Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 22 Ağustos 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Görüş

Resmî ideolojinin stratejik sorunları (1)

Türkiye’nin bugünkü jeopolitik ve jeostratejik konumu ile resmî kültür siyaseti tam bir tutarsızlık içindedir. Çünkü, resmî ideoloji, toplum fertlerinin ortak paydası olan kültürel disiplin değerlerini dışlayan bir siyasî anlayışı yansıtmaktadır. Yine, resmî ideolojinin, milletimizle Orta Asya Türk Cumhuriyetleri, Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoğu ile müşterek payda teşkil eden kültürel dinamiklere yaklaşımı da sağlıklı değildir.

Resmi ideolojinin, toplumun disiplin değerlerine olan bu sağlıksız yaklaşımı sebebiyle, bugün aydınlarla halk, devlet ile millet birbirinden kopmuş; fertler, kültürel batılılaşma politikaları ile, disiplin değeri bulunan kültürel dinamiklere yabancılaşmışlardır. Bu yabancılaşmanın tabiî bir neticesi olarak, toplumumuz bir taraftan, tarihî bir verasetle lideri bulunduğu büyük bir fizikî ve beşerî coğrafya ile olan ortak paydasını kaybederken, diğer taraftan, bizzat kendi bünyesinde toplumsal barış ve kalkınma disiplinleri giderek zayıflamış, bu da, mevcut siyasal rejimi bu kültürel kimlik kaybından doğan buhranlar tablosunun bir çerçevesi haline dönüştürmüştür.

Bir kültürün kapladığı coğrafyada, o kültürü temsil eden devlet veya devletlerin jeopolitik gücü oluşur. Bugün dünya coğrafyasındaki Batılı devletlerin jeopolitik üstünlüğünün yayıldığı alan, Batı kültürünün yayıldığı alan ile doğru orantılı bulunmaktadır. Bu alan, kültürel Batılılaşma politikaları ile sağlanmıştır. Çünkü, Batı kültürünün dünya coğrafyasında “egemen kültür” haline getirilmesinin temelinde, bunun sağlayacağı jeopolitik gücü kazanma ve koruma amacı yatmaktadır. Dikkat edilecek olursa, Batı sömürge alanlarının genişlemesi, bu alanların kaynaklarının Batılı ülkelere aktarılması, yine bu ülkelerin bilim ve teknolojide geri kalmakla beraber, modern bir tüketim toplumu haline gelmeleri, dünya siyasî coğrafyasının Batı çıkarlarına hizmet eden bir şekil kazanması, Batı’nın nüfuz alanındaki ülkelerin kültürel, siyasî, dinî, etnik kimliklerinin sürekli bir çatışmacı süreç içinde bulunması, halk ile rejim arasında bir “meşrûiyet sorunu” yaşanması gibi gelişmeler, kültürel Batılılaşma tezine yönelen ülkelerin yaygınlaşmasına paralel olarak ortaya çıkmaktadır. Bu gelişmeler öyle telafisi imkânsız boyutlara gelmiştir ki, Batılılar artık bu konudaki istismarlarını açıklamakta hiçbir sakınca görmemektedirler: İşte Arnold Toynbee, bir eserinde, “kültürel batılılaşmanın gerçekte Müslümanların içine düşürüldükleri bir oyun olduğunu ve bunun sonucunun da, kaçınılmaz olarak Batı dünyasının proleter kalabalığı içinde erimek olacağını” belirtir.

“Adriyatik’ten Çin Seddi”ne olgusunun temelinde İslâm vardır. Türkiye’nin jeopolitik sınırları, potansiyel olarak Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar büyük bir coğrafyayı kapsayabilecek iken, bu coğrafyadaki dayanışmayı belirleyen “jeokültür” ile siyasî anlamda barışık olmayan resmi ideoloji, bırakalım bu büyük coğrafyada, ülke sınırları içinde bile jeopolitik bir güç niteliğini kaybetmiş ve devleti mevcut fizikî sınırlarımızı dahi koruma savaşı ile karşı karşıya getirmiştir.

Halbuki, bugün, dünya konjonktürünün Türkiye’yi, tarihî ve kültürel dinamiklerinden kaynaklanan ve liderlik rolünü ön plana çıkaran bir konuma getirdiği görülmektedir. Ne var ki, resmî ideoloji bugün ve gelecekte devlete büyük bir jeopolitik güç verecek olan bu tarihî ve kültürel dinamiklerle siyasî anlamda barışık değildir. İşte, içeride rejimin kendi meşrûiyetini zedeleyen, dışarıda da sözünü ettiğimiz jeopolitik gücü devre dışı bırakan bu sağlıksız tutumun temelinde kültürel Batılılaşma vardır.

Tanzimat’tan itibaren kültürel Batılılaşma yoluyla bir sosyal değişim meydana getirilmesi ve bu değişimin de ekonomik kalkınma sürecine yol açacağı mantığı Osmanlı aydınında gittikçe ağırlık kazanmaya başlamıştır. Nitekim, askerî okullar ağırlıkta olmak üzere, bugünkü Türk toplumundaki pek çok eğitim kurumunun temeli Tanzimat döneminde atılmıştır. Bu okullar, Batılı eğitimi örnek alıyor ve bu okullardan çıkan kişiler daha sonra askerî ve sivil bürokraside görev alıyorlardı. Onların icraatları ise kültürel batılılaşma hedefine yönelişi gittikçe şiddetlendiriyor, Batılılaşma yönündeki sosyolojik süreci devam ettiriyordu. Başka bir deyişle, Batılılaşma eylemleri kendini yeniden üretecek kadroları bu okullar kanalıyla yetiştiriyordu. Böylece, kültürel Batılılaşma kurumlaşarak, bizzat yerli okullar eliyle gelecek nesillere aktarılıyor ve süreklilik kazanıyordu.

Gerçekte ise, kültürel Batılılaşmanın çağdaşlaşma aracı olduğunu tartışmasız olarak kabul eden bir anlayışın yerleştirilmesi, “Batı çıkarlarına yataklık eden bir ekonomik, toplumsal ve siyasî yapı oluşturulması” sürecinin temelini, yani kültürel ayağını oluşturmaktadır.

Şöyle ki: Toplumların en yüksek değişim esnekliği bilim ve ekonomi alanında olup, değişim esnekliğinin en düşük olduğu alan, kültürel alandır. Değişim esnekliğinin sıfır olduğu alan ise dinî inançlardır. Meselâ; bir insana demode olan cep telefonunu değiştirmeyi kolaylıkla kabul ettirebilirsiniz, ancak, tuttuğu futbol takımını bile değiştirme esnekliği yok gibidir. Bu sebeple, bir toplumun değişim süreci, bilim ve ekonomi alanından başlayarak gelişir. Batıda ve Japonya gibi gelişen toplumlarda da böyle olmuştur. Halbuki bizde ise, toplum Tanzimat’tan bu yana değişim esnekliği sıfır olan noktasından değişime zorlanmış ve halen de zorlanmaktadır.

Bir toplumu, değişim esnekliğinin sıfır olduğu noktasından değişime zorlamak, o toplumda halk ile aydınlar arasında büyük bir çatlak oluşturur. Bu zorlama devam ettikçe de bu çatlak giderek büyür ve artık o toplum, kendisini bu şekilde değişime zorlayan zümreleri bünyesinden atarak, değerlerini temsil eden aydın kitleyi üretinceye kadar geçecek uzun bir süre gerçek ihtiyacı olan değişimleri erteler. Halkın değerlerini hiçe sayan, aşağılayan ve onlara her fırsatta saldıran aydınlara ve onların kontrolündeki yönetime karşı bir mukavemet oluşması kaçınılmaz olacaktır.

Bu ise toplumda aydın ile halk arasında uzun bir çatışmacı süreç başlaması anlamına gelir. Böyle bir ortamda oluşacak siyasî sistem, toplumun kendi kültürel dinamiklerine ve dolayısıyla da kendi halkına karşı bir örgütlenmeyi temsil edecek ve bu kültürel dinamiklerden gelecek her türlü dayanışmadan ne kendisi yararlanacak, ne de halkta böyle bir dayanışmaya imkân tanıyacaktır. Böylece, toplumsal potansiyeller, insan yiyen ve harcayan çatışmacı bir ortamda boşa harcanacaktır. Halbuki, toplumların iç barış ve kalkınmalarının temelinde bu dayanışma vardır. Batı politikalarının amacı da bu dayanışmayı yok etmektir.

İşte bu sebeple, kültürel batılılaşma, böyle bir çatışmacı süreci tetikleyen bir mekanizma olarak, Batı politikalarının en fonksiyonel aracıdır.

—Devam edecek—

Yusuf ÇAĞLAYAN

22.08.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004