bunca “soykırım” propagandasına ilâve olarak, BM çatısı altında dünya toplumları Yahudi soykırımı konusunda eğitim programlarının başlatılacak

Filistin’deki sistemli soykırımdan, savaş uçaklarıyla mülteci kamplarının bombalanmasından, sığındıkları evlerinin tanklarla ateşe tutulmasından tek kelime etmeyen İsrailli “insancıl diplomatlar”ın hazırladığı bildirgeyle, imza atan ülkelerin insanları, Yahudi soykırımı hakkında eğitilecek! İsrail’in Filistin’de estirdiği “devlet terörü” ve soykırım vahşeti hakkında bilgilendirilmeyen Müslüman Türk halkı, “ırkçılık”, “önyargılar” ve “Yahudi soykırımı” hakkında bilgilendirilecek!

Bir bu eksikti...

28.01.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
Reklam filmini indirmek için tıklayın

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004