"Gerçekten" haber verir 18 Ekim 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 

Basından Seçmeler

Ben orduyu kışlasında severim

Köy kahvesinde, anketin ne olduğunu anlamayan bir grup köylü yurttaş, “şu cumayı kılıp gelelim” diyor. Namaz sonrasında bir araştırma yürüten ekibin sorularını yanıtlıyor.

Bir kaç yıl önce, Bülent Tanla ekibince yapılan araştırma, kurumların güvenirliği ile güvenirlik katsayısını bulmayı amaçlıyor. Uzun yıllardır olduğu gibi, en güvenilir kurum olarak, ordu birinci sırada.

Neden? O köy kahvesinde verilen yanıtlar, kendi ifadelerinde, özetle:

“Ordu hepimizin ordusu. Ben oğlumu veriyorum orduya. Ordu beni bekliyor. Ordumuzu sevmezsek, başımıza her şey gelebilir”.

Buraya kadar tamam, sonraki vurgu çok önemli:

“Ama, ben ordumu kışlasında severim”.

Ortalama bir Türk yurttaşının duygusu.

Ne demek? Sadece askeri işlerle meşgul olsun, demek.

Taraf ve sonrası

Ortalama bir Türk yurttaşı olarak, aynı düşünceyi ben de paylaşıyorum.

Ancak, hüzün. Bir terör olayı arkasından Taraf Gazetesi’nin yayını sonrasında, Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ hepimize muhtıra veriyor. Kaygı verici.

Sevdiğim ordum, kışlasında gibi görünüyor, ama değil. Hiçbir demokratik ülkede olmayacak tavır ve üslupla hepimizi tehdit ediyor.

Tehdidi, “herkesi doğru yerde bulunmaya davet” izliyor. Sosyolojik olarak yanlış. Tehdit ve davetin yan yana gelmesi mümkün değil.

Sosyolojik olarak, tehdit, insanları pasifleştiriyor. Oysa, Başbuğ herkesi doğru yere davet ederken, insanlardan aktif katılım bekliyor. Ama tehditle, beklediği katılımı görmesi, sosyolojik olarak, mümkün değil.

O kadar ki, o hırçın üslup, askeri deyimle, o fırça, siyasal deyimle, o muhtıra Orgeneral Başbuğ gibi düşünenleri bile, tereddüde düşürüyor:

“Bu ne biçim demokrasi? Hangi demokratik ülkede bir Genelkurmay Başkanı böyle bağırma çağırma hakkına sahip?”

Doğru yer

Doğru yer neresi? O konuda kuşku yok.

1- Ülkenin bölünmez bütünlüğü.

2- Teröre karşı verilen mücadeleye tam destek.

3- Demokrasinin tartışılmaz üstünlüğü.

4- Düşünce ve ifade özgürlüğü başta, hukukun üstünlüğü.

Bunlar bir bütün. Doğru yer bunların bütünlüğü. İçinden birinin cımbızla çekilip, vurgulanması yanlış. Biri eksikse, doğru yerde kayma var.

Kaldı ki, Orgeneral Başbuğ haberi yanlış buluyorsa, bunun hukuki yolu açık. Taraf Gazetesi hakkında dava açmak.

Doğru yerlerden biri de, bu.

Yayın yasağı

Aynı gün Genelkurmay Askeri Mahkemesi terör olayıyla ilgili soruşturma açıldığını bildiriyor. Ayrıca, soruşturmayla ilgili yayın yasağı getiriyor.

Sadece askerleri yargılayan ve askeri alanla sınırlı faaliyet gösteren bir askeri mahkeme, normal işleyen bir rejimde, basın ve yayın organlarına yayın yasağı getirebilir mi?

Soruşturmada iki taraf var. Haberi sızdıran ve yayınlayan. Varsayım şu. Gazeteye haberi sızdıran kişi, asker. Yayınlayan sivil. Bu varsayımdan yola çıkarak, askeri mahkeme yayın yasağı getiriyor.

Çok zorlama. Nereden biliniyor sızdıran kişinin asker olduğu?

Pratik farklı

Bütün bunlar ve teknik ayrıntılar bizi bir başka doğru yere getiriyor.

Türkiye açık bir toplum değil, sivil bir toplum hiç değil, demokratik bir toplum asla değil.

Koca Cumhurbaşkanı Abdullah Gül Frankfurt Kitap Fuarı’nda gerine gerine, Türkiye’nin açık ve sivil toplum olduğunu söylüyor. Tersini bile bile.

Açık toplumsa, birilerinin hoşuna gitmeyen haberlere karşı, ölçüsüz tepki neden?

Sivil toplumsa, kurumlar hukuk karşısında neden eşit değil, kağıt üzerindeki sorumluluk ve yetki, pratikte neden işlemiyor?

Ben ordumu kışlasında severim. Doğru yer burası.

Hürriyet, 17 Ekim 2008

Yalçın Doğan

18.10.2008


TSK da evrensel ölçülere uymalı

Genelkurmay Başkanı’nın Balıkesir töreninde kullandığı ifadelerin ve üslubun bir analizini yapmak gerekir mi, gerekmez mi gerçekten bilemiyorum.

Ancak, söz konusu olan Sayın Başbuğ’un kişiliği değil de merkezi bütçeden ve başka kaynaklardan büyük kaynaklar ve üstelik bunları evrensel standartlara göre önemli ölçüde TBMM ve Sayıştay denetimi dışında kullanan bir kurum ve bu kuruma egemen olan bir zihniyet olduğu için belki de bir şeyler söylemek gerekebilir.

Aynı kurum ve zihniyetin ülkemize 12 Eylül faciası ile yaşattığı acıların ve yarattığı hukuksuzluk düzeninin hâlâ sürmesi de işin cabası; ama bu son konuda TBMM’nin ayıbının Kenan Bey ve şürekasının ayıbından daha da büyük olduğu da bir gerçek.

Perşembe günleri gazetede yazım olmadığı için biraz gecikmeli olarak yazmak zorundayım ama bu gecikme meseleye biraz daha sakin bakmak açısından bir avantaj da olabilir.

Yazıda Sayın Başbuğ’un üslubuna hiç değinmek istemiyorum, başka köşelerde bu konu yeterince işleniyor ama şunu söylemek isterim ki Sayın Başbuğ’un bir nebze kendi çevresi dışına çıkmasını, son yaşananlarla ilgili yurttaşların artık çok da marjinal sayılamayacak bir bölümünün görüşlerinin radikal biçimde değiştiğini ve o havada azarlarcasına sallanan parmağın muhatabı olarak kendilerini görebileceklerini bilmesini TSK-yurttaş ilişkisinin sağlıklığı açısından isteyebilirim.

Sayın Başbuğ’un konuşmasında kanımca üzerinde durulması gereken iki nokta ön plana çıkıyor.

Bu iki nokta da Aktütün faciasını aşan konular ve ülkemizde sivil-asker ilişkilerinde çok sorunlu konular olduğu için üzerinde mutlaka durulması gerekiyor.

Birinci nokta Sayın Başbuğ’un konuşmasının sonunda yurttaşları doğru yerde durmaya davetine ilişkin.

Bu ‘doğru yerde durma’ meselesini anlamakta biraz zorlanıyorum doğrusu.

Demokratik toplumlarda kimin durduğu yerin daha doğru olduğunu saptama kurum ve mercii yoktur, olamaz, ancak ve ancak suçlu yurttaşlar vardır ve bu suçlu yurttaşlar da hukuk devleti çerçevesi içinde bağımsız ve tarafsız yargının güvencesi altındadırlar; üstelik hakkında yargı kararı olmadan kimseyi de peşinen suçlu ilan etmek mümkün değildir.

Demokratik hukuk devletlerinde kimin durduğu yerin daha doğru yer olduğu tartışmasında genelkurmay başkanlarının hiç ama hiç sözü olamaz; elinde tankı, topu tüfeği olan bir kurumun başkanı hangi pozisyonun daha doğru olduğuna karar vermeye başlarsa o ülke en ağır karanlıklara gömülmüş demektir.

Genel mottosu çağdaşlaşma olan, yaklaşık iki asırdır bu doğrultuda çaba gösterdiğini iddia eden bir kurumun en tepe noktasındaki bir kişiye başka çağdaş demokratik hukuk devletlerinde genelkurmay başkanlarının vatandaşlara doğru yerin neresi olduğunu hatırlatabilme yetkisi, hakkı hatta cüretinin olup olamayacağı da sorulabilir.

Doğru yer de izafi bir kavramdır zaten özünde; aynı kurum çok eskilerde değil mesela benim askerlik yaptığım senelerde bizleri sıcak öğleden sonraları talimden önce toplar ve resmi merkezi belgelerden kürt kelimesinin dağlarda yürürken türkmenlerin ayaklarından çıkan kart-kurt seslerinden geldiğini anlatırdı; benim askerlik yaptığım 1982 senesinde anlaşılan kimin doğru yerde durduğu pek belli değilmiş, bugün için de belli olmayabilir diye düşünmek için elimizde yeterince güncel kanıt da mevcut.

Aklıma takılan ikinci nokta ise Sayın Başbuğ’un Aktütün soruşturması ile ilgili kullandığı ifade; Sayın Genelkurmay Başkanı konuşmasında ‘yapılacak soruşturmanın kamuoyuyla paylaşılması gereken noktalarının mutlaka kamuoyunun bilgisine sunulacağını’ söylerken, hangi bilginin kamuoyuyla paylaşılıp hangisinin paylaşılmayacağının kararının nasıl ve kimin tarafından verileceği, bu kararın çağdaş hukuk devletlerinin tanıdığı askeri gizlilik sınırları içinde mi olacağı yoksa daha ‘ülkemiz koşullarına’ göre mi oluşacağı soruları doğrusu aklıma takıldı.

Açıklamaları merakla bekleyeceğiz.

TSK, başka bütün ordular gibi insan gücü olarak yurttaşları, maddi kaynak olarak da vergi mükelleflerinin parasını kullanıyor.

Daha etkin yani muhtıra veren değil evrensel görev tanımını daha iyi yerine getiren ve hukuk devleti ilkeleri içinde saydam olan bir TSK hepimizin en büyük istekleri ve beklentileri arasında.

Star, 17 Ekim 2008

Eser Karakaş

18.10.2008


Komutan yanlış yaptı

(...)Taraf, -beğenirsiniz veya beğenmezsiniz- gazetecilik yapmıştır. Eline geçen belgeleri, doğruluklarına inanmış olduğu için yayınlamış ve Genelkurmay’a “Bu belgeler, PKK’nın bölgede yığınak yaptığını, özellikle de Aktütün baskını günü açıkça faaliyet gösterdiklerini ortaya koyuyor.

Neden gereken önlemler alınmadı? Öyleyse, 17 şehidin sorumluluğu kimin sırtındadır?” sorusunu sormuştur.

Genelkurmay Başkanı’nın tepkisi, bu soruyu yanıtlamadı. Oysa hepimizin beklentisi, Aktütün’de bir ihmalin olup olmadığına açıklık getirmesiydi. Gerçi 2. Ordu Komutanlığı’nın bir soruşturma açtığını, sonuçlarından da kamuoyunun haberdar edileceğini söylemekle yetindi. Ancak, yine de mesajı düzeltmek yerine, mesajcıyı dövmeyi tercih etti.

TSK’yı eleştiren herkesi azarladı. Ses tonu ve kullanılan kelimeler öylesine sertti ki, bu tip belgeleri yayınlayanların cezalandırılacağına işaret etti.

Komutan hatalı davrandı.

Belgelerin sızmasını ve bunların yayınlanmış olmasını “vatana ihanet” olarak niteledi. Ateş püskürdü.

Neden?

Belgelerin sızıp sızmaması TSK’nın kendi bir iç sorunudur. Dikkatli olsunlar, önlemlerini alsınlar, sızdırmasınlar. Ancak bu belgeler doğru ise, o zaman bunların yayınlanmasına kimsenin tepki göstermemesi gerekir. Medyanın görevi, belge sızdırmak ve bu belgelere dayanarak sorumlulara hesap sormaktır.

Genelkurmay Başkanı belgelerin yayınlanmasını, yani mesajcıyı döverken, belgelerdeki bilgilerin doğru olup olmadığını açıklamayarak, kuşku ve kaygıların artmasına yol açtı. Org. Başbuğ’un “soruşturma bitsin, açıklarız” demesiyle, Aktütün’de birşeylerin yanlış gittiği ve herşeyin resmi açıklamalardaki gibi güllük gülistanlık olmadığı, kahramanlık öykülerinin perde arkasında önemli eksikliklerin yattığı inancı yaygınlaştı.

Org. Başbuğ, kullandığı üslup ve konuşmasının içeriği ile bir şeyleri rayına oturtacağına, tam aksine kamuoyundaki soru işaretlerini arttırdı.

Anlayacağınız, Komutan tümüyle yanlış yaptı.

Posta, 17 Ekim 2008

Mehmet Ali Birand

18.10.2008


Emir komuta ile basın özgürlüğü olmaz

Aktütün’de ne oldu, ne olmadı? Bunları öğrenmek kamuoyunun hakkı. Sonuç olarak bu ülkenin çocukları askere gidiyor.

Orada onlar ölümle yüz yüze geliyorlar. Türk Silahlı Kuvvetleri bu ülkenin ordusu. O nedenle hatalarını ve sevaplarını konuşmak, hatalı gördüklerini söylemek bu ülkenin insanlarının hakkı olmayacak mı?

Askeri Mahkeme’nin gazetelere yayın yasağı getirmesi de ülkemizdeki bir çarpıklığın ifadesi değil mi? Askeri mahkeme sivil mahkemelerden farklı olarak emir komuta sisteminin içindeki bir işleyişe sahip. Bu nedenle komutanlığa bağlı. Komutan açıklamayı yapınca muhtemelen bu sistem içinde harekete geçiyor.

Basın özgürlüğü açısından, düşünce özgürlüğü açısından, oralarda neler oluyor diyerek gerçeği araştırmak açısından vahim bir durumla yüz yüzeyiz.

Basın meslek örgütlerinin böyle zamanlarda önemi artıyor. Çünkü, bu tür açıklamalar normal kabul edilmeye başlanırsa, bunun nerede duracağı belli olmaz.

Radikal, 17 Ekim 2008

Oral Çalışlar

18.10.2008


İşyerinde bunalıp çocuğunu döven adamlar gibi...

Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ’un geçen gün yaptığı açıklamanın yankıları sürüyor.

Eğer “evrensel standartlarda bir demokrasimiz ve normal bir siyasal/hukuksal düzenimiz” olsaydı, Taraf gazetesinde yayınlanan belgelerden sonra GK Başkanı şu üç davranıştan birini gösterirdi:

1) Belgelerin sahte olduğunu ispat ederdi.

2) Belgelerin gerçek olduğunu kabul eder ama başka bazı belge ve bilgilerle, olayın göründüğü gibi olmadığını ortaya koyardı.

3) Belgeler doğruysa ve 17 şehidin görevi ihmalden başka açıklaması yoksa istifa ederdi. (Ya da Başbakan, belgelerin doğruluğuna kanaat getirdiyse, onu görevinden alırdı.)

Ancak Türkiye’de bunların hiçbiri olmuyor.

Genelkurmay Başkanı, Aktütün’de (daha önce de Dağlıca’da) olanları merak edenleri, sorgulayanları, eleştirenleri tehdit ediyor. Susturmaya çalışıyor.

Başbakan Erdoğan ise “şeklen” kendisine bağlı (!) GK Başkanı’na, hiç olmazsa Meclis Başkanı Köksal Toptan gibi basının işlevini hatırlatacağına; sahip çıkıyor, destek veriyor.

Bu tip baskıların yeni bir yanı yok. Mesela 1980’lerin sonunda, 1990’ların başında da medya üzerinde büyük baskı vardı.

Basında, “Hikmetinden sual olunmaz paşalarımız neylerse güzel eyler “ türü haber ve yorum yapanların borazanı öterdi.

Şimdi, yani aradan çeyrek asır geçtikten sonra aynı yönteme başvurmaya kalkışıyorlar.

Niye? Çünkü sorunu çözememek onları geriyor. Asabileştikçe de, “işyerinde bunalıp evde çocuğunu döven adamlar “ gibi günah keçisi yaratıyorlar.

Buradaki günah keçisi de haliyle onlara başarısızlıklarında ayna tutanlar oluyor.

Eleştirilerin önünü kesmek isteyenlerin amacı bellidir: Makamlarını korumak ve karizmayı çizdirmemek.

Başbakan Erdoğan ile GK Başkanı İlker Başbuğ, medyadan günah keçisi yaratma çabasını bir yana bırakıp işlerini yapsın.

Böyle yaptıklarında eleştiriler azalacak, destek kendiliğinden gelecektir.

Sabah, 17 Ekim 2008

Emre Aköz

18.10.2008


Hangi, “ilahî ikaz” laikliği zedeler,hangisi zedelemez?

Önce Papa'nın, ardından da Marksist gerilla hareketi Sandinistlerin eski lideri Daniel Ortega'nın yaşadığımız iktisadi krizi “ilahi ikaz” olarak nitelemeleri, aklıma derhal Yeni Asya gazetesinin sahibi Mehmet Kutlular'ı getirdi.

Hatırlayın, Kutlular da 17 Ağustos depreminin ardından aynı şeyi söylemiş, mahkûm olmuş, fiilen dokuz ay yattıktan sonra tahliye edilmişti. (Ek bilgi: Kutlular Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde açtığı dâvâyı kazandı; dâvâda Türkiye 5 bin avro tazminata mahkûm oldu.)

Bizim medyada ne gürültü kopmuştu bu sözlerden sonra, yobazlığın bu kadarına da "pes"ti yani...

Sonra geldik bugünlere... Bakıyorum, medyamızın ne haber sayfalarında ne de köşelerde Papa ve Ortega yobazlıkla suçlanıyor. Her şey aynı, tek fark, onların “ilah”larının farklı olması. Medyamızın önümüze koyduğu ölçüyü esas alırsak durum şöyle görünüyor: Hıristiyanlar bir olayı kendi tanrılarının “ikaz”ına bağlarsa, ortada sinirlenecek bir durum yoktur, fakat aynı şeyi Müslümanlar yaparsa, bunun adı yobazlıktır!

Taraf, 17 Ekim 2008

Alper Görmüş

18.10.2008


Genelkurmay Başbakan’a bağlı değil mi?

İlker Başbuğ bu toplantıda resmen basını “haddinizi bilin yoksa...” diye tehdit etti...

Cem Uzan’a “öfke terapisi” cezası veren hakim acaba Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un son basın toplantısındaki çıkışı hakkında ne düşünüyor? Çok kısa bir süre önce yazdım... “Asker bütünüyle, organizasyon olarak tartışılmaya hazır mı?” diye... Perşembenin gelişini Çarşamba’dan gördüm. İşte Aktütün’den sonraki basın açıklamaları, bilgisayarı olanın köşe yazarlığı yaptığı bir medya, Taraf’a sızdırılan bilgiler, aradaki çelişkiler... Karışan kafalar...(...)

Bu ülkede kafalar hiç net olmadı ki zaten! Bu nedenle Genelkurmay gibi bir kurumu tartışmaya açık hale getirmeden önce kırk kere düşünmek gerekiyor. Tartışma başladıktan sonra kimsenin ağzı torba değildir büzülemez. (...)Öfkeli basın toplantıları yerine, basın yasakları yerine, bilgilendirici basın toplantıları yapmak ve de içeride bir şeyleri değiştirmek gerekli... Hem niye çıkıp sürekli hedef olunuyor ki! Bırakın açıklamaları bazen Başbakan yapsın... Kendine bağlı kurumu savunsun... Yoksa Genelkurmay Başbakan’a bağlı değil mi? (Bu yazıyı Başbakan’ın ‘asker haklı’ açıklamasından önce yazdım... Keşke bu açıklama yapılan ilk açıklama olsaydı... Taktik olarak çok doğru olurdu...)

Bugün, 17 Ekim 2008

Ali Atıf Bir

18.10.2008


Hükümet yok mu? Var tabiî!

Tamam, Genelkurmay Başkanı demokrasiye, hukuk devletine ve bu nitelikleri haiz sanılan cumhuriyete hiç uymayan, düşünce ve basın özgürlüğüne saldıran, tehdit eden “konuşma” yaptı.

Peki onun başında olduğu varsayılan “muhtıra kolektörü” hükümet ne yaptı?

Ne tür bir tavır aldı?

Sokakta vatandaşı yahut can ciğerken aralarının bozulduğu medya patronunu (bir süreliğine) azarlayan Başbakan, kendisini çiğneyip geçen konuşmayı nasıl karşıladı?

Aynen pozisyon aldı, bir gün sonra misliyle yüzümüze çarptı!

Siz bu ülkede bir “Milli Savunma Bakanı” olduğundan emin misiniz?

Öyle birisi var mı?

Kendisine, durumlarının Meclis’te düzeltilmesi için talepler ileten emekli asker örgütlerine “Genelkurmay teklif getirmedikçe biz bir şey yapamayız” diyen bir “millet” vekili, “hüküm”et mensubu hakikatte var olabilir mi, fırtınada burnunu çıkarabilir mi zaten!

Kaldı ki...

Hükümet, hem Genelkurmay’ın “tehdidi”nden sorumludur...

Hem de Genelkurmay’ın köpürdüğü “ihmal iddiaları”nın da esas siyasi sorumlusudur.

Bu ülkede iki ayrı devlet yok ise... Bu rejim Anayasa kitapçığında tanımlandığı gibiyse...

Sorumluluk önce “Yürütme”nindir, hükümetindir, Başbakan’ındır, siyasidir...

Sonra idari, askeri.

Herkes sorumluluğunu bilsin!

Sabah, 17 Ekim 2008

Umur Talu

18.10.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır