"Gerçekten" haber verir 23 Ekim 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 

Basından Seçmeler

Cellatlar ve kurbanlar

Türkiye’nin “En ünlü”(!) özel harekat timinin üyesi Ayhan Çarkın’ın Star TV’de sevgili meslektaşımız Uğur Dündar’ın “Arena” programında yaptığı itirafları dinlerken kanımız dondu.

“Terörle mücadele sırasında 1000 (Yazıyla: Bin!) kişi öldürmüş olabilirim” diyordu Çarkın ve ekliyordu: “Birşey yaptıysam devlet adına yaptım.”

O “En ünlü” özel tim üç polisten oluşuyordu: Ayhan Çarkın, Oğuz Yorulmaz ve Ercan Ersoy. Üçlüden 2005 Mayıs’ında Bursa’da bir barda öldürülen Oğuz Yorulmaz’ın annesi Nuran Yorulmaz da yine “Arena” programında geçen ay “Devlet tüm faili meçhulleri oğlum ve arkadaşlarına işletti. Her biri ortalama 93-94 kişi öldürmüşler” demişti.

Çarkın’ı dinlerken PKK ile 24 yıllık mücadelenin kurbanlarını düşündük. 40 bin mi son rakam, 41 bin mi? Kaçı terörist, kaçı asker ve polis, kaçı sivil? Özel harekatçıların her birinin “Ortalama” 93-94 vukuatı ve Çarkın’ın bin infazı da bilançoya dahil mi?

Çarkın’ı dinlerken Sapanca-Hendek-Düzce ölüm üçgeninde kurşuna dizilenleri anımsadık. Ve de gözaltında kaybolanları. Örneğin daha dün Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde (AİHM) davası sonuçlanan Deham Günay’ı. 17 yaşındaydı Günay. Bir gün jandarma tarafından gözaltına alındı. Bir daha gören olmadı. AİHM dün Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni onun yakınlarına 62 bin avro tazminat ödemeye mahkum etti.

Çarkın’ı dinlerken 600 kişinin öldürüldüğü Kurtlar Vadisi’nin finali gözümüzün önüne geldi: “Devlet adına yapıldığından sanıkların beraatine...”

Çarkın’ı dinlerken kulaklarımızda bir tarihte bir başbakanın “Vatan için kurşun atan da kurşun yiyen de kahramandır” övgüsü yankılandı. Ve terörle mücadelede çok önemli görevler üstlenmiş bir bakanın sözleri: “Her türlü tehlikeyi göze alarak binlerce operasyon yaptık.” Aynı bakan, “Kimsenin bu konunun üstüne gidemeyeceğini” tekrarlıyordu ve “Çünkü bir tuğla çekersen, herkes altında kalır” diyordu.

HAKİKAT KOMİSYONU GİBİ

Çarkın’ı dinlerken Susurluk davasına bakan İstanbul 6 No’lu DGM’nin yargıcı Sedat Karagül’ün karar duruşmasındaki tarihi değerlendirmesini düşündük. Mealen şöyle demişti: Sanıkların bazı siyasilerin ve bürokratların himayesinde silahlı çete oluşturdukları anlaşıldı. Ancak belge istediğimiz tüm kurumlar, “Devlet sırrı” gerekçesiyle reddettiler. O yüzden çetenin sadece bir bölümü su yüzüne çıktı ama ne yazık ki işlenen onca cinayet ortada kaldı.

Çarkın’ı dinlerken 1990 Aralık’ının buz kesen bir gününde Genelkurmay Başkanlığı Harekat Başkanı Korgeneral Doğan Bayazıt ile Özel Harp Dairesi Başkanı Tuğgeneral Kemal Yılmaz’ın basına verdikleri brifingteki itiraflarını hatırladık: “Özel Harp Dairesi bir süreden beri Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da kullanılıyor.” Bu itiraftan 16 yıl sonra Genelkurmay’ın yayınladığı bildiri de belleğimizin bir yerinde sesini yükseltti: “Kastını aşan haber ve yorumlar, ülkemizin maruz kalabileceği bir saldırıda mütecavize karşı çok hassas görevler icra etmek üzere Soğuk Harp döneminde teşkil edilmiş bu birime zarar vermekte ve vatan savunması hazırlıklarında zafiyete sebep olmaktadır.”

Çarkın’ı dinlerken gazeteciyazar Avni Özgürel’in önceki gün “Taraf” gazetesinde Neşe Düzel’e açıklamalarını bir daha okuduk: “Yıllar önce Şam’da yaptığım röportajda Öcalan bana ‘Bu işi bitirirsem beni bitirirler’ dedi.”

Susurluk davası yargıcı Sedat Karagül’ün bir tespiti daha vardı: “İzler devletin ta zirvelerine kadar tırmanıyor. Bu işe bulaşmayan yok gibi.”

O yüzden bugüne kadar “Bir tuğla bile çekilemedi”, herkes köhneleştiğini, çürüdüğünü, çöplük eve dönüştüğünü bile bile, göre göre o “Yapı”dan uzak durdu.

O yüzden Susurluk davası neredeyse bir fail-i meçhul olarak kaldı.

Tarih Türkiye’ye, Ergenekon davasıyla ikinci ve son bir şans daha verdi. Keşke 13’üncü Ağır Ceza Mahkemesi sadece uzun ve karanlık bir dönemin dehlizlerinde iz sürmekle yetinmeyip, ayrıca bir “Hakikat Komisyonu” gibi de çalışabilse.

Kurbanların çığlıkları, cellatların vicdan azapları ancak o zaman dinebilir. Çok ortaklı terör holding ancak o zaman feshedilebilir. Türkiye’de barış umutları ancak o zaman filizlenebilir.

Sabah, 22.10.2008

Erdal Şafak

23.10.2008


Devleti koruya koruya demokrasinin içine ettik!

Bir ülkede ‘devleti korumak’ adına cinayetler işlenirse...

Bu cinayetlerin üstü faili meçhul perdesiyle örtülürse...

Bir ülkede ‘devleti korumak’ adına darbe suçları ört bas edilirse... Darbe tertiplerinin hesabı sorulmazsa...

Bir ülkede ‘devleti korumak’ adına işlenen -Otuz yıl önceki 16 Mart Katliamı gibi- bazı katliamlar karanlıkta bırakılırsa...

Bir ülkede ‘devleti korumak’ adına, kolları devlet içine uzanan çeteler görmezlikten gelinirse... Bu çetelerin darbe kışkırtıcılığına dönük siyasi cinayet ve provokasyonları gözardı edilirse...

O ülkede demokrasi olmaz.

Hukuk devleti olmaz.

İnsan hakları düzeni olmaz.

Özgürlükler düzeni olmaz.

Ve devleti korumak adına bütün bu suçların hesabını soramayan bir ülkede, doğru dürüst barış ve istikrardan söz edilemez.

Türkiye böyle bir ülke.

Bu süreç yıllardır yaşanıyor.

Rahatça denebilir ki:

Bu ülkede devleti koruya koruya demokrasinin içine ettik.Hukukun içine ettik.

İnsan haklarının içine ettik.

Güneydoğu’da özellikle 1990’larda patlayan ‘faili meçhul cinayetler’in sayısı 1200’ün üzerinde. ‘Derin devlet’in o tarihlerde ‘devleti korumak’ adına insanları takır takır temizlediği konusunda herhangi bir kuşku yok.

Devlet de bilir bunu.

Örneğin, 1997’de Başbakan Yılmaz’ın talimatıyla Başbakanlık Teftiş Kurulu’nca hazırlanan bir rapor vardır. Başkan vekili Kutlu Savaş’ın imzasını taşıyan bu raporun 9. sayfasında şu satırlar yer alır:

“...PKK ile mücadele eden devlet güçlerinin tepkisini, öfkesini ve bazı şedit davranışlarını anlamak ve mazur görmek mümkündür. Hatta zaruridir.”

Ne demek bu tespit?

Kanun dışılığı mazur göstermek mi devleti korumak adına?.. Kötü muameleyi, işkenceyi ya da faili meçhul ve yargısız infazı gerekçelemek mi? Raporun 23. sayfasından:

“YEŞİL’in nasıl bir kişilik olduğu, etrafına topladığı itirafçılarla haraç, gasp, haneye tecavüz, ırza tecavüz, soygun, öldürme, işkence, adam kaçırma v.b. gibi çeşitli olayların faili olduğu bilinirken, kamu otoritelerinin kendisiyle işbirliği yapmaya devam etmesini izah etmek güçleşmektedir.”

Daha çarpıcısı 75. sayfadan:

“1990 yılında JİTEM’de bazı köklü değişiklikler oldu. Asayiş Bölge Komutanlığına Hikmet Köksal Paşa getirilmiş, gruplar oluşturulmuştu. JİTEM’in başına da VELİ KÜÇÜK PAŞA (o zaman albaydı) getirilmişti. 1990 yılında yakalanıp serbest bırakılan bazı itirafçılar asker kimliğiyle JİTEM Grup Komutanlığına alınmışlardı. JİTEM’de bu itirafçıların sevk ve idareleri için bana görev çağrısı yapıldı. JİTEM çatısı altında illegal bir oluşuma gidildi. Diyarbakır ve çevresinde PKK ile ilgili olduğundan şüphelendiğimiz hemen herkesi infaz etme yetkimiz vardı. Bu insanları yakalayıp, suçu varsa tespit edilip adalete teslim etmek yerine, faili meçhul bir şekilde öldürmeyi bir yöntem olarak benimsemiştik. Bizden istenen buydu ve bu yönde talimat alıyorduk. Bu çalışmalar beş ay sürdü.” (İbrahim Babat’ın ifadesinden)

Bu satırları bir daha okuyun.

Şüphelileri derhal infaz etmek!

Adalete teslim değil infaz...

Faili meçhul şekilde öldürmek!

Özellikle 1990’larda yaşandı bütün bunlar. “Devletin ağzı süt kokmaz!” diyenler de, ‘devletin korunması’ adına bütün bunları savundu ya da görmezlikten geldiler.

1990’ları iktidar mevkilerinde, devletin başında geçiren Demirel’in “Devlet bazen rutin dışına çıkar” sözü de bu çerçeve içinde mi yer alıyor, bilemiyorum.

Ama bildiğim birşey var.

Devlet içinde adına Susurluk denilen hukuksuzluk, kanun dışılık cezasız kaldı; hesap sorulamadı hukuk adına.

Hatta o kadar ki, Susurluk Raporu’yla 10 klasör tutan ekleri devlet eliyle mahkemeye, Susurluk Davası’na bile gönderilmedi. Devlet, yargıdan belgeleri saklamış oldu.

Böylece Susurluk karanlıkta kaldı.

Şimdi sıra Ergenekon’da mı?

Susurluk’un bir devamı sayılabilecek Ergenekon da karanlıkta mı kalacak?

Yine demokrasi mi kaybedecek?

Ve akla takılan bir soru:

Başbakan Erdoğan, Başbakan Yılmaz’ın 1997’de yaptığını neden yapmadı?

Daha 2004’de, 2005’de ordu içindeki SARIKIZ, AYIŞIĞI isimlerini taşıyan darbe tertiplerini aydınlatmak için Başbakanlık Teftiş Kurulu’nu harekete geçirebilirdi.

Düğmeye basmadı, neden?

Şemdinli’de de hareketsiz kaldı.

Bundan üç dört yıl önce bir şeyler yapabilse, düğmeye bassa, Ergenekon’un köklerine çok daha önce inebilirdi.

Ama hâlâ inilemiyor.

Neden yapmadınız Sayın Başbakan?..

Bu ülkede devleti koruya koruya demokrasi ve hukuk devletinin içine edildiğinin yoksa farkında değil misiniz diyemeyeceğim ama, neden düğmeye basmadınız o tarihlerde?..

Neden?..

Milliyet, 22.10.2008

Hasan Cemal

23.10.2008


Çocuklarımız neden başarısız?

İzmir Milli Eğitim Müdürlüğü öğrenci, veli ve öğretmenlerden oluşan 30 bin kişiye derslerdeki başarısızlığının nedenlerini sormuş. Velilerin ortak görüşü şu olmuş: Suçlu televizyon ve internettir.

E normal!

Topu her konuda taca atan, gerçeklerle yüzleşmekten korkan, sorumluluğu üzerine almamak için her çareye başvuran, fikir yürütürken hep kaçak dövüşen bir toplum için başarısızlığın mazareti televizyondur.

Artık ona internet de eklendi.

Hayatımızda bir olumsuzluk mu var; vur ekrana!

Üstelik televizyonu ve interneti tu kaka edince aydından sayılıyorsun! Öğrenciler de ders notlarının düşüklüğü konusunda anne babalarının görüşünü desteklemişler: Televizyon ve internet başında çok zaman geçirdiklerini söylemişler. Ne diyebilirlerdi ki...

Çünkü çok kırgın ve alabildiğine cesur olacak kadar yalnız bırakılmış olanlar bir kenara...

Hiçbir çocuk böyle anketlere kolay kolay “zayıf notlarımdan benimle ilgilenmeyen annem babam ve yeni doğan kardeşim sorumludur” cevabı vermez.

E, herhalde “tamamen üniversiteye girişe odaklanmış, bir çoğumuzu insan posası haline dönüştüreceği baştan belli bir sistem için kafa patlatmak içimden gelmiyor” diye söylev çekecek halleri de yok bu çocukların!

Peki öğretmenlerin ortak görüşü neymiş, biliyor musunuz? Onlara göre öğrencilerin zayıf notlarının arkasında aile problemleri ve velilerin ilgisizliği yatıyormuş. Öğretmenler “aile içi huzursuzluk” faktörünün altını özellikle çizmişler. Haksız mı öğretmenler? Haklılık payları var.

Ama doğrusu; “madem öğrenci başarısız, bu aynı zamanda bizim de başarısızlığımızdır” diyecek kaç öğretmen çıkar, merak ediyorum.

Oysa dünyanın hangi ülkesinde olursa olsun öğrenci başarısızlığının ciddi ve bilimsel bir analizine ihtiyaç duyduğunuzda... İlk öne çıkan faktörler şunlar olur.

1- Amaçsızlık...

Öğrencilerin önüne onları çalışmaya yürekten ikna eden bir amaç koyuyor musunuz?

2- Odaklanma zorluğu...

Öğrencilerin okula ve derslere odaklanmasında sosyal ve ekonomik ortamdan, aileden veya ruhsal özelliklerinden kaynaklanan bir odaklanma zorluğu var mı?

3- Dayanışma-işbirliği güçlüğü...

Öğrencilerin takım çalışması yapma, arkadaşlık ve birbirini olumlu etkileme yönünde bir eksiği var mı? Oturduğunuz mahalleden ait olduğunuz sosyal sınıfa kadar birçok şey bunu etkiler. Haydi, şimdi tartışalım bakalım: Bu faktörlerin televizyon ve internet önünde vakit geçirmeyle ne kadar ilgisi var? Çocuklarımız başarısız. Çünkü onları seviyor olmamızın onlarla gerçekten ilgilenmeye yetmediğini bilmek istemiyoruz.

Çocuklarımızın canı sıkılıyor, baskı altındalar.

Çünkü çıkıp bizim yerimize yarışsınlar; bizim yerimize başarsınlar istiyoruz. Çocuklarımızın notları zayıf.

Oysa veli, öğretmen, mahalle ve toplum olarak kendimize baksak göreceğiz: Bizim de hayat dersinde aldığımız “kırık”lar sürekli artıyor.

Onların ne günahı var! Bizim günahımızsa çok!

Sabah, 22.10.2008

Haşmet Babaoğlu

23.10.2008


Jandarma neden yetersizdi?

Toplumdaki genel algılamaya göre; ya Jandarma işin ciddiyetini pek kavrayamadı ya da Ergenekon yandaşlarına müsamaha gösterdi!

İkisi de vahimdir. Açıkçası ben bir yöneticinin hatasını koca bir kuruma yüklemek istemem. O nedenle ‘basiretsizlik’ demekle yetinmek istiyorum.

Bırakın duruşma salonunu, dışarının hali neydi öyle. Ellerindeki sopalarla hem medyayı hem yargıyı etki altına almak isteyen terör örgütü yandaşları Silivri’yi nümayiş alanına çevirecek, bir Allah’ın Jandarması etrafta olmayacak.

Abdullah Öcalan böyle mi yargılandı?

Mudanya’da gazetecilere en fazla 300 metre yaklaşabildiler. Öcalan’ın avukatları bile taciz edilmedi, edilemedi.

PKK’ya karşı bile gösterilen duyarlılığın, tıpkı onun gibi silahlı terör örgütü Ergenekon’un üzerine giden medya kuruluşları ve mensuplarından esirgenmesi dikkat çekicidir.

Denebilir ki, Mudanya’da tedbiri emniyet aldı, burada jandarma var. Ne fark eder? Silivri kimin sorumluluk alanındaysa gerekli tedbirleri alacaktır, imkanları sınırlıysa ilgili birimlerden destek isteyecektir.

Beceremiyorsa, kenara çekilecektir.

Bir emekli paşanın ‘Bazen hakimleri korkutmak için evlerinin önünde bomba patlatırdık’ sözlerine rahmet okutan yaklaşımlar devam edecekse eğer, asıl facia o zaman patlar. Hrant Dink cinayetinde kimi mensuplarının hala hesap veremediği Jandarma, altından kalkamayacağı yeni faturaları üstlenmek durumunda kalır.

Üzülerek belirtmeliyim, Silivri’de Ergenekon’un üzerine giden medya mensuplarının can güvenliği yoktur. Aynı şekilde mahkeme heyetinin de...

BURADA JANDARMAYI UYARIYORUM

Yarın sakın ola ki; ‘Haberimiz yoktu’ demeyin, ‘İnsansız hava araçlarından elde edilen görüntüler Silivri’ye değil Kandil’e aitti’ bahanesine sığınmayın, ‘İstihbarat raporları sahtedir’ savunması içinde hiç olmayın.

Star, 22.10.2008

Şamil Tayyar

23.10.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır