"Gerçekten" haber verir 09 Kasım 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 

Basından Seçmeler

Ulusalcılara Washington’dan kötü, AKP’nin Ankara’sından iyi haberler

Barack Obama’nın Amerikan başkanı seçilmesi Ankara’da iç politik dengeler açısından kartların yeniden karılması anlamını taşıyor. İlk değerlendirmeler Ankara’da ulusalcı darbe yapmak isteyen çevrelerin Washington’daki etkinliklerinin azalacağı yönünde. Nitekim Prof. İhsan Dağı Zaman’daki köşesinde, Obama’nın zaferini ulusalcıların Amerika’yı kaybı gibi değerlendiriyor. Biz, ulusalcıların çalışma şekli olarak “birebir” “kafakol”a alma yöntemini uyguladıklarını bildiğimizden İhsan Dağı kadar umutlu değiliz. Nitekim Washington’da gördüğümüz kadarıyla ulusalcı çevrelerle ilişkileri olanlar epeydir yeni yeni arayışlar içindeler ve “kafalayabilecekleri” kişilerin listeleri üzerinde çalışmaya başlamışlar bile. Bu çalışmaların ne kadar başarılı olduğu/ olmadığı hiç kuşkunuz olmasın çok yakın bir zamanda Ankara’dan da hissedilmeye başlayacaktır.

Peki, ulusalcılar Washington’da neyi kaybetti? Ulusalcıların Washington’da kaybettikleri şu: Zemin ve Momentum. Yani şimdiye kadar kurdukları ilişkilerin zemini kaydı ve onlar yeniden bir zemin oluşturmak için birebir ilişkiye başladılar. Momentum kaybettiler çünkü Obama’nın demokrasi vurgusu ve Bush yönetimi şimdiye kadar ne yaptıysa onun tersini yapmak isteyen bir politik duruş sergilemesi ulusalcıların Washington’daki hızlı çalışmalarını önemli ölçüde sekteye uğrattı.

Buna karşın ulusalcıların Ankara’daki çok güçlü kaleleri de ellerine geçirdikleri gözlemleniyor. Hatırlamakta yarar var: Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ yeni görevinin ikinci gününde Ergenekon tutuklularına resmen “insani” bir ziyaret yaptırttı. O insani geziden sonra Ankara’da siyaset elitinin tercihini ne yönde kullanmaya başladığını söylemeye gerek yok sanırız. Son iki ayın “Ankara Hatırası” fotoğraflarına baktığımızda, Ankara’da “insani ziyaret” sonrasında asker-siyaset ilişkisinde harika bir “uyum"un varlığı kolaylıkla gözlemlenecek.

Hatta bu yakınlaşma öyle bir noktadaki; Eğirdir Komando Okulu sunumunda yerdeki boş G3 kovanlarından toplayan Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek’e, İlker Başbuğ espri(yle): “Aman iyi sakla, Ergenekon’dan içeri girersin!” takılmasında bile bulundu.

İşin daha da anlamlı ve ilginç olan yönü, başbakan yardımcısı ve hükümet sözcüsünün televizyon televizyon dolaşıp şakayla yediği golü çıkarmaya çalışması... Cemil Çiçek Show TV’de: “Ben, dar kapsamlı bir ziyarette olup biteni dışarıda açıklamak gibi bir gayrı ciddilik içinde olmam. Eğer böyle bir latife olduysa, muhakkak karşılığında da bir şeyler verilmiş olabilir. O haberi kim verdiyse, fikir namusu gereği geri kalan kısmını da söylemiş olması gerekir. Dışarıya verilmemesi gereken bazı ayrıntılar veriliyorsa, ortada düşündürücü bir husus vardır. Ben hâlâ o ziyaretin sorumluluğunu üzerimde taşıyorum,” değerlendirmesinde bulunuyor. Ama hemen sonrasında Genelkurmay Başkanlığı İletişim Daire Başkanı Tuğgeneral Metin Gürak’tan hızla cevabi bir değerlendirme geliyor: “Üzerinde durulacak bir konu değil.” Nasıl? (...)

Elbette Ankara’da ulusalcılar lehine olan gelişmeler, Genelkurmay Başkanı’nın Ergenekon mahkemesi sürerken verdiği—şaka—mesajla sınırlı değil. Burada hükümete verilen ‘Terörle Mücadele Brifingi” sonrasında yaşanan garabetleri de akla getirmek gerekiyor. Yeni Şafak, Zaman ve Sabah gazetelerine “hükümete yakın kaynaklarca” sızdırılan haberlerin arkasından gelen yalanlamayı da bu kapsamda değerlendirmekte yarar var. Buna göre, hükümet askerin kendilerine verdiği brifing sonrasında rol çalıp “askeri ikna ettik” mesajı vermeye çalışıyor. Ama bir gün sonrasında da, kendi ayağına kurşun sıkan bir açıklamayla kendi sızdırdığı haberi yalanlamak zorunda kalıyor. Acaba bu çelişkili durum kimin hanesine kredi olarak yazılıyor? Tabiî ki AKP aleyhine canla başla muhalefet yapan ulusalcıların.

Bütün bunlara ilaveten, bir de başbakanın “tek ulus” kavramını “ya sev ya... git” tonunda söylediği anlatımlarla düşünmek gerekiyor. Başbakanın içinden çıktığı toplumu ve geçmişte nelerle nasıl mücadele ettiğini hiç bilmeyen bir kişi, yalnızca Erdoğan’ın son iki haftada yaptığı konuşmaları ve tonlamalarına bakarak, onun hakkında bir hükme varsaydı acaba ne düşünürdü? En hafif değimiyle; “iflah olmaz bir Kürt düşmanı” demezdi değil mi?

Sanırız Erdoğan’ın bu çizgiye gelmesi Anayasa Mahkemesi’nin AKP’yi kapatma(ma) kararı çerçevesinde hazırlanan bir proje kapsamında oldu. O kararı çıkarttırmak için farklı çevrelerle görüşmeler yapanlar, sonuçta mahkemedeki askerî üyenin oyu ile AKP’yi “kurtaranlar”, Erdoğan’ı bu kurgulanan çizgiye çekmeyi önceden planladılar mı ne?

Hatırlarsanız biz bu konuda daha önceden ne yazmıştık? “Anayasa Mahkemesi’nden çıkarılan AKP’nin kapatılmama kararı, AKP içindeki “devletçiler” ile “demokratlar” denkleminde dengeyi, devletçilerden yana değiştirmiş olmalı. Zira kararın bu yönde çıkması için gerekli kulis faaliyetleri ve eğer varsa pazarlıkları yürütenler bunlardı. ...önümüzdeki günleri bekleyip AKP içindeki “devletçilerin” “demokratlara” karşı belirgin bir şekilde ne kadar güçleneceğine bakmak gerekiyor. ...en azından laikçiler “uzlaşma” adı altında AKP’den yeni “kapitülasyonlar” bekleyecekler. İstenecek kapitülasyonların üst sınırının Ergenekon uzlaşması olup olmayacağını bilmiyoruz ama alt sınırının ne olduğu belli: Türban talepleri bir daha açılmamak üzere gömülecek... AKP bu konuda bir şey yap(a)maz olacak.”

Sanki Ankara’da o “kadim” kural bir kez daha egemen oldu: Ankara dönüştürülüyor mu ne?(...)

Taraf, 8 Kasım 2008

Önder Aytaç, Emre Uslu

09.11.2008


Boş kovan

Eğirdir Dağ Komando Okuluna Başbakan Erdoğan ve kabinenin güvenlikten sorumlu bakanlarının ziyaret görüntülerini televizyondan izlemiştik. Genelkurmay Başkanı Başbuğ, komando erlerin en zor koşullara dayanacak şekilde aldıkları eğitimi hükümet üyelerine gösterdi. Başbuğ ve Erdoğan’ın askerlerle sohbeti ekranlarda yer aldı.

Kameralara yansımayan bir espriyi de gazeteler yazıyor.

Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek’in, G-3 tüfeğiyle yapılan atışlardan geriye kalan iki boş kovanı “hatıra” olarak alması üzerine İlker Başbuğ, “Aman dikkat et, iyi sakla. Ergenekon’dan içeri girersin” diye uyarmış.

Çiçek de Başbuğ’un esprisine karşılık vermiş ama ne dediğini açıklamıyormuş!

Ergenekon davası, 500 gün süren uzun bir soruşturma döneminin ardından Silivri’de başladı ancak henüz iddianamenin okunması tamamlanmadığı için kamuoyunun merak ettiği “derin” olaylar ve bağlantıları konusunda aydınlanabilmiş değiliz.

Soruşturmanın özü, “darbe” planlamasını da içerecek şekilde hükümeti ortadan kaldırmaya yönelik bir örgütlenmenin Türkiye’yi kaos ortamına sürükleyecek “terör” eylemlerine yönelmesine ilişkindir.

Savcılık, “Ergenekon” adlı gizli örgütlenmeyi açığa çıkarmanın peşinde.

Dava, “Susurluk”un ikinci perdesidir.

Susurluk’ta dokunulamayan Veli Küçük, Ergenekon’da başroldedir.

İki emekli orgeneral, Eruygur ve Tolon’un tutuklanmasıyla 2003-2004’te hazırlandığı öne sürülen “Sarıkız”, “Ayışığı” gibi darbe planlarının “ikinci” iddianameye konu olacağı beklentisine girilmiştir. Ancak telefon dinlemeleri ve binlerce sayfalık ifade tutanakları, Ergenekon’u sulandıracak pek çok dokümanı da içermektedir.

Başbuğ, “hatıra” kovan toplayan Çiçek’i “Dikkat et, Ergenekon’dan alırlar” diye uyarmaktadır!

Bu espriyle, Cumhuriyet gazetesine atılan bombaların kaynağı olarak gösterilen “Ümraniye cephaneliği”ne gönderme yapılmaktadır: “G-3 kovanlarını iyi sakla...”

Kısa dönem askerlik yapmamıza karşın, “Tüfeğini, mermini kaybedersen askerliğin bitmez!” diye öğretmişlerdi. Üzerindeki giysinin, postalın bile zimmetlendiği kışlalardaki onca el bombasının emekli subayların evlerinde çıkması “askerlik hatırası” olarak görülebilir mi?

Ergenekon davasının en önemli yanı, Ümraniye’de ele geçirilen bombalar ile Cumhuriyet gazetesi ve Danıştay saldırısının failleri arasındaki bağlantıyı “kanıtlama” uğraşıdır.

Emekli Yüzbaşı Muzaffer Tekin, Danıştay suikastını gerçekleştiren Alparslan Arslan’ı şirketinde avukat olarak çalıştırması nedeniyle bu davanın kilit sanığıdır.

“Boş kovan” esprisiyle Ergenekon’un içini boşaltmadan önce mahkemenin sonucu beklenmeli. Yargı süreci gölgelenmemeli.

Milliyet, 8 Kasım 2008

Derya Sazak

09.11.2008


Hükümetin Kürt politikası ve pompalı tüfek…

Kötü yönetim kendisini tez belli eder. Devlet, siyaset, siyasi partiler gibi türlü katmanlarda karşımıza çıkar.

Durum özellikle Kürt sorununda böyle…

Ortada kötü yönetim kaynaklı ciddi ve mutlak bir başarısızlık var.

Başarısızlığın kriteri ise var:

Demokrasiden, devlet kurumlarıyla, siyasi iktidarıyla, muhalefetiyle, sorunu birinci elden temsil eden siyasi partileriyle uzaklaşma…

Demokrasiden uzaklaşmanın bedeli, şiddetin siyasete egemen olması ve meşrulaşmasıdır.

Türkiye 1980’lerden beri yaşadığı kıskacın içine, “şiddet versus şiddet” batağına batmış bulunuyor.

Son günlerde DTP’yi sıkça eleştiriyoruz.

DTP’yi temsil ve siyaset imkanını, şiddeti şiar edinmiş politikalara lojistik destek unsuru kıldığı için eleştiriyoruz.

Biliyoruz ki sorunun çözümü ön koşul olarak devlet ve siyaset alanının demokratikleşmesi kadar, Kürt siyasi alanının çoğulculaşması ve demokratikleşmesi…

Ve DTP’nin aksi istikametteki politikaları, sokak gösterilerini örgütlemesi, hükümete “buraya gelme” mesajları vermesi bu gelişmeyi zorlaştırdığı kadar, Türkiye genelinde demokrasiye ve siyasete inancı zayıflatıyor.

Bu tavrın başta Kürtler olmak üzere kimseye faydası olmadığı ve olmayacağı açık.

Ancak bir de madalyonun diğer yüzü var:

Siyasi iktidar bu konuda DTP’yi bile geride bırakacak bir politika izliyor.

DTP Kürt politikasını ne denli kötü yönetiyorsa, AK Parti de kendisini o denli politikasızlığa mahkum ederek, ulusal düzeyde kelimenin tam anlamıyla kötü bir yönetim ortaya koyuyor.

AK Parti’nin Kürt politikasını da sıkça eleştiriyoruz.

2005 Ağustos’unda başbakanın yaptığı Diyarbakır gezisi ve konuşması sonrası, AK Parti’nin adım adım Güneydoğu’da insanların yaşadığı ve bu insanların aş ve iş kadar derin kültürel taleplerinin olduğu gerçeğine arkasını döndü.

Para ve oy üzerine kurulu asayiş kokulu politikaları izlemekle yetindi ve çeşitli imkânları kullanamadı.

Ancak beteri de var…

Son günlerde Güneydoğu’da yaşanan sokak gösterileri, DTP’nin başbakana yönelik meydan okumaları üzerine Tayyip Erdoğan’ın kullandığı dil, hükümetin bu konuda bir adım daha gerilediğini gösteriyor.

Başbakan bir süre önce bir gazetecinin, “İstanbul’da bir vatandaş PKK sempatizanı gruba pompalı tüfekle kendince müdahale etti; bu konuda vatandaşlara ne tavsiye ediyorsunuz’ sorusuna şu inanılmaz yanıtı vermedi mi?

“Vatandaşlarıma özellikle sabır tavsiye ediyorum. Fakat tabii bu sabır nereye kadar olacak. Bunun da endişesi içerisindeyim. Eğer siz vatandaşın mağazasının camlarını indirirseniz, vatandaşın hayatına kast ederseniz hayatına kast ettiğiniz vatandaş kalkıp da eğer elinde böyle bir tedbiri böyle bir imkânı varsa, o da kendini savunma yoluna gidecektir…”

Bu sözleri sarfeden başbakan…

Bu sözler sadece ürkütücü değildir, aynı zamanda bir bakışın izdüşümüdür.

Bu bakış en basit ifadeyle “siyaset ve demokrasiden vazgeçmiş, kendisi askeri dil ve mantığa bırakmış bir tutum”u resmetmektedir.

Bunun adı ise “kötü yönetim”dir…

Kötü yönetim hem Kürt sorunu, hem asker-sivil dengesi, hem ülkenin geleceği açısından son derece umut kırıcıdır.

Fehmi Koru, boşuna “Obama gibi başladılar bugün Bush noktasına geldiler” demiyor,

Hasan Cemal, boşuna “Demokratikleşme süreci, Çillerleşmeye dönüştü” demiyor…

AK Parti hızla 2005’e geri dönüş yapmalı…

Zira demokratik dil ve yöntem dışında sorunu çözecek başka dil ve yöntem yok…

Yeni Şafak, 8 Kasım 2008

Ali Bayramoğlu

09.11.2008


Yoldaki diken

AB’de Türkiye’nin destekçileri bir süredir birlikte hareket ediyorlar. Bu amaçla gayriresmi bir oluşuma gittiler. Buna bir tür “Kulüp” ya da “Türkiye’yi sevenler derneği” diyebiliriz.

Kulüpte İngiltere, İtalya, İspanya, Polonya gibi AB’nin—nüfus ve ekonomik güç açısından—ağır topları arasında sayılan ülkelerin yanı sıra Çek Cumhuriyeti, Estonya, Litvanya ve İsveç de yer alıyor. Saydığımız dostların dışişleri bakanları, diplomatları zaman zaman bir araya gelip AB organları ve kurumlarında Türkiye karşıtlarının hamlelerini boşa çıkarmak için taktik geliştiriyorlar, strateji belirliyorlar. İşte bu kulübün son ama en ateşli üyelerinden Çek Cumhuriyeti’nin başkenti Prag’dan grubun “Doğal lider”i gösterilen İngiltere’nin başkenti Londra’ya geçtik. Londra programını anlatmadan önce Prag’daki yoğun görüşmelerde aldığımız mesajları özetleyelim. (Malum, Çekler yıl başında AB dönem başkanlığını üstleniyorlar, o nedenle söylediklerini önemsemek gerekiyor.) Dedikleri şu:

* Kıbrıs: AB, Kıbrıs Rum kesimini üyeliğe alarak çok büyük bir hata yaptı. Ama bu hatanın bedelini siz ödüyorsunuz. Sorry!

* AB süreci: Herkes sorumluluğunu üstlenmeli. Türkiye, Kopenhag kriterlerini tam olarak uygulamak ve içselleştirmek, o aşamaya gelince AB de kapıyı açmak zorunda. (...)

Gerek Roma’da, gerekse Prag’da diplomatlarımız—ağız birliği etmiş gibi—bizi aynı uyarıyla uğurladılar: “AB sürecinde dışarıda, buralarda pek sorun yok. Aman içeriye çeki düzen verin.”

İçeriye çeki düzen vermekle, yeni Anayasa yapılması veya 1982 Anayasası’nda köklü değişikliği (Anayasa Mahkemesi’ndeki parti kapatma davaları bu konuyu AB’nin Türkiye’den beklentilerinin ilk sırasına taşıdı), hukuk reformunu, Kopenhag Kriterleri’ne yaklaşmak için atılması gereken diğer adımları kastediyorlar. Tabii bir de geçmeyen baş ağrılarımızı: Kıbrıs, Ermeni iddiaları, Fener Patrikhanesi ve Heybeliada ruhban okulu gibi.

Londra’daki bir çuval incir

(...)Babacan ile İngiltere Dışişleri Bakanı David Miliband’ın dün sabah bizim de izlediğimiz ortak basın toplantısında Londralı meslektaşlarımız, AB sürecini, iki ülke arasında mükemmel düzeye ulaşan ilişkileri, (...) ellerinin tersiyle itip sadece bir konuya odaklandılar: Prens Andrew’in eski eşi York Düşesi Sarah Ferguson’un İstanbul-Zeytinburnu ve Ankara-Saray’daki zihinsel engelliler rehabilitasyon merkezlerini ziyaretlerinde çekilen gizli görüntüler.

İngiltere’nin en çok izlenen kanallarından ITV, bir hafta süren tanıtım kampanyasından sonra tam da bizim Londra’ya ayak bastığımız saatlerde o görüntüleri yayınladı ve kıyamet koptu. Nasıl kopmasın; vücutlarında yaralar, morluklar, şişler, yanıklar bulunan, kimi bağlanmış, kimi küçücük bir odaya kapatılmış onlarca çocuk.

Babacan yağmur gibi yağan soruları cevaplamaya, olayı anlatmaya çalıştı ama heyhat.

Çok başarılı geçen gezinin son durağında ayağımıza iri, çıkarılması da epey güç bir diken battı.

Yığınakta yapılan hata bir kez daha savaş alanında yıkıcı etkilerini göstermişti. Malatya’daki yurt faciasında, haydi ondan vazgeçtik, daha sonra benzer kurumlarda patlak veren rezaletlerde siyaseten hesap sorulsaydı, ilgili bakan sorumluluğunun gereğini yerine getirseydi, Londra’da ayağımıza bu diken batmayabilirdi.

Yurda ayağımız, kalbimiz ve vicdanımız yaralı olarak dönüyoruz.

Sabah, 8 Kasım 2008

Erdal Şafak

09.11.2008


Ergenekon'a veda

(...) Dün AKP kadrolarında bir değişim oldu.

Dengir Mir Fırat, görevinden ayrıldı.

Fırat'ın ayrılması belki bir parti hakkında karar vermek için yeterli olmayabilir.

Ama yerine kim geldi?

Abdülkadir Aksu.

AKP'nin içinde Cemil Çiçek'le birlikte devletin en muhkem “yandaşı” olan ikinci isim.

İçişleri Bakanlığı sırasında Ergenekon soruşturmasıyla ilgili ciddi hiçbir adım atılmayan siyasetçi.

Yanılmayı çok isterim ama bundan sonra Ergenekon soruşturmasının yavaşlayacağını derinlerine inilmeyeceğini, şu anda yakalanmış olanlarla yetinileceğini sanıyorum.

Avrupa Birliği konusunda da pekbir şey yapılmayacaktır.

Hukuk sistemimiz düzeltilmeyecek, siyasi yapımızdaki çarpıklıklar bir değişimden geçmeyecek, sivil bir anayasa yazılmayacaktır.

, Taraf, 8 Kasım 2008

Ahmet Altan

09.11.2008


Bu kimin işine yarar?

Bu soru, son dönem sansür meraklılarının sloganı haline geldi.

Diyelim bizim takım kendi sahasında yabancı konuk ağırlıyor. Seyirci sahaya şişe yağdırıyor. Kameralar görüntülüyor.

“Aman yayımlamayalım. Rakibin işine yarar. Türkiye zarar görür.”

Hooop, görüntüler “temizleniyor”.

Tabii şişe atanlar da...

Bir başka vaka:

Gardiyanlar içeri alınan zanlıya tekme tokat girişiyor. Öldüresiye bir dayak... Öldürüyorlar da nitekim... Olay kanıtlarla, tanıklarla belgeleniyor.

“Aman konuyu fazla dillendirmeyelim. Türkiye düşmanlarını sevindirmeyelim.”

Yani?

Ölen öldüğüyle kalsın, öldüren öldürdüğüyle...

Yeter ki Türkiye işkenceci damgası yemesin.

Öldürülenin ailesi buna isyan edip Türkiye’yi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne şikâyet mi etti?

“Sen ülkeni gâvura yargılatmaya utanmıyor musun!” taarruzları başlıyor.

* * *

Bu yaklaşımın sonucu şu:

Kafası bozulup sahaya şişe fırlatan fanatik, “Ülkeye zarar vermeyelim” refleksinin koruyucu kolları arasında kollanacağını bildiğinden saldırganlığa devam ediyor.

İşkenceci kendisini eleştirenleri “vatana ihanetle” ve Türkiye’yi dünyaya suçlu göstermekle itham ediyor ve dayağı sürdürüyor.

Peki biz söylemeyince dünya olup biteni bilmiyor mu?

Biliyor tabii... ama bu “devekuşu politikası” hem suçluları kollamaya yarıyor, hem muhalefeti sindirmeye...

* * *

Sarah Ferguson’un ITV için hazırladığı belgesel tartışmasında da aynı saçmalığı yaşıyoruz.

Programın içeriğinden çok “Sarah’ın kafasındaki art niyetler” tartışılıyor:

“Kesin Türkiye’yi karalamak, AB üyeliğimize engel olmak için yapmıştır.”

“Bu olsa olsa İngiliz turistleri Türkiye’den çekmek için İspanyolların tezgâhladığı bir oyundur” vs. vs...

Ya içerik?

O çocuklar gerçekten kollarından koltuğa bağlanıyorlar mı bağlanmıyorlar mı?

Bakımevinde insanlık dışı koşullar var mı yok mu?

Ferguson’un sinsi niyetlerinden ve “Bunları göstermek kimin işine yarar” meselesinden önce tartışılması gereken bu değil mi?

O niyet ne olursa olsun, bizim pisliğimizi temizlememiz gerekmiyor mu?

Skandalı sergileyen Türkmüş, yabancıymış fark eder mi?

İşlerine gelmeyen her haberin, programın, filmin ardında bir komplo arayanlar “Acaba anlatılan doğru mu?” ve “Gerçeği sansürleyerek daha ne kadar doğrulardan kaçabiliriz?” sorularını düşünmeleri gerekmiyor mu?

* * *

“Bu haberler kimin işine yarar” söyleyeyim:

Bakımevinde eziyet edilen çocukların işine yarar.

Sahada kafasına şişe yiyen futbolcuların işine yarar.

Karakolda işkence gören tutukluların işine yarar.

Onlar hiç olmazsa bir süre rahat ederler.

Bu haberler yetimhanedeki zalime, tribündeki fanatiğe, mahpushanedeki işkenceciye zarar verir belki, ama Türkiye’ye zarar vermez; tersine zulümden, fanatizmden, şiddetten, işkenceden arınmış bir ülke kurmamıza yardımcı olur.

O zaman da hepimizin işine yarar.

Milliyet, 8 Kasım 2008

Can Dündar

09.11.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır