"Gerçekten" haber verir 09 Aralık 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 

Basından Seçmeler

Kemalizm ve Baykal

Çarşaf kullananların oranı yüzde 2’den ibarettir; hiçbir sosyal etkinliği olmayan ve gittikçe küçülen bir kesimin kıyafeti.

Yaygın olan, geleneksel başörtüsüdür. Türban ise, daha modern bir tesettür biçimidir.

Tabii ki Baykal’ın amacı yüzde 2’den birkaç bin oy almak değil. Baykal görüyor ki, gardırop saplantısı CHP ile ahali arasında psikolojik bir duvar yaratmıştır.

Modernliği gardırop ve balolarla ölçen bir geleneğin partisi olarak CHP tarihen bir “eşraf ve bürokrat partisi”ydi; bu yüzden 1930 ve 40’larda “halktan kopuk” ve “hantal” bir oligarşik hizip haline gelmişti.

Bunlar benim değil, Şevket Süreyya’nın tespitlerdir.

Hatta Atatürk, 1930’da halkın muhalif Serbest Fırka’ya niye dört elle sarıldığını anlamak için yurt gezisinde çıktığında CHP’nin “hantallığına” karşılık, henüz kapatılmamış olan Türk Ocakları’ndaki fikri tartışmaların ve halkla ilişkilerin canlılığını görmüş, ciddi şekilde sitem etmişti.

***

CHP niye hantal?

Bugünkü CHP’yi ise bizzat Baykal şöyle anlatıyor:

CHP Genel Başkanı Deniz Baykal partisinin hantallığından şikâyet etti. Baykal, “CHP’de şu anda hantal bir işleyiş var ve parti bu yapısıyla gitmiyor, bunu değiştirmek görevi bizde” (Milliyet, 2 Eylül 2008)

1950’den beri oylar ortada zaten! Niye DP, AP, ANAP ve AKP örgütleri daima CHP’den daha canlı ve dinamik oluyor?!

Bu tablonun temelinde, toplumsal dinamiklerle, yani halkın şikâyet, ihtiyaç ve talepleriyle ne ölçüde irtibatlı olunduğu sorunu vardır!

CHP’nin “yukarıdan aşağıya” genleri, toplum kesimlerinde partiye doğru dinamiklerin gelişmesini engellemiş, en azından köreltmiştir. (...)

***

Siyasi itikat

Bugün de Baykal partisiyle halk arasındaki önemli psikolojik duvarlardan biri olan “gardırop ilericiliği”ni aşmak için “Tek Parti” geleneklerini eleştirmek, o geleneğin kendi halkına kendi başkentinin caddelerini bile yasakladığını hatırlatmak zorunluluğunu duyuyor!

Ve ‘Kemalizm müminleri’nin sert eleştirilerine maruz kalıyor.

CHP Genel Sekreteri olduğu sırada Ecevit’i de “Atatürk düşmanı” diye suçlayanlar olmuştu!

Merhum Nihat Erim’in vecizesi ünlüdür:

“CHP’nin Genel Sekreteri Atatürk’ü eleştiremez!”

Ecevit bu konudaki görüşlerini “Atatürk ve Devrimcilik” adlı kitabında anlatır.

Ünlü Kemalist yazarlar, Yakup Kadri’ler, Falih Rıfkı’lar da CHP’yi “Atütürk’e ihanet”le suçlayıp istifa etmemişler miydi?

Kemalizmin mutaassıp bir siyasi itikada dönüşmesi, dün de bugün de, en başta kendi partisini donduruyor; dogmatikleştiriyor, açılım yapılmasını engelliyor.

Halbuki, demokrasinin ‘rasyonel’i siyasi partilerin değişik kitleleri bir siyasi çatı birleştirerek “siyasal katılma”yı sağlamasıdır. CHP’nin ‘genleri’ öteden beri bunu engelliyor.

Baykal’a başarılar diliyorum; daha önemlisi, “açılım” teriminden korkmamasını ve CHP’nin ‘genleri’ne karşı Ecevit kadar kararlı olmasını diliyorum; başka türlü inandırıcı olamaz zaten.

Milliyet, 8 Aralık 2008

Taha Akyol

09.12.2008


Tek parti gömleği çıkacak mı?

‘Ben ‘Milli Görüş gömleğini çıkardık’ sözünü Tayyip Erdoğan’dan defalarca duydum, ama Deniz Baykal ve ekibinin ‘Tek Parti gömleğini’ çıkardığına en ufak bir emare görmedim.

CHP, tarihindeki pek çok karanlık sayfanın (İstiklal Mahkemeleri’nin, ‘kafatasçı’ tarih kongrelerinin, yahut Varlık Vergisi’nin) hesabını vermek şöyle dursun, yeni sayfalar eklemeye pek hevesli duruyor.’

Ama burası Türkiye; hızla değişen ve insanı şaşırtan bir yer. Sayın Baykal, tam da bu ‘Tek Parti gömleği’ konusunda enteresan bir adım attı ve ülkeye biraz renk getirdi. Bildiğiniz gibi, her şey birdenbire partisine bir grup ‘çarşaflı’ vatandaşı kabul etmesiyle başladı. Sonra kalktı, geçen Salı günü bir konuşma yaptı ve Tek Parti döneminin uygulamalarından birini açıkça eleştirdi. O devirde Ankara’daki Atatürk bulvarına ‘köylü kıyafetli’ vatandaşların sokulmadığını hatırlattı. ‘Tek Parti zihniyeti oydu, kıyafetini düzelt gel de öyle geç diyorlardı’ dedi. Ve artık böyle davranmanın yanlış olacağını izah etti.

Baykal’ın bu sürpriz çıkışı karşısında pek çok kişinin aklında ve dilinde ‘acaba samimi mi, yoksa oy kazanmak için mi böyle yapıyor’ sorusu var. Oysa bence bu pek anlamlı bir soru değil. Elbette, her siyasetçi gibi Baykal da oy kazanmak istiyor. Ve zaten siyasetçilerin oy kazanmak istemesinden daha tabiî ve doğru bir şey de yoktur. Toplumsal talepler bu sayede siyasetin gündemine girer.

Asıl soru, Baykal’ın bu çıkışının, yakında (ve özellikle de yerel seçimlerden sonra) sönüp gidecek, unutulacak bir ‘saman alevi’ olup olmadığı. Partisinin ve ‘laikçi medya’nın keskin küplerinden aldığı tepki, onu bir süre sonra yıldıracak mı? (...)

Sonunda her ne olacaksa olsun, Baykal’ın attığı bu adım, Türk siyasi tarihinde bir kilometre taşı oluşturdu. Bir CHP Başkanı’ndan Tek Parti devrine dair eleştirel şeyler duymak, Dokuzuncu Senfoni’den bile daha güzel geliyor kulağa. Eleştirilemez, sorgulanamaz bir tabu haline gelmiş olan bu demokrasi ve özgürlük yoksunu çeyrek yüzyılı (1925-50) aşmanın zamanı çoktan geldi de geçiyor. CHP’nin lideri bile bunu ima ediyorsa, önümüz biraz daha açık demektir.

Bu arada, bu vesileyle, tüm okurların Kurban Bayramı’nı tebrik ederim. Allah hepimize neşeli, huzurlu ve anlamlı bir bayram tatili nasip etsin.

Sayın Baykal’a ve izlediği yeni çizgiye gelince de, ne diyelim, Allah sonuna erdirsin.

Star, 8 Aralık 2008

Mustafa Akyol

09.12.2008


Aslolan

Klasik bir bardak hikâyesi değil bu. Boş kısım ile dolu kısım karşılaştırmasından çok derin bir mevzu aslında...

Soru şu mesela: bir dakikalığına hayatın donuklaştıran düğmesine dokunup her şeyi yerli yerinde durdursak ve kabaca bir parmak hesabı yapsak; bizi mutlu eden şeyler mi fazladır, yoksa mutsuz edenler mi?

Siz hesap kitap ile uğraşırken ben kestirmeden sonucu söyleyeyim: cevabı sonsuza kadar uzayıp gidecek bir sorudur bu. Uğraştıkça sayısız mutluluk da çıkarmak mümkün hayattan, mutsuzluk da... Mesele bakış, algılayış ve duruş meselesi...

O kadar acı ve korkunç şeyler yaşanıyor ki, insan olarak dayanmak mümkün değil. Boyutsuz vicdansızlıklar, tarifi imkansız kötülükler, bir dolu zalimlikler ve haksızlıklar. (...)

Tüm bu vicdansızlıklara, haksızlıklara ve kötülüklere bakıp da, bir çırpıda yer ile göğü yer değiştirmiyorsa Allah’ın Sabûr isminin büyüklüğü mevzubahistir.

Ve tabii masumiyetin, günahsızlığın, saflığın ve erdemin hâlâ bir umut oluşu da...

Bir krizdir tutturmuşuz misal olarak.

Bankalar diyoruz, krediler diyoruz, mevduat filan diyoruz. Sonra cari açık filan var örneğin. İktidarın krizi algılayamayışı, Başbakan’ın olaya mahalle esnafı düzeyinde bakışı filan diyoruz. Ağlayanlar, ürkenler, korkutanlar, battık batıyoruzcular filan gırla.

Sorunun kazığı şöyle: Krizsizlik bizi -sizi- ne kadar mutlu ediyordu ki, kriz mutsuz ediyor?

Kriz olmadan ne kadar şükrediyorduk ya da kanaat ediyorduk ki, krizde ağlayıp kendimizi paralıyoruz?

Huzursuzluktan daha büyük bir kriz var mı söyleyin Allah aşkına? Hangi ekonomik gösterge, para, pul, döviz bilmem kaç gecelik repo, valör (bunu yeni öğrendim cümle içinde kullanınca fiyakalı duruyor) filan bir dakikalık huzur hissinden daha iyidir ki?

Sonra bizzat mutsuzluğun kendisi bizatihi kocaman bir kriz değil midir?

Hani oyu bizim oyumuzla eşit olduğu için kıllandığımız bir çobanın sırtını ağaca dayayıp çektiği bir saatlik gamsız-tasasız uyku kaç İMKB endeksi büyüklüğündedir bileniniz var mı? (...)

İşte bu nedenle çok önemli bir fırsattır bayramlar. İlahi bir soluk, eşsiz bir merhamet adacığıdır inanan insanın hayatında. “Geldim” der bu yüzden yaratıcısına. ‘Nimetlerine şükür ile geldim...”

Meselenin künhü budur da, ne kadar anlatırsan anlat, zihinler örtünmüşse ideolojinin küflü tabakasıyla zordur anlaşılmak.

Ne ki her şeye inat koşmak lazım bayram sabahında... Tüm bu kusurları, hataları, günahları ve bilumum kötülükleri bilerek... El açmak, mağfiret dilemek, kendi sınırlarına dönmektir bayram...

Bilinç bu olunca ne ekonomik kriz örseler bedenleri ve ruhları, ne balçıktan yüzü dünyanın...

Dualar ve ilahi merhametin tavan yaptığı mutlu bir bayram... Hepimize...

Zaman, 8 Aralık 2008

Nedim Hazar

09.12.2008


Kurban ve Hz. İbrahim’i anlamak

Öyle bir adamdı ki, ateş onu ve kalbinin yüceliğini tanımış, yakmamıştı. Öyle bir adamdı ki, babasının yolunu ona saygıda kusur etmeden terk etmeyi bilmişti.

Öyle bir adamdı ki, ne güneşe ve yıldızlara kanmıştı ne de zalimin zulmüne boyun eğmişti.

Yeryüzündeki elçilerin “baba”sıydı.

Öyle yazıldı, öyle söylendi hikâyesi...

Bugün onu, yani Hz. İbrahim’ i hatırlatacağım size...

***

Neden?

Kısaca anlatayım.

Yıllar önce Yeni Yüzyıl’da yazmaya başladığımdan bu yana Kurban bayramlarında farklı yazılar kaleme aldım.

Kurban geleneğini güncel bir bakışla ele almaya karşı çıktım.

“Bu uygulama çağdışı bir şey” diyenlerle “bu uygulama özünde sosyal yardımlaşma-dayanışmadır” diyenlerin kısır tartışmasına girmek yerine insanlığın binlerce yıllık serüvenine eğilmeyi tercih ettim.

İlk yazılarımda bu geleneğin bütün toplumlar için geçerli antropolojik özelliklerinden söz ettim.

Sonraki yıllarda ilahi dinlerin öyküsünü ele aldım.

Mesele inanıp inanmama meselesi değildi.

Mesele binlerce yıllık anlatıların boş yere ortaya çıkmayacağını bilmekteydi!

Her şeyden önce...

Kurban edimi üzerine bütün öyküler bugün giderek unuttuğumuz kurban adabı nın aslında kurban âdetinden çok daha önemli olduğunu bize gösteriyordu.

***

Şimdi sıra Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’i kurban etmeye kalkışmasının ardındaki hikmeti anlamaya geldi.

İlahiyatçı değilim. Şükür, onların yapabileceği bir işe kalkışacak kadar kendimi kaybetmedim.

Hayır! Sıradan bir okur yazarın zihni ve görmüş geçirmiş bir kalbiyle yaklaşacağım Kur’an’daki anlatıya.

Yer dar! Biraz hızlı gideceğim elbette.(...)

Ne istendi Hz. İbrahim’den?

Oğlunu kurban etmesi, “boğazlama”sı istendi.

Hak yolunda kendi canını defalarca feda etmişti oysa Hz. İbrahim...

Hiç duraksamadan, gözünü kırpmadan hem de...

O halde İsmail’den vazgeçmesi ne anlama gelirdi?

Ondan “ sevdiklerinden “ vazgeçmesi isteniyordu.

Çünkü insanı yeryüzüne bağlayan canından çok sevdikleriydi.

İbrahim müthiş bir yol ayrımındaydı.

Yıllar boyu dualarla, dileklerle oğlunun yolunu beklemişti. Ona çok düşkündü!

***

Tam bu noktada Dr. Şeriati “İsmail’i kurban et” emrinde düz anlama değil derin anlama bakar ki, haklıdır. (“Nefsini öldür”deki öldürmek gibi...)

Sonra İsmail’i de bir özel addan çok bir sıfat olarak görmek gerektiğini söyler.

Bence haklıdır Şeriati, çünkü kurban olayının “ öz “ü tam da bu noktadadır.

Dönelim öyküye...

Her zaman Allah ne derse onu yapan Hz. İbrahim şimdi ne yapacaktır?

Bu buyruk karşısında teslimiyetin gücü babalık hazlarından daha mı hafif kalacaktır?

İblis girer araya.

Hz. İbrahim, zorlanır, düşer, kalkar...

Sonunda vakit gelir. Allah’ın emrine uymaya karar verir.

Ah, İsmail! Babasının çektiği sıkıntı nasıl da üzer onu! Boynunu uzatıverir.

Fakat bıçak!..

Orada çırılçıplak...

Orada apaçık biçimde kesmez bıçak.

İbrahim kızar, yere çalar bıçağı!

Ve birden bir koyun belirir.

Müjde ve mesaj gelir.

“Ey İbrahim sen emri yerine getirdin. Allah kurban edesin diye bu koyunu gönderdi.”

***

O gün de...

Bugün de...

Fakat belki de en çok bugün...

Ne anlama geliyor kurban?

Bunu anlamak için iki soruya cevap vermek gerek.

Bir... Hz. İbrahim olabiliyor musun? Yoksa kuru bir örf adet takipçisi misin?

İki... Senin İsmail’in ne?

Ali Şeriati şöyle açıyor bunu: “Başkasının bilmesine gerek yok, sen ve Allah bilsin yeter! Senin İsmail’in karın, kocan, mesleğin, şöhretin, servetin, gücün, makamındır belki...”

Sabah, 8 Aralık 2008

Haşmet Babaoğlu

09.12.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
Ufo ısıtıcılar, infrared ısıtıcı, kumtel ısıtıcılar.
GAZETE 1.SAYFA

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır