Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 04 Mart 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Onlardan önce Nuh kavmi de yalanlamıştı. Onlar kulumuz Nuh'u yalanladılar ve ona mecnun deyip tebliğine mâni oldular.

Kamer Sûresi: 9

04.03.2007


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Siz ancak zayıflarınız hürmetine rızıklandırılıyor ve yardım görüyorsunuz.

Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 35

04.03.2007


İstibdada kuvvet veren cehalettir

Zulüm, meşrûtiyetin hatâsı değil, belki kafanızdaki cehâletin zulmetindendir. Siz dîvânelikle kısa yolu uzun yapıyorsunuz. (...) Evet, bir millet cehâletle hukukunu bilmezse, ehl-i hamiyeti dahi müstebit eder.

Münazarat, s. 27-28

***

Sııâl: “Tarif ettiğin meşrûtiyetin ne miktarı bize gelmiş ve niçin bütün gelmiyor?”

Cevap: Ancak on kısımdan bir kısmı size gelebilmiş. Zîrâ sizin şu vahşetengiz, cehâletperver, husumetefzâ olan sarp dağ ve derelerinizdeki vahşet ayılarından, cehâlet ejderhasından, husûmet kurtlarından bîçare meşrûtiyet korkar, kolaylıkla gelmeye cesâret edemez.

Münazarat, s. 29

***

Evet, cehâletimizin silâhıyla, asıl bizi mahveden, içimizdeki, garip nâmlar ile hüküm süren parça parça istibdatlar idi ki, hayatımızı tesmîm etmiş idi.

Münazarat, s. 29

***

..vâesefâ ki, muhît-i zamânî ve mekânînin tesiriyle, hilâfet saltanâta inkılâp edip, istibdat bir parça hayatlandı. Tâ Yezid zamanında, bir derece kuvvet bularak, başını kaldırdığından, İmam Hüseyin Hazretleri hürriyet-i şer’iye kılıncını çekti, başına havâle eyledi. Fakat, ne çare ki, istibdâdın kuvveti olan cehil ve vahşet, cevânib-i âlemde zeynâb gibi Yezid’in istibdâdına kuvvet verdi. Münazarat, s. 37-38

***

Hem de bizim düşmanımız ve bizi mahveden, cehâlet ağa, oğlu zaruret efendi ve hafîdi husumet beydir.

Münazarat, s. 69

Lügatçe:

istibdat: Baskı, tahakküm.

zulmet: Karanlık.

ehl-i hamiyet: Fedakârlıkta ileri gidenler.

müstebit: Baskıcı, diktatör.

cehâletperver: Bilgisizliği koruyan, yetiştiren.

husumetefzâ: Düşmanlık saçan.

tesmîm: Zehirleme.

Şeriat-ı Garrâ: Parlak şeriat: İslâmiyet.

muhît-i zamânî ve mekânî: İçinde bulunulan yer ve zaman.

hürriyet-i şer’iye: Şeriata uygun hürriyet.

cehil: Cehalet.

cevânib-i âlem: Alemin herbir tarafı.

zeynâb: Küçük su akıntılarının her taraftan gelip toplanarak meydana getirdikleri gölcük, havuz.

zaruret: Çaresizlik, muhtaç olma, ihtiyaç.

04.03.2007


Bir rüya üzerine düşünceler

Bediüzzaman Said Nursî daha henüz Molla Said iken bir rüya görür. Rüyasında Kâinatın Efendisi’ni (asm) görür. Molla Said, Peygamber Efendimiz’den pek çokları gibi şefaat talep etmek yerine ilim talep eder. Resûl-i Ekrem (asm) bu talebi “Ümmetimden suâl sormamak şartıyla, sana ilm-i Kur’ân verilecektir” diyerek kabul eder.

Hakikaten Molla Said o günden sonra bütün hayatında bu rüyanın etkisiyle hareket eder. Bediüzzaman kimseye sual sormaz, ama ilmiyle daha genç yaşında meşhur olur. Sonrasında aynı ilim vesilesiyle Risâle-i Nur Külliyatını telif eder.

Bu rüyaya dair, bilhassa Efendimiz’in (asm) ifadelerine dair düşüncelere daldığımda karşıma bir çok hikmet, bir çok incelik çıkıyordu. Bu düşünceler sadece Bediüzzaman Said Nursî’nin ilim tahsil ettiği, Risâlelerden önceki hayatını değil, aynı zamanda Risâlelerin bir kısım özelliklerini de kapsıyordu. Hatta bu düşüncelerden Risâle-i Nur talebelerinin hizmet metodlarına dair çıkarımlar yapmak bile mümkün oluyordu...

1- “İlm-i Kur’ân”: Sözgelimi Bediüzzaman ilim talep etmiştir. Buradaki “ilim”in başına ya da sonuna bir sıfat koymamış, bir sınırlama yapmamıştır. Oysa Nebî-i Zîşan (asm) “ilm-i Kur’ân” ifadesini kullanır. Dolayısıyla Bediüzzaman’a verilen ilim, Kur’ân ilmidir. Başka bir ilim değil! Dolayısıyla Said Nursî’nin en önemli eseri olan Risâle-i Nur da sadece Kur’ân ilmi ile yazılmıştır. Bu açıdan Risâleleri anlatan ve Nûr âyetinden ilhamen yazılan “...ne şarktan, ne de garbtan alınmış bir nurdur...” gibi ifadeleri daha iyi anlıyorum. Risâle-i Nur başka hiçbir ilmin değil ama sadece Kur’ân ilminin kurallarıyla yazılmıştır.

2- “sual sormamak”: Bir diğer yönden yine Peygamberimizin “sual sormamak” ifadesinden anlıyorum ki, Said Nursî’ye ilm-i Kur’ân verilirken diğer âlimleri rencide etmemek gibi bir hedef de gözetilmiş. Böylece gereksiz ve İslâmiyet zararına olabilecek nifak ve kırgınlıklara giden yol kesilmiş. Meselâ Bediüzzaman yaptığı münâzarâlarda sorulanları tam cevapladıktan sonra kimseye sual sormamış. (Böylelikle aslında münâzarâ da etmemiş oluyor. Çünkü münâzarâ iki taraflı olur.) Bunu Said Nursî şu şekilde ifade eder: “Ben ulemanın ilmini inkâr etmem; binâenaleyh kendilerinden sual sormak fazladır. Benim ilmimden şüphe edenler varsa sorsunlar, onlara cevap vereyim.” Bir başka yerde âlimlerin kendilerine mahsus bir enaniyeti olabileceğini söyler. Bu enaniyeti kırmayan Bediüzzaman eserlerine bu âlimlerin de sahip çıkmasını isteyecektir.

3- “Ümmetimden”: Şu ifade ayrıca dikkate değer. Burada kastedilen mânâlardan biri zannedersem Bediüzzaman’ın Ümmet-i Muhammed’den (asm) hiç bir karşılık beklememesi, hiçbir şey istememesi. Çünkü Bediüzzaman’ın âlimler haricinde bütün Müslümanlara sual sorması zaten beklenemez. Yine, dikkat edersek “ümmetime” kullanılmamış. Halbuki sual birisine sorulur, birisinden sorulmaz. Dolayısıyla bu “ümmetimden sual sormamak” ifadesini “ümmetimden sual etmemek”, “ümmetimden bir şey istememek” şeklinde anlayabiliriz düşüncesindeyim. Bediüzzaman’ın bütün hayatında titizlikle takip ettiği ve çok sonraları 16. Mektûb ve Lâhikalar gibi yerlerde bahsettiği “insanlardan bir şey istememek” (istiğna-i nâs) prensibine Rahmet Peygamberi bu şekilde işaret etmiş olabilir...

4- “...şartıyla...”: Bu bir kelime Bediüzzaman’a verilecek ilmi suâl sormamak şartına bağlıyor. Peki, neden? Bu soruya belki yukarıdaki düşünceler de cevap olabilir.

Ama bence daha özel bir sebebi var gibi. Öncelikle bir iki durumdan bahsedelim: Bediüzzaman’ın Risâleleri yazarken yanında Kur’ân’dan başka kaynak olmadığına dikkat çekmesi... Yine onun 28. Mektûb’ta bahsettiği “tevhîd-i kıble” macerası ve “hakikî tevhîd-i kıble Kur’ân’la olur” demesi... Bunların dışında İslâmiyetin içine giren israiliyat vs. ile ilgili analizleri... Çeşitli yerlerde ifade ettiği İslâmiyetin üzerinde yüzyıllardır düşen tozları silme gayreti...

Bütün bunları alt alta koyunca şu sonuç çıkıyordu: “İlm-i Kur’ân” için doğrudan doğruya yine Kur’ân’a ve Peygamberimize (asm) yaslanmak gerekiyordu. Doğrudan doğruya onlardan ders almak şarttı. Yalnızca onları rehber etmek olmazsa olmaz şarttı. Risâle-i Nur gibi bir eser ancak ve ancak aradaki on üç asırlık mesafeyi atlayarak adeta bir sahabe gibi Kur’ân’a ve Efendimiz’e muhatap olabilecek birine verilebilirdi.

Yanlış anlaşılmasın, Bediüzzaman Said Nursî, kendinden önceki eserleri reddetmemiş. Bu çok kudsî ve önemli birikimi dikkate almıştır. Ama onlardan farklı bir iş yapmış ve sadece Kur’ân’dan ilhamen Risâleleri telif etmiştir. Dolayısıyla rüyadaki ifadeyle Bediüzzaman kendinden öncekilerden “suâl sormayarak” doğrudan doğruya Kur’ân’ın ve Peygamberimizin dersini almak “şartını” yerine getirmiştir.

5- “... verilecektir.”: Bu ifadeden de anlıyoruz ki ilm-i Kur’ân çalışılarak elde edilen bir ilim değil. Vehbî-Verilen bir ilim. Dolayısıyla Bediüzzaman’a çalışılarak yetişilmez. Yeni bir Risâle-i Nur da yazılmaz. Zaten pek çok defa Risâle-i Nur’un ilham-ı Rabbanî olduğu, sünûhat-ı kalbî olduğu ifade edilmiş.

Aslında bütün bu rüya ve içindeki Resûl-i Kibriyâ’ya ait ifade tam mânâsıyla Risâle-i Nur’da tahakkuk ediyor, somutlaşıyor. Böylece Bediüzzaman’ın gördüğü bu rüya bütünüyle çok sonraları yazacağı Risâle-i Nur’un değerine işaret ediyor. Peygamber Efendimiz de Risâle-i Nur’un pek çok önemli özelliğine bir cümle ile işaret ediyor, bizce Risâlelerin önem ve değerini ifade ediyor.

Eh, bize de Risâleleri okumak ve anlamaya çalışmak kalıyor...

Ahmet Tahir UÇKUN

04.03.2007


Almanya’da IV. Bediüzzaman Sempozyumu

IV. Bediüzzaman Said Nursî Sempozyumu 17-18 Mart 2007 tarihlerinde Almanya’nın Bonn Üniversitesi salonlarında gerçekleştirilecek.

Bu sempozyumun dikkat çekici yönlerinden birisi, Almanya’da ilk defa bir Üniversite bünyesinde, Katolik İlahiyat Fakültesi öğretim üyelerinden Prof. Hans Jürgen Findeis’le Cemaatü’n-Nur tarafından, ortak bir organizasyon şeklinde gerçekleştirilecek oluşu.

IV. Bediüzzaman Said Nursî Sempozyumunun ana konusu “insan.” Sempozyum boyunca “Dinlere göre insan nedir?” sorusuna cevap aranacak.

Sempozyum için böyle bir konunun belirlenmesi, 2005 yılında, yine Almanya’da gerçekleştirilen III. Bediüzzaman Said Nursî Sempozyumuna dayanıyor. Bu sempozyum sırasında sunulan tebliğler ve akabinde yöneltilen “Çoğulcu toplumda inançlı bir vatandaş nasıl olunabilir?” ve “Dinlere göre insan nedir?” şeklindeki sorular, böyle bir konunun tespitinde önemli rol oynadı.

Sempozyum Organizasyon Heyeti başkanı Rüstem Ülker, programla ilgili şu bilgileri verdi: “İki gün sürecek olan sempozyum boyunca dört farklı oturum gerçekleştirilecek. Bu oturumlar için belirlenen ana başlıklar şöyle:

1- İnsan nedir?

2- İnsanın gerek yaşadığı zaman diliminde, gerek istikbalde Allah’a ve insanlara karşı sorumlulukları.

3- Toplum içerisinde inancın canlı şahitleri olmanın yolları.

4- İnsanlardaki sevgi, şefkat ve merhamet duyguları

Sempozyum esnasında Risâle-i Nur’un bu konularda farklı boyutlarının ortaya çıkmasını bekliyoruz. Bu boyutları Hıristiyan katılımcılarla da beraber farklı boyutlardan müzakere imkânı bulacağız.”

Sempozyumda tebliğ sunacaklar arasında Prof. Thomas Michel, Prof. Colin Turner, Şükran Vahide, Dr. Hasan Hatipoğlu, Prof. Christian Gremmels, Prof. K. Heinz Neufeld, Prof. Jürgen Werbick, Prof. Christoph Elsas, Dr. Ian Kaplow gibi akademisyenler bulunuyor. Sempozyum sonunda gerek katılımcılara, gerekse dinleyicilere dinî musiki örnekleri verilecek. Türkiye’den katılacak olan Mehmet Akça, İlahîlerden bir demet icra edecek.

www.bediuzzaman.net

04.03.2007


HABER-YORUM

‘İnsan eli’

Hükümetler arası İklim Değişikliği Paneli’nin geçen ayki raporunda, dünyanın giderek ısınmasının kesinlikle ‘insan eli’yle, başta sera etkisini meydana getiren sanayiden atmosfere salınan karbondioksit gazından kaynaklandığı

belirtildi. (aa)

Bediüzzaman atmosfer kirliğine sebep olan bu ‘insan eli’ne 1934’te dikkat çekmişti:

“İsm-i Kuddûsün cilve-i âzamından gelen tanzif ve nezafet, bütün kâinatın mevcudatını temizliyor, güzelleştiriyor. Beşerin bulaşık eli karışmamak şartıyla, hiçbir şeyde hakikî nezafetsizlik ve çirkinlik görünmüyor.”

Maalesef ‘beşerin bulaşık eli’ karıştı ve karıştırdı. Karbondioksit gazının fazla salımıyla, insanlık Allah’ın pekçok hikmetlerle vazifelendirdiği atmosferi kirletti, dünyanın dengesini bozdu.

Aslında güzel dinimiz, bunun tedbirini de almıştır. “Temizlik imandandır” hadisinin ve “Muhakkak ki Allah çok tevbe edenleri ve çok temizlenenleri sever” (Bakara Sûresi: 222) âyetinin teşvik kapsamındadır çünkü ‘çevre temizliği’. Aynı zamanda Allah’ın Kuddüs isminin gereğidir. Hayatının gayesini, Allah’ın güzel isimlerini üzerinde yansıtmak olarak bilmesi gereken mü’minlere bu konuda önemli vazifeler düşmektedir.

İsmail TEZER

04.03.2007


ESMA-İ HÜSNA

Müyessir

Allah (c.c.), Müyessir’dir. Yani, kullarına işleri kolaylaştırır. Emirlerinin uygulanmasını müyesser kılar. Dîninin yaşanmasında kolaylıklar sağlar. Mahlukâtı için hayatı kolaylaştırır. Hayatın dayanılmaz dertlerine karşı sabır ve esenlik lütfeder.

Peygamber Efendimizin (a.s.m.) haber verdiği Müyessir ismi, Kur’ân’da fiil türevleriyle mevcuttur.1

Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “Biz Kur’ân’ı zikir için kolaylaştırdık. Öğüt alan yok mu?”2 Bir diğer âyette Cenab-ı Hak, “Öğüt alırlar diye Kur’ân’ı senin dilinde kolaylaştırdık.”3 Başka bir âyette, “En kolay olanı sana kolaylaştırırız,”4 diğer bir âyette, “En kolay olanı kolaylaştıracağız,”5 bir başka âyette ise, “En zor olanı kolaylaştıracağız”6 buyurur.

Allah Resûlünün (a.s.m.), “Din kolaylıktır”7 hadisinin de beyanıyla dinde zorluk olmadığını belirten8 Bedîüzzaman, tevhid inancında mutlak kolaylık, şirkte ve dalâlette büyük müşkülât ve zorluk bulunduğunu kaydeder.9 Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre, varlıkların îcadı ve yaratılması Sâni-i Hakîkîye verilse kâinat bir ağaç gibi, ağaç bir çekirdek gibi, Cennet bir bahar gibi ve bahar bir çiçek gibi kolayca meydana gelir.10

Bedîüzzaman’a göre, hayatta görünen sonsuz kolaylığı ve ucuzluğu vahdete, yani Yaratıcının bir olmasına borçluyuz.11 Aksi takdirde vahdetten kesrete gidilse idi, yani bu kâinata bir Allah yerine çok eller karışmış olsa idi, bu görünen kolaylık ve ucuzluk olmayacaktı; düzen esastan bozulacaktı.

Nasıl ki, vahdet sırrı ile hayat maddeleri bir kökten, bir merkezden ve bir kanun ile verilen bir ağaç, hayatını kolaylıkla sürdürmekte, rahatlıkla binler meyve vermekte, idâresi ve teşkilâtı bir meyve kadar kolay olmaktadır. Eğer, her bir meyveye lâzım olan hayatî maddeler başka yerlerden ve başka kaynaklardan verilse idi, her bir meyve bir ağaç kadar müşkülâtlı olacak, bir tek çekirdek bir ağaç kadar zor olacaktı. İşte, bir Allah’ın kudretiyle sayısız varlıkların vücuda gelmesi, şirkte ve çok elde tek bir şeyin vücuda gelmesinden çok daha kolay bulunmaktadır.12 Görüldüğü gibi, küfür ve dalâlet yolu akıl ve mantık bakımından da oldukça zor ve müşkülâtlı; îmân, ubûdiyet ve hidâyet yolu ise gayet kolay ve şüphe götürmez derecede açıktır.13

(Risale-i Nur'da Esma-i Hüsna)

Dipnotlar:

1- Mecmuatü’l-Ahzab, 2: 238

2- Kamer Sûresi: 17, 22, 32, 40

3- Duhan Sûresi: 28

4- A'lâ Sûresi: 8

5- Leyl Sûresi: 7

6- A.g.s., 10

7- Keşfü'l-Hafâ, c. 1, s. 414

8- Sözler, s. 250

9- Lem'alar, s. 252

10- A.g.e., s. 251

11- A.g.e., s. 251-252

12- A.g.e., s. 252; Mektubat, s. 238

13- Lem'alar, s. 82

04.03.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004