Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 14 Kasım 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Siz o kavmin harap yurtlarından sabah akşam geçersiniz. Hâlâ akıllanmayacak mısınız?

Saffât Sûresi: 137-138

14.11.2007


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Kul, üç gün hastalandığında annesinden doğduğu gün gibi günahlarından sıyrılır.

Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 487

14.11.2007


Bir İslâm üniversitesi Asya’da lâzımdır

Altmış beş sene evvel bir vali bana bir gazete okudu. Bir dinsiz müstemlekât nâzırı Kur’ân’ı elinde tutup konferans vermiş. Demiş ki: “Bu İslâmların elinde kaldıkça, biz onlara hakikî hâkim olamayız, tahakkümümüz altında tutamayız. Ya Kur’ân’ı sukut ettirmeliyiz veyahut Müslümanları ondan soğutmalıyız.”

İşte bu iki fikirle, dehşetli ifsat komitesi bu biçare fedakâr, mâsum, hamiyetkâr millete zarar vermeye çalışmışlar. Ben de, altmış beş sene evvel bu cereyana karşı, Kur’ân-ı Hakîm’den istimdat eyledim. Hakikate karşı kısa bir yol ve bir de pek büyük bir “Dârülfünun-u İslâmiye” tasavvuru ile, altmış beş senedir, âhiretimizi kurtarmak ve onun bir faydası olarak hayat-ı dünyeviyemizi de istibdad-ı mutlaktan ve dalâletin helâketinden kurtarmaya ve akvam-ı İslâmiyenin mâbeynindeki uhuvvetini inkişaf ettirmeye iki vesileyi bulduk.

Birinci vesilesi: Risâle-i Nur’dur ki, uhuvvet-i imaniyenin inkişafına kuvvet-i iman ile hizmet ettiğine kat’î delil, emsâlsiz bir mazlûmiyet ve âcizlik hâletinde telif edilmesi ve şimdi âlem-i İslâmın ekseri yerlerinde ve Avrupa ve Amerika’ya da tesirini göstermesi ve ihtilâlcilere ve dinsiz felsefeye ve otuz seneden beri dehşetli bir surette maddiyun ve tabiiyun gibi dinsizlik fikrine karşı galebe çalması ve hiçbir mahkeme ve ehl-i vukuf dahi onları cerh edememesidir. İnşaallah bir zaman da, sizin gibi uhuvvet-i İslâmiyenin anahtarını bulan zatlar, bu mucize-i Kur’âniyenin cilvesini âlem-i İslâma işittireceksiniz.

İkinci vesilesi: Altmış beş sene evvel Câmiü’l-Ezher’e gitmek istiyordum. Âlem-i İslâmın medresesidir diye, ben de o mübarek medresede bir ders almaya niyet ettim. Fakat kısmet olmadı. Cenâb-ı Hak rahmetiyle bir fikir ruhuma verdi ki:

Câmiü’l-Ezher Afrika’da bir medrese-i umumiye olduğu gibi, Asya Afrika’dan ne kadar büyük ise, daha büyük bir darülfünun, bir İslâm üniversitesi Asya’da lâzımdır. Tâ ki İslâm kavimlerini, meselâ: Arabistan, Hindistan, İran, Kafkas, Türkistan, Kürdistan’daki milletleri, menfi ırkçılık ifsat etmesin. Hakikî, müsbet ve kudsî ve umumî milliyet-i hakikiye olan İslâmiyet milliyeti ile “Mü’minler kardeştirler.” (Hucurât Sûresi, 49:10.) Kur’ân’ın bir kanun-u esasîsinin tam inkişafına mazhar olsun. Ve felsefe fünunu ile ulûm-u diniye birbiriyle barışsın ve Avrupa medeniyeti, İslâmiyet hakaikiyle tam musalâha etsin. Ve Anadolu’daki ehl-i mektep ve ehl-i medrese birbirine yardımcı olarak ittifak etsin diye, vilâyât-ı şarkiyenin merkezinde hem Hindistan, hem Arabistan, hem İran, hem Kafkas, hem Türkistan’ın ortasında, Medresetü’z-Zehrâ mânâsında, Câmiü’l-Ezher üslûbunda bir darülfünun, hem mektep, hem medrese olarak bir üniversite için, tam elli beş senedir Risâle-i Nur’un hakaikine çalıştığım gibi ona da çalışmışım.

Emirdağ Lâhikası, s. 438-39

Lügatçe:

müstemlekât nâzırı: Sömürgeler Bakanı.

Dârülfünun-u İslâmiye: İslâmî üniversite.

istibdad-ı mutlak: Mutlak baskı.

akvam-ı İslâmiye: Müslüman milletler.

mâbeyn: Ara, arası.

uhuvvet: Kardeşlik.

inkişaf: Açılma, keşfetme, gelişme.

uhuvvet-i imaniye: İman kardeşliği.

Câmiü’l-Ezher: Ezher Üniversitesi.

14.11.2007


Fedai olabilmek!

“İslâm, bugün öyle mücahitler ister ki, dünyasını değil, ahiretini dahi feda etmeye hazır olacak!...”

(Şeyhülislâm Mustafa Sabri)

Dünya sanki manevî bir buhrana dalmıştı. Göz gözü görmüyordu adeta... Günahlar kalpleri karartmış, kararan kalpler gözlere sirayet etmişti. Nasıl görebilirdi ki gözler, nur olmayınca, arayan gözler nuru bulamayınca...

“Halbuki nur; yakmadan aydınlatır, kamaştırmadan gösterir, pişirmeden olgunlaştırırdı.”1

19. yüzyılın son yıllarıydı. İngiliz Sömürgeler Bakanı Gladistone’a kalsa Kur’ân’ı elimizden alacaktı veya Kur’ân’dan bizi soğutacaktı. Zulmetli günlere bir zulmet daha katacaktı... İnsanlık, güneşini arıyordu kısaca... Asırda yaşayanlar Asrın Adamını arıyor, insanlar zamanın sesini duymak istiyorlardı...

Tam bu esnada Şarktan bir ses duyuldu, gönüllerde kıvılcım oluşturan. Zaten her şey bir kıvılcımla başlamıyor muydu?

Her şey “Ben de Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez manevî bir güneş olduğunu bütün dünyaya ispat edeceğim” kıvılcımıyla başlamıştı...

Bu öyle bir kıvılcımdı ki, şarktan garba gidip meydan okumuş, şimalde esarete girip idamla yargılanmış ve cenupta nura dönüşmüştü. Nur bütün aydınlığıyla Kur’ân’ı işaret ediyordu. “Ben Kur’ân okyanusundan gelen bir katreyim” diyordu lisan-ı hâliyle. Anlaşılan Asrın Bedî’si gelmişti. Yani Bediüzzaman gelmişti, zamanın eşsiz güzelliği...

“Karşımda müthiş bir yangın var” deyip, atılmıştı alevler arasına... “Ben, cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, âhiretimi de” diye seslenerek...

Ateş, nice sürgünler yaşatmıştı, belki 21 kez zehirlenmesine yol açmıştı, kimbilir belki de sayısız işkenceleri işaret ediyordu. Ateş yakıyor, Asrın fedaisi ateşe nur gösteriyordu.

Ateş, bütün haşmetiyle yakmaya çalışıyor, nur bütün kuvvetiyle okşuyordu... Öyle bir okşama ki, “Cemiyetin imanı, saadet ve selâmeti yolunda nefsimi, dünyamı feda ettim, helâl olsun! Onlara bedduâ bile etmiyorum...” dedirtiyordu. Nur, okşamaya devam ediyordu: “Sonra, ben, cemiyetin îman selâmeti yolunda âhiretimi de fedâ ettim. Gözümde ne Cennet sevdâsı var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmi beş milyon Türk cemiyetinin îmânı nâmına bir Said değil, bin Said fedâ olsun...”

“Tarih öyle büyük insanlar kaydeder ki, birçok büyük, onlara nispetle küçük kalır.” (A.Ulvi Kurucu)

Sözlükler “Fedaî” lâfzını işaret ediyordu Bediüzzaman’a... Fedaî, fedâ eden demekti. Nice muhabbet fedaileri yetiştirdi bu fedakârlıkla....

Kışın o çetin şartlarında tohumlar ekmişti dünyanın dört bir yanına. “Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçekler açacaklar” diyerek telsiz telgrafla istikbale seslenip, haber vermişti âleme...

Âlem, Nur’a gark oldu Üstadım... Tohumlar çiçek açtı, boy vermeye başladı... Sen kışta gönderildin belki ama biz Cennetâsâ bir baharda geldik. Bugün bir Said değil, binler Said’le geldik huzuruna... Güzel kokularıyla açan çiçekler sana “Sadakte!” deyip selâm duruyorlar, kabul buyur Üstadım!

Dipnotlar:

1- İslâm Yaşar

Furkan DEMİR

14.11.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri