Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 21 Ekim 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

"Eyvah bize!" derler. "Yattığımız yerden bizi kim kaldırdı? İşte Rahmân'ın vaad ettiği! Demek peygamberler doğru söylemiş!"

Yâsin Sûresi: 52

21.10.2006


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

İnsanlardan utanmayan Allah'tan da utanmaz.

Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3760

21.10.2006


Arefe gününde bin İhlâs-ı Şerif

Aziz, mübarek kardeşlerim,

Pek çok selâm... Bizim memlekette eskide Arefe gününde bin İhlâs-ı Şerif okurduk. Ben, şimdi bir gün evvel beş yüz ve Arefede dahi beş yüz okuyabilirim. Kendine güvenen, birden okuyabilir. Ben, gerçi sizleri göremiyorum ve hususî herbirinizle görüşmüyorum; fakat ben, ekser vakitler, duâ içinde herbirinizle bazan ismiyle sohbet ederim.

Şuâlar, s. 266

***

Aziz, sebatkâr, fedakâr, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Gelecek bayramınızı tebrik ederim. “Yemin olsun fecre. Ve o geceye” (Fecir Sûresi: 2) kasem-i Kur’âniyle fevkalâde kıymetleri tahakkuk eden o mübarek gecelerde ve seherlerde mübarek kardeşlerimin mübarek duâları hem bana, hem ehl-i imana çok bereketli ve nurlu olmasını rahmet-i Rahman’dan niyaz ederim.

Kastamonu Lâhikası, s. 14

***

Ben kendi nefsimde tecrübe ettiğim bir hâleti çok defa tetkik ettim, gördüm ki, o hâlet hakikattir. O hâlet şudur ki:

Sûre-i İhlâsı Arefe gününde yüzer defa tekrar edip okuyordum. Gördüm ki, bendeki mânevî duyguların bir kısmı, birkaç defada gıdasını alır, vazgeçer, durur. Ve kuvve-i müfekkire gibi bir kısım dahi, bir zaman mânâ tarafına müteveccih olur, hissesini alır, o da durur. Ve kalb gibi bir kısım, mânevî bir zevke medar bazı mefhumlar cihetinde hissesini alır, o da sükût eder.

Ve hâkezâ, git gide, o tekrarda yalnız bir kısım letâif kalır ki, pek geç usanıyor; devam eder, daha mânâya ve tetkikata hiç ihtiyaç bırakmıyor. Gaflet kuvve-i müfekkireye zarar verdiği gibi ona zarar vermiyor. Lâfız ve lâfz-ı müşebbi’ olduğu bir meâl-i icmâlî ile ve isim ve alem bulundukları mânâ-yı örfî onlara kâfi geliyor. Eğer mânâyı o vakit düşünse, zararlı bir usanç verir.

Ve o devam eden lâtifeler, taallüme ve tefehhüme muhtaç değiller; belki tahattura, teveccühe ve teşvike ihtiyaç gösterirler. Ve o cilt hükmündeki lâfızları onlara kâfi geliyor ve mânâ vazifesini görüyorlar. Ve bilhassa o Arabî lâfızlar ile, kelâmullah ve tekellüm-i İlâhî olduğunu tahattur etmekle, daimî bir feyze medardır.

Mektûbât, s. 326

Lügatçe:

kuvve-i müfekkire: Düşünme duygusu.

lâfz-ı müşebbi’: Doyurucu, tatmin edici söz.

meâl-i icmâlî: Kısaca özet mânâ.

mânâ-yı örfî: Bilinen, anlaşılan, kabul edilen mânâ.

tefehhüm: Anlama.

tekellüm-i İlâhî: Allah’ın kulları ile konuşması.

Bediüzzaman Said NURSİ

21.10.2006


Hakikî sevginin kaynağı imandır (1)

Sevginin gayesi

Kalb, sevmek için yaratılmıştır. Bu yüzden, insan alâkadar olduğu bütün güzel ve mükemmel şeyleri sever. Çiçekleri ve yıldızları sevdiği gibi, hayatı, dünyayı, güzel ahlâkı ve dostlarını da sever. Nasıl kendisine yardımı dokunan bir kimseye sevgi duyuyorsa, asırlarca önce yaşayıp da insanlığa büyük hizmetlerde bulunan kimseleri, tanışıp görüşmediği hâlde, muhabbetle anar. Öyleyse bu coşkun ve her şeyi kucaklayacak kadar geniş olan hissin insana veriliş maksadı nedir?

“Bâtın-ı kalb âyine-i Samed’dir ve O’na mahsustur”1 ifadelerinde belirtildiği gibi, sevgi mahalli olan kalbin asıl yaratılış maksadı Allah’ı sevmektir. Çünkü insan, kâinatın Yaratıcısı tarafından, yeryüzünde O’nun halifesi olarak yaratılmıştır. Bu hikmetin gerçekleşmesi için Allah, uçsuz bucaksız kâinatı yaratmış, gizli hazinelerini, misilsiz kemal ve cemalinin tecellilerini bu âlem sergilerinde teşhir etmiştir. Böylece kendi cemal ve kemalini hem kendi nazarıyla görüp müşahede etmek, hem de şuur sahiplerinin takdir ve teveccühlerinde görmek istemiştir. Bu husus bir hadîs-i kudsîde şöyle ifade edilir: “Mahlûkatı bana bir ayna olsun ve o aynada cemalimi müşahede edeyim diye yarattım.”2

Kendi cemal ve kemalini seven, şuur sahibi misafirlerine de sevdirmek için bu koca kâinatı yaratan Cenâb-ı Hak, onların da kendisini sevmesini beklemektedir. Dünyada Allah’ın misafirleri olmak şerefine erişen insanoğlu, kâinat sergilerinde görülen İlâhî tecellilerdeki ihtişam ve güzelliği müşahede ederek hayranlığını bütün kâinata ilân etmekle vazifelidir. Cemal ve kemale yaratılış itibariyle âşık olan ruhlar, o misilsiz güzelliklerin bâkî ve daimî olan Sahibine tükenmeyen bir aşk ve muhabbetle bağlanmak istidadındadır. Kalbin aşk-ı ebedî için yaratılmış olduğu ifadesinde bu hakikat dile getirilmiştir.

Allah, bizleri yokluk karanlıklarından çıkararak sayısız nimetlere gark etmesi bir tarafa, bizatihî nihayetsiz bir kemal ve cemale malik olması dahi muhabbet ve sevgi hissimizi hangi istikamete yönelteceğimiz hususunda bize yol göstermektedir. O sonsuz rahmet ve şefkat sahibi Yaratıcı, güzel isimlerinin tecellilerini kâinatta en mükemmel şekilde teşhir ederken, aralarında insanların da bulunduğu varlıkları sayısız nimetlerle ağırlamaktadır. Her insan kendisine ikram ve ihsanda bulunana muhabbet duyduğuna göre, bizimle beraber bütün sevdiklerimizi de nimetlere boğan Yaratıcımıza ne kadar muhabbet ve sevgi duymamız gerektiği âşikârdır.

Bir toplumdaki insanların birbirlerini sevmesi, bir sevgi toplumu meydana getirilmesi için, o toplumu meydana getiren fertlerin sevgilerini sağlam bir kaynaktan almaları gerekmektedir. Her güzel şey gibi, hakikî sevginin de kaynağı imandır. Kalbin “bâtını/özü/iç yüzü” Cenâb-ı Hakk’a mahsus olduğuna göre, ondaki engin muhabbet hissini bütünüyle Allah’a yöneltip karşılığında O’nun muhabbet ve rızasını elde etmeye çalışmak lâzımdır. Ama bu, Allah’ı sevmek için diğer varlıkları bir kenara itip onlara sırt çevirmek mânâsına gelmez. Esasen böyle bir şey zaten mümkün değildir. Çünkü insan olmamız sebebiyle etrafımızdaki belki de hemen herşeyle alâkamız vardır. Bu alâkalardan dolayı dünyaya, gençliğe, dost ve ahbablara, hayata, anne ve babamıza, eşimize ve evlâtlarımıza sevgi ve muhabbet duyarız. Peki, kalbin derinliklerindeki muhabbet hissinin Allah’a tahsisiyle, bunlara yönelen muhabbet nasıl kaynaştırılıp bir araya getirilebilir?

Dünya hayatında asıl olan, Allah’ın rızasını ve muhabbetini kazanmaktır. Diğer bütün alâkalar ve sevgiler, Onun namına ve Onun muhabbetine vesile oldukları nispette değer taşırlar. Bu nasıl olur? Meselâ, anne ve babamızı çok seviyoruz. Ama onlara duyduğumuz sevgi, Allah namına olmazsa, yani onları sadece dünya hayatı cihetinden hizmet ve fedakârlıklarını nazara alarak seversek de, bu menfaat karşılığı sevgi hem Allah hesabına olmadığı için makbul olmaz, hem çoğu zaman o mübarek zatların hukukuna gereken şekilde riayet edemeyiz, hem de onların muhabbetini bahane ederek kendimizi Allah’tan ve O’nun yolunda yapılan çalışmalardan alıkoymak suretiyle maddî ve manevî zararlara düşeriz. Halbuki onları misilsiz bir şefkatle donatıp hizmetimize koşturan Allah namına sevmek hem Allah’a olan muhabbetimizi artırarak mânen yükselmemize vesile olur hem de anne ve babamızın hukukuna riayet hususunda çok daha dikkatli oluruz. Çünkü bu hâlde onları Cenâb–ı Hakk’ın bizlere birer emaneti olarak gördüğümüz için, hizmetleri hususunda ayrı bir mesuliyet hissini vicdanımızda duyarız.

Aynı husus dünyaya duyduğumuz sevgide de bahis mevzuudur. Allah’ın sevgisiyle alâkası yönünden dünyaya baktığımızda, Bediüzzaman Hazretleri’nin tesbitiyle dünyanın üç yüzü olduğunu görürüz. Birinci yüzü Cenâb-ı Hakk’ın isimlerine bakar ve onların aynasıdır. Allah’ın sonsuz cemal tecellîlerine sahne olarak Onun muhabbetine vesile olduğu için dünyanın bu yüzü sevgiye lâyıktır. İkinci yüzü ahirete bakar ve ahiretin tarlasıdır. Ahiret hayatının saadeti bu dünyada kazanılır. Bu yüz de sevilmeye lâyıktır. Üçüncü yüzü de insanın fani heveslerine bakar. Geçicidir ve aldatıcıdır. Bu yönüyle dünyayı sevmek, insanı Allah’tan ve yaratılış maksadından uzaklaştırır, felâkete sürükler. Fani dünya da elimizde durmaz, çabuk kaçar gider. Halbuki önceki iki yüzünü sevdiğimizde Allah’a muhabbetimiz daha da artar.3 Böylece, hem helâl dünya nimetlerinden istifade etmiş, hem de bu istifademizi ebedî saadete vesile yapmış olur ve kendimizi ölüm ve ayrılık eleminden kurtarırız.

—Devam edecek—

Dipnotlar:

1- Nursî, Bediüzzaman Said, Sözler, s. 598. İstanbul1980.

2- Nursî, Bediüzzaman Said, İşârâtü’l-İ’câz, s. 17. İstanbul1959.

3- Sözler, s. 584 (32. Söz).

Mehmet Abidin KARTAL

21.10.2006


Sâlim

Allah (c.c.), Sâlim’dir. Yani noksansızdır, ayıp ve kusurlardan sâlimdir, münezzehtir. Sınırsız kemâldedir. Eksikliklerden berîdir. Sonradan yaratılmışlara benzemez. Bütün sıfatlarıyla eşsiz ve benzersizdir. Cenâb-ı Hak tüm canlılara hayatta oldukları her an esenlik, selâmet ve huzur verir.

Sâlim ismi Hazret-i Ali’nin (r.a.) Peygamber Efendimizden (asm) rivâyet ettiği Cevşenü’l-Kebir’de vârittir.

Cenâb-ı Hakkın mâhiyetinin mümkinâtın mâhiyeti cinsinden olmadığını beyan eden Bedîüzzaman, Sâni-i Kadîr’in mekândan münezzeh olduğunu, bölünme ve ayrışma kabul etmediğini ve her şeye karşı bütün isimleriyle ilgili bulunduğunu kaydeder. Cenâb-ı Hak Vahid-i Ehaddir, Ferd-i Sameddir, Kadîr-i Mutlaktır, Alîm-i Mutlaktır, Rahîm-i Mutlaktır, Kerîm-i Mutlaktır.

Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre, dârü’s-selâm olan Cennet bütünüyle, Allah’ın isimlerinin dünyaya nazaran daha yoğun tecellî ettiği yerdir.

Allah Teâlâ maddeden uzaktır, kaydın sınırlamasından ve maddeye mahsus karanlıklardan münezzehtir; bütün nûrlar ve aydınlıklar, Onun isimlerinin kutsî nûrlarının yoğun bir gölgesidirler. Cenâb-ı Hak, yer edinmeye ve mekân tutmaya muhtaç değildir. Uzaklık, yakınlık, büyüklük, küçüklük, perdeler ve engeller Onun yakınlığına, tasarrufuna ve görüşüne mâni olamaz. Maddî ve sonradan olanlar, âcizler, kayıtlılar ve sınırlıların özellikleri Zat-ı Akdese lâhik olamaz, yani Onun zatı ve vasıfları, bütün bu özelliklerin sonsuz derecede uzağındadır. Maddenin, imkânın, çokluğun, kayıt altına girmenin ve sınırlı olmanın gerekleri olan değişme, başkalaşma, yer tutma, bölünme gibi hususlar maddeden soyut, Vâcibü’l-Vücûd, Nûrü’l-Envâr, Vâhid-i Ehad, kayıtlardan münezzeh, hudutlardan berî, kusurlardan mukaddes ve noksanlı olmaktan yüce bir Zât-ı Akdese aslâ zarar veremez. Acz, Ona aslâ yakışmaz. Kusur, Onun izzetinin yüceliğine aslâ yanaşamaz.

Topraktaki tohumları, kökleri çok karışık oldukları halde, hiç şaşırmayarak, hârika bir sûrette sümbüllendirmenin, vücutlarını ayrı ayrı düzenlemenin, ağaçlara giren karışık maddeleri yaprak, çiçek ve meyvelere ayırmanın, beden hücrelerine karışık bir sûrette giren gıda maddelerini eksiksiz bir hikmetle ve tam bir ölçü ile bölmenin, Hakîm-i Mutlak, Alîm-i Mutlak ve Kadîr-i Mutlak olan Cenâb-ı Hakkın varlığını, kudretinin tasarrufunu ve birliğini gösterdiğini beyan eden Bediüzzaman Saîd Nursî, zerreler âlemini hadsiz ve geniş bir tarla hükmüne getirmek ve her dakikada tam bir hikmetle ekip biçerek, “yeni kâinat mahsulâtını ondan alma” işleminin, Sâni-i Zülkemâlin zorunlu varlığını, kudretinin eksiksiz tasarrufunu, birliğini ve rubûbiyetinin büyüklüğünü göstermeye yeterli bulunduğunu kaydeder. Öyleyse selâmet ve esenlik, her şeyin Cenâb-ı Hak hesâbına tanınmasında ve Onun muhabbeti nâmına sevilmesindedir.

(Risâle-i Nur’da Esma-i Hüsna)

21.10.2006


SORULARLA RİSALE-İ NUR

Sahabelerden başkasına

“radıyallahu anh” denilir mi?

Evet, denilir. Çünkü Resûl-i Ekremin bir şiârı olan “aleyhissalâtü vesselâm” kelâmı gibi “radıyallahu anh” terkibi Sahabeye mahsus bir şiâr değil. Belki Sahabe gibi, veraset-i nübüvvet denilen velâyet-i kübrâda bulunan ve makam-ı rızaya yetişen Eimme-i Erbaa, Şah-ı Geylânî, İmam-ı Rabbânî, İmam-ı Gazalî gibi zatlara denilmeli. Fakat örf-ü ulemada Sahabeye radıyallahu anh, Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiîne rahimehullah, onlardan sonrakilere gaferahullah ve evliyaya kuddise sirruhu denilir.

21.10.2006


Münâcâtü'l-Kur'ân

ZÂRİYÂT:

1. Ey Firavun’u ordusuyla birlikte yakalayıp denize atan! “O ise, inkâr ve inadı yüzünden son nefesinde kendi kendisini kınıyordu!” (40)

2. Ey Ad Kavminin üzerine köklerini kazıyan ve uğradığı herşeyi küle çeviren bir rüzgâr gönderen! (41-42)

3. Ey Allah’ım! Şüphesiz rızıklandıran da, güç ve kuvvet sahibi olan da Sensin! (58)

TÛR:

1. Ey Tur Dağının, neşredilmiş sayfalar üzerine satır satır yazılı kitabın, gökte meleklerin tavaf ettiği mâmur makàmın, yükseltilmiş tavan gibi olan semânın ve taşkın denizin Rabbi! (1-6)

2. Ey “Rabbinin azabı mutlaka vuku bulacaktır” diyen! (7)

3. Ey çok iyilik eden Berr ve çok merhamet eden Rahîm! (28)

21.10.2006


Gerçek medeniyetin kaynağı Kur’ân’dır

Hakikî medeniyetin ve yüksek içtimâiyâtın, insanlık kanunlarının menbaı ve esası Kur’ân’dır. Kur’ân umum nev-i beşere hitap eden bir hatîb-i umumîdir. Kur’ân-ı Hakimin hakikî ve berrak ve parlak bir tefsiri olan Risâle-i Nur’da aradığınız imânî ve İslâmî, aklî ve fikrî, kalbî ve ruhî birçok ihtiyaçlarınızın tatmin edildiğini göreceksiniz. Kafanızdaki bir kısım istifhamların tam ikna edici bir tarzda cevaplandırıldığını büyük bir hayranlık ve şükran hisleri içinde müşahede edecek ve Risâle-i Nur’un kendinize hitap eden İlâhî hakikatlar mecmuası olduğuna kani olarak sonsuz bir huzur içinde mes’ûdâne bir hayat yaşamaya başlayacaksınız. O Nurları defalarca ve hattâ bir ömür boyunca okumak zevk ve sevgisinden kendinizi kurtaramayacaksınız.

21.10.2006


Vâcibü’l-Vücud

Şu kâinatın Sâni-i Zülcelâli, Vâcibü’l-Vücuddur. Yani, Onun vücudu zâtîdir, ezelîdir, ebedîdir, ademi mümtenidir, zevâli muhâldir ve tabakat-ı vücudun en râsihi, en esaslısı, en kuvvetlisi, en mükemmelidir. Sair tabakat-ı vücut, Onun vücuduna nispeten gayet zayıf bir gölge hükmündedir. Ve o derece Vücud-u Vâcib, râsih ve hakikatli; ve vücud-u mümkünat o derece hafif ve zayıftır ki, Muhyiddin-i Arabî gibi çok ehl-i tahkik, sair tabakat-ı vücudu evham ve hayal derecesine indirmişler, “Allah’tan başka hiçbir varlık yoktur” demişler. Yani, “Vâcibü’l-Vücuda nispeten başka şeylere vücut denilmemeli; onlar vücut ünvanına lâyık değillerdir” diye hükmetmişler.

Mektûbât, s. 241

21.10.2006


Takvim

Yirmi sekiz oldu oruç

Cezasız kalır mı hiç suç

Kul kulluğunu bir bilse

Nur iman dolar kalbine

Celâl YALÇIN

21.10.2006


Peygamberimiz (asm), gelenlere ne öğretirdi?

Sahabelerin bilhassa fakir ve muhtaç olanları “Dârü’l-Erkam”dan günlerce dışarı çıkmadan dururlardı. Bazen olur ki açlıktan karınları yapışırdı. Çoğu zaman biri kendilerini çağırır da yemek yedirir diye beklerlerdi. Çoğu zaman Peygamberimiz (asm) onlara yemek yedirir ve yiyecek gönderirdi. Bazen de zengin sahabeler onları yemeğe dâvet eder ve Darü’l-Erkam’a yiyecek taşırlardı. Bu yoksul ve fakir sahabelere en çok yardım eden de Câfer bin Ebî Talip idi. Zaman zaman evine götürür, ne var ne yoksa yedirirdi. Bazen de yağ ve bal tulumunu getirirdi. Sahabeler onu parçalar da içindeki kalıntıları dilleri ile yalarlardı.1

Peygamberimiz (asm) kendisine ilim öğrenmek için gelenlere önce imanı öğretirdi. Şöyle buyururdu: “Allah’tan başka ilâh olmadığına, Hz. Muhammed’in (asm) onun kulu ve resûlü olduğuna şahitlik edeceksin. Namaz kılacaksın. Bunun için de namaz kılacak kadar Kur’ân öğrenecek ve ezberleyeceksin. Fakir ve muhtaç olan mü’minlere yardımcı olacak, sadaka vereceksin. Kendin için ne istiyorsan kardeşin için de isteyecek, neden sakınıyorsan, onu kardeşine de yapmayacaksın”2 diye ders verirdi.

Bir kişi iman ederek Müslüman olduğu zaman Peygamberimiz (asm) ona namaz kılmayı öğretirdi.3 Hakem bin Umeyr (ra) anlatıyor: “Hz. Peygamber (asm) bize namazı öğreterek şöyle buyurdular: ‘Namaza başlarken ‘Allahü Ekber!’ diyerek tekbir getirirsin. Bu sırada ellerini kulaklarından yukarıya geçmeyecek şekilde kaldırırsın. Sonra ‘Sübhâneke Allahümme ve bihamdik. Ve tebareke’smük. Ve teâlâ ceddük. Ve lâ ilâhe ğayrük’ dersin” buyurarak namazı güzel bir şekilde öğretirdi.4

Yine Peygamberimiz (asm) Kur’ân sûrelerini ve bilhassa Fatiha ve İhlâs Sûresini talim eder, öğretirdi.5 Hz. Ali (ra) anlatıyor: “Hz. Peygamber (asm) bir gün beni yanına aldı ve Mekke dışına çıkarttı. Beraberce Kur’ân okuyorduk, yani bana Kur’ân öğretiyordu. Bir koyun sürüsü gördü. Bana o sürüyü göstererek şöyle dedi:

“Yâ Ali! Sana beş bin koyun vermemi mi istersin, yoksa dünya ve ahiretin için faydalı olan beş kelime öğrenmek mi istersin?”

Ben dedim:

“Ey Allah’ın Resûlü! Beş bin koyun az değildir; ama ben o beş kelimeyi öğrenmek isterim.”

Bunun üzerine Peygamberimiz (asm) buyurdu:

“Yâ Ali! Allah’a şöyle duâ et: ‘Allahım! Günahlarımı affet. Ahlâkımı güzelleştir. Bana helâl rızık ver. Bana verdiğin nimetlerle yetinmememi sağla. Beni yasaklamış olduğun şeylere, amellere meylettirme. Kalbimi muhafaza et!’”6

Peygamberimiz (asm) bu şekilde en ince detaylarına kadar imanı, Kur’ân’ı ve namazı öğretiyordu.

Dipnotlar:

1- Terğib ve Terhib, 1:75

2- Kenzu’l-Ummal, 1:70

3- Heysemi, Mecmâu’z-Zevâid, 1:293

4- Kenzu’l-Ummal, 4:203

5- Kenzu’l-Ummal, 4:218

6- Kenzu’l-Ummal, 1:305

M. Ali KAYA

21.10.2006


Duâ

“Duâlarınıza dikkat edin, çünkü gerçekleşebilir.”

(Emerson)

“De ki: Eğer duânız olmasa Rabbim katında ne ehemmiyetiniz var?” (Furkan Sûresi: 77) Duâ kulluğun sırrıdır. Belki ruhudur.

Bütün varlıklar kendi lisanıyla yaratıcılarına duâ ederler. Sebepleri yaratan Allah’tan istek ve arzularını talep ederler.

Bir kısım duâlar vardır ki, kabul edilmesi zaruret derecesine gelmişse Allah bu duâları geri çevirmez.

Duâ etmek insanın vazifesidir. Fakat insan, duâ ettikten sonra “Benim duâm kabul edilmedi” diye Allah’a itiraz edemez. Çünkü insan, duâ etmekle vazifelidir. Allah isterse kabul eder, isterse kabul etmez. Hakkımızda neyin daha hayırlı olacağını ancak Allah bilir.

İnsan usûl ve âdâbına uygun şekilde duâ ettikten sonra sonucu tevekkül ve teslimiyet içerisinde karşılamalı.

Bediüzzaman Said Nursî duâ konusunda şöyle der: “Duâ bir ibadettir. Kul kendi acizliğini ve fakirliğini duâ ile anlar, ilân eder. Zahirî maksatlar ise o duânın ve ibadetin vakitleridir. Hakikî faideleri değil. İbadetin faidesi ahirete bakar. Dünyevî maksatlar hâsıl olmazsa ‘O duâ kabul edilmedi’ denilmez, belki ‘Daha duânın vakti bitmedi’ denilir.”

Mehmet ERBAŞ

21.10.2006


Cömertlik

Cömertlik, istemeden ve hakkı olmadığı halde muhtaç olanlara herhangi bir karşılık beklemeksizin bol bol vermek demektir. Cömertlik ahlâkî bir fazilettir. Aşırısı israf, yokluğu cimriliktir. Her ikisi de kötü kabul edilmiş ve yasaklanmıştır.

Allah’ın güzel isimlerinden biri de Cevad’dır. Yani, çok cömert olan demektir. Bunun içindir ki yarattığı canlılarda sayısız nimetleri ihsan etmektedir. Cenâb-ı Hak kendisi böyle cömert olduğu gibi, kullarının da cömert olmasını, kendi mal ve servetlerinden güçlerinin yettiği nispette başkalarına yardımda bulunmalarını ister. Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle buyurulur:

“Allah Tayyib’dir, iyiliği sever. Ve Allah cömerttir, cömertliği sever.”1

Allah Teâlâ, İsra Sûresinde şöyle buyurmuştur: “Elini boynuna bağlı kılma (cimri olma) ve büsbütün de onu açıp israf etme ki, sonra kınanmış olursun ve eli boş, açıkta kalırsın.”2 Yapılan yardımın cömertlik sayılabilmesi için iyi niyet ve Allah rızasının bulunması şarttır. Böyle olmayıp karşılığında hizmet, teşekkür ve övgü beklenen yardımlar cömertlik sayılmaz. Çıkar düşüncesi ile yapılan iyilikleri fazilet olarak değerlendirmek mümkün değildir. Güzel hasletler her zaman insanda doğuştan bulunmayabilir. Bir insan cömert olmayabilir veya hayır ve iyilikle elini vermeye alıştırmış olmayabilir. Fakat unutulmamalıdır ki, her güzel haslet gibi, cömertlik de iradeyi zorlamakla elde edilir. Nasıl ki ilim, ilme çalışmak, kendini zorlamakla elde edilirse, cömertlik de böyledir. İnsan vere vere vermeye alışır, zamanla vermek onun melekesi hâline gelir ve ruhuna ulvî bir zevk vermeye başlar.

Müslüman, cömertliği alışkanlık hâline getirmeli, Allah’ın kendisine verdiği nimetleri başkalarına dağıtmaktan haz duymalıdır. Peygamberimiz (asm) ve ashabı, tarihte eşi görülmemiş ölçüde cömertlik göstermişlerdir.

Cimri, vermekle malının azalacağından korkar. Hâlbuki kişi kesenin ağzını bağlamakla kendi rızkının da bağlandığının farkına varmamaktadır.

Mü’min, dünyanın fâniliğini idrak edip ebedî yurdunu düşünen, uzun soluklu ve ufku geniş insandır. Kısacık ömrünün yanında sonsuz hayatını da düşünmek daha akıl kârı değil midir?

Kur’ân’da şöyle buyurulur:

“…gücünüzün yettiği kadar Allah’tan korkun. O’nu dinleyin, O’na itaat edin. Kendinize iyilik olsun diye Allah yolunda bağışta bulunun. Kim nefsini cimrilikten korursa kurtuluşa erenler onlardır. Eğer siz Allah yolunda harcamakla Allah’a ödünç verirseniz, O size bunu kat be kat fazlasıyla geri verir ve sizin günahlarınızı bağışlar. Allah, Şekur’dur; küçük bir iyiliğin karşılığını fazlasıyla verir.”3

Dipnotlar:

1- Tirmizî, Edep, 41.

2- İsrâ Sûresi, 29.

3- Tegabün Sûresi, 16-17.

Necmi ÜNLÜ

21.10.2006


Takvim

Yirmi sekizde veda ilahileri başlar,

Bayram sevinci, içinde hüznü saklar.

Mübarek Ramazan’ı vedaya,

Daha hazır değil, Nurlanan kalbler.

Ferhat ÖĞMEN

21.10.2006


Gitme sultanım!

On bir ay yolunu gözlemiştik. Seni heyecanla beklemiştik. "Hoşgeldin" yazan mahyalarla süslemiştik camilerimizi. Rahmet oldu gelişin, sağanak sağanak yağdın çorak gönüllerimize. Tesellî verdin yaralı kalplerimize. Işık oldun karanlık gecelerimize.

Kanayan yaralarımız bir nebze dinmişti. Yetimlerin, yoksulların yüzü gülmüştü. Ele avuca sığmayan nefsimiz uzun zamandır bu kadar masum olmamıştı. Ne olur gitme sultanım biraz daha kal. Bizi bu dehşetli asırda, âhirzamanın dağdağasında bırakma.

Bizler, geçmiş bütün zamanlardan daha çok muhtacız sana. Daha edecek duâlarımız var. Affedilmeyi bekleyen günahlarımız var. Biraz daha kalsan ne çıkar?

Ne zamandır camilerimizi böyle tıklım tıklım görmemiştik. Fakir ile zengin, işçi ile patron aynı safta, aynı sofrada... Omuz omuza, el ele, diz dize.. Herkes memnun halinden, herkes mutlu. Çocukların gözlerinde parlayan Allah sevgisine, Ramazan coşkusuna ne demeli? Hepsi oruç tutmak, namaz kılmak, camiye gitmek için can atıyorlar. Şimdi bütün bu sevincimizi yarıda bırakıp gitme sultanım.

Ruhumuza huzur, sofralarımıza bereket getirmiştin. Gözyaşlarımızı şefkatinle silmiştin. Hiç düşünmez misin, gidersen ne olur halimiz? Ya bir daha göremezsek seni? O bin aydan daha hayırlı geceyi... Bir daha nasıl hissederiz melekleri kendimize bu kadar yakın? Ne olur sultanım hemen gitme sakın! Gidersen, özlemez miyiz sanıyorsun tatlı telâşlarla geçen iftar vakitlerini. Uykulu gözlerle uyandığımız sahur vakitlerini... Aramaz mıyız sanıyorsun yokluğunda seni? Gitme sultanım...

"Bu gün teravihe gitmiyor muyuz" diye soran masum yavrulara ne cevap vereceğiz? Ramazan davulunun sesini, hacivat-karagöz gösterisini, her dakikanı, her ânını özleyeceğiz.

Gitme sultanım. Ne çabuk tükendi bir bir günler, daha dün gelmiş gibisin. Biraz daha kal da üzerimizdeki kara bulutlar tamamen dağılsın, gitsin. Dünyada bize cenneti hatırlatan güzelliğinle biraz daha yaşayalım bu atmosferi.

Tüm güzelliğin ve nurunla âhir zamandan geçerken kalplerimizi ve geçtiğin zamanı temizle, arındır kirlerinden ne olur. Gideceğini bile bile kalmanı istiyor yüreğim. Yokluğun şimdiden boğazımda düğümleniyor. On bir ay öncesinden, daha gitmeden başladı hasretin, özlemin.

Ne desem gideceksin biliyorum. Peki git ama; kalplerimize öyle nurânî hediyeler bırak ki hep Ramazandaymış gibi yaşayalım. Bozulmasın getirdiğin bu mânevî ortam. Bize öyle bâkî meyveler bırak ki, Cennette karşımıza çıksın. Bağışlanmamıza ve duâlarımızın kabulüne, hayırlara öyle bir vesile ol ki, varlığını hep yanımızda hissedelim, sanki hiç gitmemişsin gibi. Yani git ama mânen hep yanımızda ol, gitme sultanım.

Mehtap YILDIRIM

21.10.2006


NURUN DİLİNDE RİSÂLE-İ NUR

Yirmi Beşinci Söz

* “Kur'ân'ın, kırk vecihle mucize olduğu ve Kâinat Hâlıkının sözü bulunduğu, kuvvetli delilleriyle beraber Yirmi Beşinci Söz ve Mucizat-ı Kur'âniye namlarındaki, Risâle-i Nur'un bir güneşi olan meşhur bir risâlede tafsilen beyan edilmiştir” (Şuâlar, s. 119)

* “Aziz sıddık kardeşlerim,

“Bir meseleyi, çoktan beri size söylemek lâzım iken unutmuştum. O da şudur: Mucizât-ı Kur'âniye risâlesindeki ekser âyetler, herbiri, ya mülhidler tarafından medar-ı tenkit olmuş veya ehl-i fen tarafından îtiraza uğramış veya cinnî, insî şeytanların vesvese ve şüphelerine maruz olmuş âyetlerdir. İşte, Yirmi Beşinci Söz öyle bir tarzda o âyetlerin hakikatlerini ve nüktelerini beyan etmiş ki, ehl-i ilhad ve fennin kusur zannettikleri noktalar, i'câzın lemeâtı ve belâgat-ı Kur'âniyenin kemâlâtının menşeleri olduğunu, ilmî kaideleriyle ispat edilmiş; bulantı vermemek için onların şüpheleri zikredilmeyerek cevab-ı kat'î verilmiş.” (Emirdağ Lâhikası, s. 157)

* “Âyât-ı Kur'âniyenin i'câzlarını beyan ve Kur'ân'ın kırk vecihle mucize olduğunu yedi adet küllî vecihlerde ispat eder. Risâle-i Nur'un en meşhur ve parlak risâlesidir.” (Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 111)

* “Risâle-i Nur'un en mübarek ve bereketli olan Yirmi Beşinci Sözün ehemmiyetini gösteriyor” (Sikke-i Tasdik-i Gaybî)

* “Risâle-i Nur, âyetlerin âhirlerinde ekseriyetle gelen ‘Muhakkak ki Allah her şeye kadirdir’ (Bakara Sûresi: 20) ‘Şüphesiz Allah her şeyi hakkıyla bilendir.’ (Ankebut Sûresi: 62) ‘Kudreti her şeye galip olan ve her işi hikmetle yapan da Odur’ (Nahl Sûresi:60) ‘Onun kudreti her şeye galiptir, O çok bağışlayıcıdır’ (Ankebut Sûresi: 5) gibi tevhidi ve âhireti ifade eden fezlekelerde ve hâtimelerde ne kadar yüksek bir belâğat ve meziyetler ve cezâletler ve nükteler bulunduğunu, Yirmi Beşinci Sözün İkinci Şûlesinin İkinci Nurunda o fezleke ve hâtimelerin pek çok nüktelerinden ve meziyetlerinden on tanesini beyan ederek, o hülâsalarda bir mucize-i kübrâ bulunduğunu muannidlere de ispat etmiş” (Şuâlar, s. 222).

Hazırlayan: Fatma ÖZER

21.10.2006


SORULARLA ORUÇ

* Oruç borcu olup fidye de ödemeden ölen hastaların fidyelerini vârisleri ödeyebilirler mi? Tutulmayan Ramazan orucunun fidyesi verilirse, kaza yükümlülüğü kalkar mı?

Sağlıklarında fidyelerini kendileri ödeyemeyenler, öldükten sonra fidyelerinin ödenmesini vasiyet edebilirler. Böyle bir vasiyetin bulunması halinde, geride bıraktığı malın üçte biri fidyeyi ödemeye yeterli ise mîrasçılarının bu bedeli ödemeleri vacip olur.

Vasiyeti yoksa veya malının üçte biri fidyenin ödenmesine yeterli değilse, mîrasçılarının sırf hayır ve fazîlet olarak bu fidyeyi kendi mallarından kendi rızaları ile ödemelerinin makbûle geçen bir davranış olacağı muhakkaktır.

Fidye ödeyebilecek kadar mâlî güce ve imkâna sahip bulunmayanlardan bu yükümlülük ölümle birlikte düşer. Ancak ölene kadar bu fidyeyi ödeme gayreti içinde olmaları gerekir.

Fidye, iyileşme umudu olmayan ağır hastadan kaza yükümlülüğünü kaldırır.

Fakat iyileşen hastalar, fidyelerini vermiş olsalar bile, hastalık günlerinde tutmadıkları orucu gününe gün kaza ederler. İyileşmiş hastaların, daha önce verdikleri fidye, kendilerinden kaza yükümlülüğünü kaldırmaz.

Süleyman KÖSMENE

21.10.2006


YAKARIŞ

Allah'ım!

Sana geldik! Sana döndük! Sana el açtık! Senin dergâhına yüz sürdük! Seni istiyoruz! Günahkârız! İsyankârız! Çaresiziz! Perişanız! Bize rahmet eden Sensin! Bize acıyan ve merhamet eden Sensin! Bize veren Sensin! Bizi kabul eden Sensin! Biz Senin kadr-i kıymetini bilemedik! Biz Sana gereği gibi yaklaşamadık! Biz Senin değerini takdir edemedik! Bizi bağışla Rabbim! Bize akıl, fikir, iz'an, basiret, feraset ver! Bizi Kendine kul eyle! Bizi Habibine ümmet eyle! Cehennemden azat eylediğin kullarının listesine bizi de ilhak eyle! Arefeyi ve bayramı âlem-i İslâm için hayırlara vesile kıl! Müslümanların dünya ve ahiret sıkıntılarını gider! Âmin.

Süleyman KÖSMENE

21.10.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004