Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 18 Kasım 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Hasta ve bitkin bir halde onu (Yunus'u) ıssız bir sahile attık. üzerine de geniş yapraklı bir ağaç bitirdik.

Saffât Sûresi: 145-146

18.11.2007


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Biriniz mal ve yaratılış bakımından kendisinden daha üstün kılınmış kimseleri gördüğünde, hemen kendisinden daha aşağıda olanlara baksın.

Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 493

18.11.2007


Din ilimleri ile fen ilimleri birlikte okutulmalı

Elhasıl: Vilâyât-ı şarkiye ve ulemasının istikbalini temin etmek istiyoruz. İttihad ve Terakki mânâsındaki hissemizi isteriz. Üzerinizde hafif, yanımızda çok azîm birşey isteriz.

Sual: Maksadını müphem bırakma, ne istersin?

Cevap: Câmiü’l-Ezher’in kızkardeşi olan, Medresetü’z-Zehrâ namıyla dârülfünunu mutazammın pek âli bir medresenin Bitlis’te ve iki refikasıyla Bitlis’in iki cenahı olan Van ve Diyarbakır’da tesisini isteriz. Emin olunuz, biz Kürtler başkalara benzemiyoruz. Yakînen biliyoruz ki, içtimâî hayatımız Türklerin hayat ve saadetinden neş’et eder.

Sual: Nasıl? Ne gibi? Niçin?

Cevap: Ona bazı şerâit ve vâridât ve semerât vardır.

Sual: Şerâiti nedir?

Cevap: Sekizdir.

Birincisi: Medrese nâm melûf ve menus ve cazibedar ve şevk-engiz itibarı olduğu halde büyük bir hakikati tazammun ettiğinden, rağâbâtı uyandıran o mübarek medrese ismiyle tesmiye.

İkincisi: Fünun-u cedideyi, ulûm-u medaris ile mezc ve derc; ve lisân-ı Arabî vâcip, Kürdî câiz, Türkî lâzım kılmak.

Suâl: Şu mezcde ne hikmet var ki, o kadar taraftarsın, daima söylüyorsun?

Cevap: Dört kıyas-ı fâsitHAŞİYE ile hâsıl olan safsatanın zulmünden muhakeme-i zihniyeyi halâs etmek, meleke-i feylesofanenin taklid-i tufeylâneye ettiği mugalâtayı izâle etmek...

Sual: Ne gibi?

Cevap: Vicdanın ziyası, ulûm-u dîniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder.

Haşiye: İşte o kıyaslar: Mâneviyâtı maddiyata kıyas edip Avrupa sözünü onda dahi hüccet tutmak. Hem de bazı fünûn-u cedideyi bilmeyen ulemanın sözünü ulûm-u diniyede dahi kabul etmemek. Hem de fünun-u cedidede mahareti için gurura gelip, dinde de nefsine itimad etmek. Hem de, selefi halefe, maziyi hale kıyas edip haksız itirazda bulunmak gibi fasit kıyaslardır.

Münâzarât, s. 126-127

Lügatçe:

müphem: Belirsiz, gizli.

Câmiü’l-Ezher: Ezher Üniversitesi.

Medresetü’z-Zehrâ: Zehrâ Üniversitesi.

dârülfünun: Üniversite.

mutazammın: İçine alan.

neş’et: Doğma.

şerâit: Şartlar.

vâridât: Gelirler.

semerât: Meyveler, neticeler.

melûf: Alışılmış, ülfet edilmiş.

menus: Ünsiyet edilmiş.

şevk-engiz: Şevk verici.

rağâbât: Rağbetler, arzular.

tesmiye: İsimlendirme.

fünun-u cedide: Yeni fenler.

ulûm-u medaris: Medrese ilimleri.

mezc: Katma, kaynaştırma.

derc: İçine alma.

kıyas-ı fâsit: Bozuk, yanlış kıyas

meleke-i feylesofane: Felsefeci maharet, hüner.

taklid-i tufeylâne: Dalkavukça taklit.

mugalâta: Yanıltıcı söz etme, safsata.

ziya: Işık.

ulûm-u dîniye: Din ilimleri.

fünun-u medeniye: Medeniyet fenleri.

pervaz: Uçmak.

iftirak: Ayrılmak, dağılmak.

taassup: Şiddetli ve aşırı bağlılık.

18.11.2007


“Nurculuğun kıyısında”

Başlıktaki ifade bana ait değil. Zülfü Livaneli’ye ait. Gazetemizde okuduğuma göre Zülfü Livaneli bir yaz boyunca Risâle-i Nurları okuduğunu ifade etmiş. Aynı konuda bir başka yerde de işte bu ifadeleri kullanmış. Ne yazık ki o “Nurculuğun kıyısından döndüğünü” ifade etmek için böyle söylemiş. Yani bir nev’î “Son anda kurtulduğunu” söylüyor sanki... Livaneli’nin nereden ve neyden kurtulup nereye kaçtığının hesabını yapmayacağım. Ama bu ifadelerden kendi nefsime düşen hisseleri paylaşayım... Dağınık olursa kusura bakmayın.

Demek ki; Risâleleri okumak insanı ister istemez bir noktaya, hatta bir ayrıma götürüyordu. Ya bu eserleri hayatıyla birleştirecek, “Nurculuğun kıyısından dönmeyecek” ya da eserleri okumaktan vazgeçecek, “bu kıyıdan” çekip gidecekti. Ortası pek de olmuyordu. Hem bu eserleri okumaya devam etmek, hem de Nurcu olmadan kalmak galiba en zoruydu. Demek ki Risâleler hayatla iç içeydi.

Demek ki Risâleler ihlâs yüklüydü. Okur okumaz insanı etkiliyordu, bir nefis terbiyesine götürüyordu. Nefis terbiyesinden kurtulmanın yolu ise bu kıyıya ancak hiç yanaşmamakla mümkün oluyordu. Sahil-i selâmetten, dünyanın ve nefsin dağlarvârî dalgalarının arasına kaçıp kurtulmak nasıl bir kaçışsa...

Demek ki Risâleleri bir yaz boyu okumak insanı “Nurcu”, hele “Nur Talebesi” yapmıyordu.

Demek ki, inkâr etmek başka, kabul etmemek başka şeyler olduğu gibi, bir şeyi “doğru bilmek”le o şeye “inanmak” da başkaydı... Aslında “iman etmek” ve “amel etmek” de bütün bütün başkaydı!

Demek ki, Nur talebesi olmak tamamen insanın iradesine dayalı bir şey olmadığı gibi, tamamen insanın iradesinin dışında bir şey de değildi. Nitekim Livaneli’ye bu eserleri okumak “nasip olmuştu” ama o “kıyıdan seyretmekle yetinmişti”. İradesini karaya, sahil-i selâmete çıkmak için kullanmamıştı.

Demek ki Risâle-i Nur Külliyatı insana bir hayat tarzı sunuyordu. Aslında Risâle-i Nurlar biraz da insanı bu hayat tarzına ulaştırmak ve alıştırmak için yazılmıştı. Bu hayat tarzı kimin hayat tarzı idi, biliyor musunuz? Son Peygamber’in (asm), gelmiş geçmiş insanların hepsinden daha güzel ahlâk sahibi bir zatın (asm)... Bu ahlâkla yaşanan hayata kısaca Sünnet-i Seniyye dairesinde bir hayat tarzı denmekteydi. Tasavvuf buna “insan-ı kâmil” diyordu...

Ve hayret ki Risâleler bu hayat tarzını dayatmıyordu. Nitekim “Nurculuğun kıyısından dönenler” vardı. Zaten bu hayat tarzı dayatmayla baskıyla kabul ettirilemezdi. Sahib-i Şeriatın rahmetine, Sahib-i Sünnet-i Seniyye’nin güzelliğine yakışmazdı böylesi...

Bu noktada âfâktan enfüse yönelmem gerekiyor herhalde. Çünkü nefsim kendisini “Nurculuğun kıyısında kalmamış” biri olarak görüyor. Halbuki dünya denizinin ve azgın günah dalgalarının uzaktan görünüşündeki o cazibeye ben de kapılmıyor muydum? Risâleleri okuduğum halde her gün Livaneli’nin sadece bir kere yaptığı o seçimle başbaşa kalmıyor muydum?

Galiba Risâleleri okuyan ve kıyısında kalmayan insanlar her gün, tekrar be tekrar “kıyıdan dönmek”le imtihan oluyorlar. Ne yazık ki, yaşadığımız modern zamanlarda “Nurculuğun kıyısından dönmemek” kadar “Nurculuğun kıyısında kalabilmek” de büyük bir mesele...

Sözgelimi “Resul-i Ekrem’in (asm) Sünneti”ni yaşama hususunda kendimi sorgulamam bile tek başına nefsimi susturmam için yetiyor...

Hâsılı siz siz olun, Risâle-i Nurları okurken “Nurculuğun kıyısından” dönmeyin! Sonra da bu kıyıdan başka yerlere savrulmayın!..

Ahmet Tahir UÇKUN

18.11.2007


ESMA-İ HÜSNA

Sahib

Allah (c.c.), bütün varlıkların ve bütün âlemlerin Sahib’idir. Yerler, gökler, tüm varlıklar, tüm kâinat Allah’ındır. Her şeyin sahibi Odur. Kullarının en yakın ve en samîmî dostu Allah Teâlâdır. İlhamı, merhameti, şefkati, yardımı, inâyeti ve muhtelif nîmetleri vasıtasıyla her an kullarının imdadındadır. İbâdet, duâ ve niyaz yoluyla da kulları her an Kendisiyle bağlantı kurarlar. Gariplerin, kimsesizlerin, yetimlerin, fakirlerin, ümitsizlerin, her sığınanın ve herkesin sâhibi Cenâb-ı Allah’tır.

Sahib ism-i şerifi Hazret-i Ali’nin (r.a.) Peygamber Efendimizden (a.s.m.) rivâyet ettiği1 Cevşenü’l-Kebir’de vârittir.

Bedîüzzaman’a göre, dünya bir misâfirhânedir. İnsanlar da, dünyalar da aslında birer misâfirdirler. İnsan, dünyada az duracaktır. Vazifesi ise iyi bir misâfirlikten başka bir şey değildir. İnsan, kısa bir ömürde, ebedî hayata lâzım olacak şeyleri tedârik etmekle mükelleftir. Öyleyse en ehemmiyetli ve en elzem işleri öne almalı, lüzumsuz işlerle uğraşmamalı, dünya hayatını ebedî zannetmemelidir. İnsan, hak ve hakîkate önem vermeli, âhiret ve ebediyet hususunda hassas olmalı, Sahibine ibâdette kusur etmemelidir.2

Bediüzzaman Saîd Nursî, bu kâinatın Sânii ve Müdebbirinin ve bu memleketin Sultânı ve Mürebbîsinin ve bu sarayın Sahibi ve Bânisinin bir, tek, Vâhid ve Ehad olduğunu, misli, nazîri, vezîri, dengi, benzeri, yardımcısı, şerîki, zıddı, aczi ve kusuru aslâ bulunmadığını belirtir. Bedîüzzaman’a göre, intizam tam bir birlikle olur, tek bir düzenleyici ister, hâkimiyette münâkaşaya sebep olan şirki ve ortaklığı aslâ kaldırmaz. Şu halde, bu misafirhanenin Sânii ve Sahibi birdir, hem gayet Kerîm bir misâfirperverdir ki, güneş, ay, bulutlar, yağmur, toprak gibi yüksek ve büyük memurlarını zîhayat yolcularına hizmetkâr edip istirahatleri için çalıştırmaktadır.3 Dünyâ ve âhiret mülkünün Mâliki ve Sahibi, dünya öldükten sonra dünyayı daha güzel bir sûrette tâmir edecek, âhiretten bir menzil olarak yeniden ihyâ edecektir.4

Yalnız gıda ilminin bile, bir gıda deposu hükmündeki yeryüzünün sahibi olan Cenab-ı Hakkı ilmiyle ve kudretiyle bildirdiğini, tanıttırdığını ve sevdirdiğini5 beyan eden Bediüzzaman, şu kâinatın Sahip ve Mutasarrıfının elbette bilerek yaptığını ve hikmetle tasarruf ettiğini, her tarafı görerek tedvîr ve terbiye ettiğini, her şeyde görünen hikmetleri, gayeleri ve fâideleri irâde ederek kâinatı tanzim ettiğini kaydeder.6 Bedîüzzaman, Sâhip ve Fâtır-ı Bâkî’nin isimlerinde bütün kâinatın güzelliklerinin kaynağı bulunduğunu, dünyada güzel şeyler geçici olsa da, isimler bâkî olduğundan keder ve üzüntüye aslâ mahâl olmadığını ehemmiyetle vurgular.7

(Risâle-i Nur’da Esmâ-i Hüsnâ)

Dipnotlar: 1- Mecmuatü’l-Ahzab, 2: 257; 2- Sözler, s. 241; 3- Şuâlar, s. 149; 4- Sözler, s. 492; 5- A.g.e., s. 142; 6- Mektûbat, s. 90; 7- Şuâlar, s. 82

18.11.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri