Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 24 Ocak 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Allah buyurdu ki: "Ey İblis! Kudretimle yarattığım şeye secde etmekten seni alıkoyan nedir? Büyüklük mü taslıyorsun; yoksa gerçekten yücelerden misin?"

Sâd Sûresi: 75

24.01.2008


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Allah'ın, kendisi ile duâ edildiğinde kabul edilen İsm-i Âzamı şu üç sûrededir: Bakara, Âl-i İmran ve Tâ-Hâ.

Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 592

24.01.2008


Hak haktır, küçüğüne büyüğüne bakılmaz

Adalet-i mahzâ ile adalet-i izafiyenin izahı şudur ki:

"Kim bir cana kıymamış veya yeryüzünde fesat çıkarmamış birisini öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir." (Mâide Sûresi, 5:32.) ayetin mânâ-ı işarîsiyle, bir mâsumun hakkı, bütün halk için dahi iptal edilmez. Bir fert dahi, umumun selâmeti için feda edilmez. Cenâb-ı Hakkın nazar-ı merhametinde hak haktır, küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Küçük, büyük için iptal edilmez. Bir cemaatin selâmeti için, bir ferdin rızası bulunmadan, hayatı ve hakkı feda edilmez. Hamiyet namına, rızasıyla olsa, o başka meseledir.

Adalet-i izafiye ise, küllün selâmeti için cüz'ü feda eder. Cemaat için, ferdin hakkını nazara almaz. Ehvenüşşer diye bir nevi adalet-i izafiyeyi yapmaya çalışır. Fakat adalet-i mahzâ kabil-i tatbik ise, adalet-i izafiyeye gidilmez. Gidilse zulümdür.

Mektubat, s. 57

***

Adalet-i mahzâ-yı Kur'âniye, bir mâsumun hayatını ve kanını, hattâ umum beşer için de olsa heder etmez. İkisi nazar-ı kudrette bir olduğu gibi, nazar-ı adalette de birdir. Hodgâmlıkla, öyle insan olur ki, ihtirasına mâni herşeyi, hattâ elinden gelirse dünyayı harap ve nev-i beşeri mahvetmek ister.

Mektubât, s. 459

***

..Adalet-i mahzânın en büyük düsturunu vaz ediyor. Der ki: Bir mâsumun hayatı, kanı, hattâ umum beşer için olsa da, heder olmaz. İkisi nazar-ı kudrette bir olduğu gibi, nazar-ı adalette de birdir. Cüz'iyatın küllîye nispeti bir olduğu gibi, hakkın dahi mizan-ı adalete karşı aynı nispettir. O nokta-i nazardan, hakkın küçüğü büyüğü olamaz.

Lâkin, adalet-i izafiye, cüz'ü külle feda eder. Fakat muhtar cüz'ün sarihen veya zımnen ihtiyar ve rıza vermek şartıyla. Ene'ler nahnü'ye inkılâp edip mezci, cemaat ruhu tevellüd ederek, külle feda olmak için fert zımnen rızadâde olabilir.

Sünûhât, s. 27

Lügatçe:

hamiyet: İnsanda bulunan din, millet, bayrak, vatan gibi mukaddes değerler ile kendi aile ve yakınlarını koruma duygusu ve gayreti.

küll: Hep, bütün.

cüz': Kısım, parça, bölük.

ehvenüşşer: Şerrin en az zararlısı.

kabil-i tatbik: Uygulanabilir, yapılabilir.

adalet-i mahzâ-yı Kur'âniye: Kur'ân'ın tam adâlet esası.

hodgâmlık: Bencillik.

vaz': Koyma, konulma

muhtar: İhtiyar, irade sahibi.

sarihen: Açıkça.

zımnen: Açıktan olmayarak, dolayısıyla, üstü kapalı olarak.

ene: Ben.

nahnü: Biz.

rızadâde: Râzı olmuş.

24.01.2008


Şehrin uzak bir yerinde gece yolculuğu

"İnsan ne kadar da aldanmıştır.

Allah'ın yarattığı

bin bir güzellik

içinde Allah'a uzaktır."

(

Seyyahın günlüğünden.)

Baharı seyretmeyeli kaç zaman olmuş. Kaç zaman olmuş kâinattan kopuk bir dünyalı gibi yaşayalı. Şu şehirde insanlar arasında bir başına kalalı kaç vakit olmuş.

Ben 'Green Valley' (Yeşil Vadi) kasabasının en büyük bankeri. Para babası. Zengini. Hani sadece kahvaltısı için onlarca hizmetçinin canla başla çalıştığı şu meşhur adam. Anthony.

Uzun zamandır içimden gelen bir hasret sesini, ilk defa dinliyorum. Kalbimin şu hayatta tatmin olamadığını ilk defa anlıyorum. Dün akşam ilk defa 40 yıldır içimde, bir yerlerde bana şefkatle seslenen bir çağrıyı dinlemeye fırsat buldum. Bunu, eve gitmek için bindiğim arabamın çalışmamasından eve yürüyerek çıkmak zorunda kaldığımda anladım.

Her gün yanından hızla geçtiğim, tozlarını, yapraklarını havaya savurduğum ağaçları, geceyi ve mehtabı seyredince anladım, her şeyin bir yaprak gibi 'hayat ağacından' düşeceğini, bütün aydınlıkların bir gün geceye dönüşeceğini. Hepsini ilk defa seyredebildiğim ağaçlardan ve gecenin dolunayından öğrendim.

Green Valley kasabasının para babası olarak değil, ebediyete doğru gitmekte olan bir fânî, bir insan olarak düşündüm bunları. Kapımda duran onlarla hizmetçilerin de, önüme sunulan mükellef sofraların da, elimi uzatarak şöyle bir gösterdiğim tüm arazilerimin de bir gün beni terk edeceğini ve bütün 'güzellik güneşleri'min batacağını bir gece yolcuğunda anladım.

Sonra düşündüm kendi kendime. Bütün bu batan ve bir gün nihayetinde biten şeylere karşı bağlanışlarım neden? Neden bütün bu faniler karşısında-ebedî dünyada kalacakmış gibi-bağlanışlarım, aldanışlarım?

Ailem, kardeşlerim, kız kardeşim Anna. Erkek kardeşim Jimmy. Hallerini sormayalı ne kadar uzun zaman olmuş.

İhtiyaçlarını karşılıyor, onlara düşen vazifelerimi yapıyorum sanmışım. Aldanmışım.

İnsan bir mideden, bir bedenden ibaret değildi ki. Düşünemedim, düşünemedim. Midenin ekmeğe, suya ihtiyacı olduğu gibi, ruhun da gıdaya ihtiyacını olduğunu. Sevgi gibi, ilgi gibi, konuşmak, derdine ortak olmak gibi, ona bir hediye almak gibi ruhları yakınlaştıran, gözlerle birlikte kalpleri parıldatan mânevî gıdalara ihtiyaçlarının olabileceğini düşünemedim. Bir ömür boyu yanı başımdakilere uzak kaldığımı göremedim.

Düştüğü yerden kalkarmış insan, tohumlardan öğrendim. Adımlarımı bir gece yolculuğundan aydınlık bir sabaha yönelttim. O gece eve vardığımda herkes merakla beni bekliyordu. Hizmetçiler, ailem hepsi kapının önündelerdi. Bekçiye selâm verdim. Adamcağız şaşırmış olmalı. Şimdiye kadar yüzümüzü hiç güldürmemiştik ki garibana. Neyse o da bir tebessüm etti. Eminim bu gece bu tebessümün sevinciyle birkaç sıkıntısını daha unutur, yatağında bu akşam daha bir rahat uyur.

Ailem kapıda karşıladı beni. Arabasız gelişime şaşırdı tabiî hepsi. "Boş verin." dedim. Gelin şöyle bakalım. Ailece bir muhabbet edelim. Annem, kız kardeşim Anna, erkek kardeşim Jimmy ve ben, kısacası bizim aile uzun uzadıya bir sohbet ettik. Annem, benim çocukluk hatıralarımı anlatırken, suskun bir çocuk oluşumdan, kız kardeşimin ördüğü patikten, annemin bizi tarlaya götürüp pınar suyu kenarında hazırladığı pikniklerden, babamın hepimizi kucaklayarak 'Sizler benim her şeyimsiniz, bir nevî dünyadaki cennetimsiniz' deyişinden bahsederken gözümüzde parlayan o sevinç ışıltısını bir görmeliydiniz. Hepimiz yıllardır susadığımız buluşmanın mutluluğuyla içimizi birbirimize dökmüştük. Aile olmanın lezzetini uzun yıllardan sonra ilk defa yeniden tatmıştık.

Sohbeti bitirmiştik. Seher vaktinde güneş doğmadan hazırlanmalarını söyleyerek gecenin güzel haberini onlara vermiştim. Nereye mi? Uzun yıllar önce babamızın bizi götürdüğü pınar başı tepesinde güneşin doğuşunu seyretmeye. Neyle mi gideceğiz? Arabayla değil. Yine eskisi gibi, at arabasıyla.

Gece, aydınlık düşüncelerin hülyasıyla geçmişti. Hepimiz yıllardır yaşayamadığımız, hasret kaldığımız bir buluşmanın heyecanıyla uykuya daldık.

Sabahleyin köy yoluna çıkmak için at arabamıza bindiğimizde buna en çok şaşıran hizmetçilerimizdi.

"Hayırdır Efendim, arabayla gitmeyecek misiniz, işe gitmek için saat kaçta alayım sizi?" diye emir bekliyordu hepsi.

"Bugün işe gitmeyeceğim, çok önemli bir toplantım var! Bir günlüğüne önemli bir seyahata çıkıyorum."

Esasında bu uzun bir seyahatti. Bir gün içinde yaşanan ebedî bir seyahat . Adı: Aydınlığa yürüyüş.

Piknik için her şey hazırdı... Hatta balık tutmak için oltalarımız bile hazırdı. Ne de olsa az balık tutmamıştık hani. Atların başına kardeşim Jimmy geçmişti. Eskiden beri atlara binmeyi çok sever. Uzun zamandır şehir hayatı onu bu zevkli alışkanlığından öyle bir koparmıştı ki, şimdi özlemini heyecanla gideriyordu. Hatta bu sabah atların yemini bile o vermişti. Buna en çok şaşıranlar ise yine hizmetçiler.

İşte yola çıktık. Bizim buralar ne kadar da değişmiş görmeyeli. Etraf kocaman ağaçlarla, bağ, bahçeyle dolmuş. Dağların kokusu ise eskisi gibi, manzara enfes.

Buralar bizim çocukluğumuzun geçtiği yerler. Bizim çiftliğin çobanlarıyla beraber koyun otlattığımız yerler.

Dalından meyve koparmayı, meyveyi dalında yemeyi ne kadar da özlemişim. Bir ara durup bu özlemimi giderdim, koynuma doldurup elmaları, aileme kendi elimden ikram ettim. Yol boyu yediğimiz elmalar mutluluğumuza şahit.

İnsan sabahın tazeliğinde ayrı bir ruhla yürüyor. En saf ve en temiz hâliyle o eşsiz yaratılışı, şu sanatlı varlığı taze taze okuyabiliyor, düşünebiliyor.

Yüce yaratıcının kâinatın her bir yerinde serdiği eşsiz güzellikleri seyredebilmek için en güzel vakti seher vakti olsa gerek. Hilkatin, varlığın seyredileceği en güzel zaman. Evvel zaman. Sabah.

Bu tazelikler arasında, güneşin en taze ânını seyretmeye başladık. Geceleyin batanlardan sonra, günün nasıl da doğduğunu merakla seyrettik.

Batıp gidenlere bel bağlamamayı, geçici aydınlıklara aldanmamayı ailece seyredip bu mesele üzerine sohbet ettik. Ve her geceden sonra bir sabahın geleceğini de yine bu sabah seyrinde farkkettik. Ümitli olmayı. Ümidimizi kesmemeyi. Düştüğümüz yerden kalkabilmeyi hep bu sabah güneşinden öğrendik. Ve aydınlanmak için yüzümüzü güneşe dönmeyi yine bu seher vaktinde, ailece öğrendik. Ve sarıldık birbirimize...

Güneşi şahit koşarak...

Batıp gidenleri sevmeyeceğimize, Allah'tan ümidimizi kesmeyeceğimize söz verdik!

Biz Green Valley kasabanın soylu ailesi.

Sadece kahvaltısı için 10 hizmetçi çalışan aile.

Şimdi şehrin uzak bir yerinde,

Allah'a yakın yaşıyoruz muhabbetle.

Cihan Cambaz

24.01.2008


Siz hiç Bediüzzaman Mevlidlerine katıldınız mı? (1)

Aradan 31 yıl geçti. Van ilimizde Bediüzzaman için ikinci defa mevlid okunacaktı. Uzun bir yolculuktan sonra Cuma günü akşamı Van'a ulaştım. Otobüste benim gibi mevlide giden birkaç kardeşle daha tanışmıştık. Otobüs terminalinde birlikte indik.

Nereye gidecektik? Ankara'dan adres alamadan yola çıkmıştım. En kolayı Yeni Asya gazetesi bürosunu sormaktı. Şehrin merkezinde çift minareli güzel bir cami yükseliyordu. Camiye doğru yöneldik. Cami önünde mevlid afişlerini gördüm. Mevlid de o camide okunacakmış. Caminin altına çarşı yapılmış. "Vanlılar, Üstadın hemşehrisidir, öyleyse hepsi onu tanımalıdır" diye düşündüm. Caminin altına inip bir esnafa selâm verip girdik. "Yeni Asya gazetesi bürosunu arıyoruz" dedik. Hemen bizi içeri buyur ettiler. Biz oturmadan çayımız söylendi. Tanışma faslı başladı: "Ankara'dan..." dedim. "Ben Haşim. Siz o kadar uzak yerden geliyorsunuz da, biz bir çay ikram edemeyecek miyiz?" dedi. Çayları içtik, müsaade istedik. Haşim Ağabey, elemanını yanımıza kattı, Yeni Asya gazetesi bürosuna gittik. Orada da kısa bir çay molası daha. Bir başka kardeş bizi alıp dershaneye götürdü.

Dershanenin mütevazı küçük bir salonu vardı. Hemen çaylarımız geldi. Halil Uslu Ağabeyi ilk defa orada gördüm. Dershanede gelenleri şevkle orada bekleyen Vanlılara hemen teslim ediyordu. Halil Ağabeyi ne zaman görsem Van Mevlidini hatırlarım. Maşaallah o günkü şevki ile bugünkü şevki arasında pek fark göremiyorum. Hatta artan bir enerji ile hizmetlere koşmaktadır.

Selahaddin Ağabey bizi peşine taktı, evinin yolunu tuttu. Van'ın dar sokaklarından geçerek dam üstülü bir eve ulaştık. Çay, Şarklıların baş ikramı imiş. Ev sahibi hemen ilk çaylarını ikram etti. Arkadan mahallî yemekler geldi. Tekrar çay faslı başladı. Ağabey, boşalan bardakları hemen doldurup getiriyordu. Bir ara, "Ağabey siz yorulmayın, çaydanlığı getirin. Çayları biz kendimiz koyalım" dedik. "Nur Talebelerine hizmet etmekten şeref duyarım" dedi. Kalabalık bir misafir gurubuyduk. Yatak yorgan boldu. Selahaddin Ağabey yatmadan önce evin mutfağını da gösterdi. Maşallah açık büfe gibiydi.

Sabah namazını evde cemaatle kıldık. Kahvaltıdan sonra şehir turu, arkasından Van Kalesine revan olduk. Bediüzzaman'ın gençlik yıllarını tahattur ettik. Biz de hayalen Üstad'a arkadaşlık yaptık:

"Her şeyden evvel, Van'da Horhor denilen medresemin ziyaretine gittim. Baktım ki, sair Van haneleri gibi onu da Rus istilâsında Ermeniler yakmışlardı. Van'ın meşhur kalesi ki, dağ gibi yekpare taştan ibarettir, benim medresem onun tam altında ve ona tam bitişiktir. Benim terk ettiğim yedi sekiz sene evvel, o medresemdeki hakikaten dost, kardeş, enîs talebelerimin hayalleri gözümün önüne geldi. O fedakâr arkadaşlarımın bir kısmı hakikî şehid, diğer bir kısmı da o musibet yüzünden mânevî şehid olarak vefat etmişlerdi.

"Ben ağlamaktan kendimi tutamadım. Ve kalenin, tâ medresemin üstündeki, iki minare yüksekliğinde, medreseye nâzır tepesine çıktım, oturdum. Yedi sekiz sene evvelki zamana hayalen gittim. Benim hayalim kuvvetli olduğu için, beni o zamanda hayli gezdirdi. Etrafta kimse yoktu ki, beni o hayalden çevirsin ve o zamandan çeksin. Çünkü yalnızdım. Yedi sekiz sene zarfında, gözümü açtıkça, bir asır zaman geçmiş kadar bir tahavvülât görüyordum." (Lem'alar, 26. Lem'a, 13. Rica)

(Devam edecek)

Ahmet Özdemir

24.01.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri