"Gerçekten" haber verir 29 Nisan 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formuİletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 

Basından Seçmeler

Komutan: Şemdinli’yi yakalım

Korgeneral Selahattin Uğurlu’nun dinleme ortamında yaptığı konuşmanın metnini okuyunca, Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un iki hafta önce Harp Akademileri’ndeki konuşmasını hatırladık.

“Devletin örgüte katılımın nedenlerini iyi incelemesi” gerektiğinden söz etmişti Org. Başbuğ.

“Dağ kadrosunun örgütten ayrılmasını sağlayacak yasal düzenlemeler yapılmasını” önermişti.

Daha da önemlisi, “Terörist de insandır” diye vurguladıktan sonra, şu uyarılarda bulunmuştu: “Terörle mücadelenin ana stratejik prensibi, bu mücadelenin insan odaklı olmasıdır. Mücadele, insanların kalbine ve beynine hitap etmelidir. Üzerinde önemle durulması gereken bir konu da, terörist ile masum bölge halkının karıştırılmamasıdır. Terör olaylarının yaşandığı bölgelerde, toplumun bütününü potansiyel terörist olarak görmek ve düşünmek, terörle mücadelede yapılabilecek en büyük hatadır.”

Org. Başbuğ’un konuşmasını o gün “ev sahibi” olarak Korg. Selahattin Uğurlu da dinledi. Çünkü halen Harp Akademileri Komutan Yardımcılığı görevini yürütüyor.

Ve üstü, en tepedeki komutanı, “Terörist ile masum bölge halkının karıştırılmaması” gereğinden söz ederken, “Terör olaylarının yaşandığı bölgelerde, toplumun bütününü potansiyel terörist olarak görmenin ve düşünmenin, terörle mücadelede yapılabilecek en büyük hata olacağını” vurgularken, o tam tersine teröre kitlesel karşı terörle cevap verilmesini istiyor.

***

TANRI UĞURLU’DAN KORUSUN

Önerileri, daha doğrusu görüşleri insanın kanını donduracak kadar korkunç, dehşet verici:

l “1984’teki baskınlardan sonra komutanıma ‘Eruh ve Şemdinli’yi yakalım’ dedim.”

l “Elimde 1925’te çok gizli derecede yazılmış, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın raporu var. Diyor ki: Önce tespit edeceksin, Ali, Veli, Hasan, Hüseyin... Önce ekinini yakacaksın. Zorbalık yapıyor, devam ediyor; hayvanını telef edeceksin. Uslanmadı; evini başına yıkacaksın. Yine uslanmadı; öbür dünyaya göç ettireceksin, kalanını da buradan def edeceksin.”

l “Yapılana misliyle, yüz katıyla cevap vermezsen, terör azgınlaşır.”

Korg. Uğurlu’nun durduğu çizginin sadece bir adım ötesinde Hitler’in “Nihai Çözüm” planları tetikte bekliyor. Ve ifadeleri, verdiği örnekler, o planları bile gözünü kırpmadan uygulayabileceğini gösteriyor.

Korg. Uğurlu, sıradan bir asker değil. Meslek hayatının çok büyük bölümünü Doğu ve Güneydoğu illerinde geçirdi. Terörle mücadelenin ön saflarında yer aldı.

İnsan ister istemez, yukarda birkaç örneğini verdiğimiz “Önerilerini Güneydoğu’da uygulamış olabilir mi, ya da ne kadarını, nereye kadarını uygulamış olabilir” kuşkusuna, daha doğrusu korkusuna kapılıyor. Fail-i meçhul cinayetlere kurban giden yüzlerce, binlerce sivil, misilleme olarak cezaevlerine doldurulan insanlar, yine misilleme olarak yakılan köyler...

Bir dönem Güneydoğu’yu bu politikalar yüzünden yitirme noktasına geldik.

Tanrı Türkiye’yi Korg. Uğurlu zihniyetinin yeniden egemen olmasından korusun.

Bir nokta daha var: Korg. Uğurlu’nun önerileri uluslararası ceza hukukunda “Savaş suçu” ve “İnsanlık suçu” olarak tanımlanıyor. Acaba farkında mı?

Sabah, 28 Nisan 2009

Erdal Şafak

29.04.2009


Hani, silâh namustu?

Eski Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün, Ergenekon davası savcılarına 8 saat ifade vermesi bir dönüm noktası niteliği taşıyor.

İlginçtir, bu sürecin içinde yeni Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ da 29 Nisan’da merakla beklenen basın toplantısını yapacak.

İçeriği bilinmiyor ama büyük olasılıkla Hilmi Özkök, yakın tarihte yaşanan darbe sürecini aydınlatacak.

Toplumun Başbuğ’dan da önemli bir beklentisi var.

Artık, kamuoyunun kafasındaki soru işaretlerinin daha fazla çoğalmadan aydınlatılması gerekiyor.

Bırakın siyasi açılımı, Kürt meselesi veya cemaatler konusunu, bugün için ordu açısından en öncelikli konu, Ergenekon Terör Örgütü iddiasıyla sürdürülen operasyonlarda evlerde veya kazılarda yerden fışkıran silahlar meselesidir.

Pazar günü Radikal gazetesi bu konuda bazı sorular sordu.

Gerçekten bugün sokaktaki insan da, siyasetçi de, bu ülkenin aydınları da bu konuda inanılmaz bir kafa karışıklığı yaşıyor ve bu soruların cevabını merak ediyor.

Elbette işin suç boyutunu yargı süreci ortaya çıkartacak. Ancak o noktaya gelmeden cevabı aranan sorular var ve buna birilerinin cevap vermesi gerekiyor.

Vermesi gerekiyor çünkü ortada “bir taburu donatmayacak silah yok” denilip küçümsense de gerçek öyle değil.

LAW silahları, MKE veya NATO yapımı el bombaları, C4 ve C3 patlayıcılar, bubi tuzakları ve binlerce mermi...

Genel bilgi de kanı da şu: Bu silahlar Makine Kimya Endüstrisi tarafından sadece Türk Silahlı Kuvvetleri için üretiliyor.

Üretilen bu silahlardan onlarcası Ümraniye’de bir gecekondunun çatısında, Eskişehir’de bir evde, Beykoz’da bir depoda, Ankara Gölbaşı ve Sincan’da ormanlık arazide en son da İstanbul Poyrazköy’de İstek Vakfı’na ait bir arazide bulundu.

***

TSK bunları araştırdı mı?

Şimdi cevabı merak edilen sorulara geçelim:

Peki, büyük çoğunluğu TSK için üretilmiş bu silahların Ergenekon Terör Örgütü operasyonlarında ele geçirilmeleri ne anlama geliyor?

Askerlik yapan herkes bilir, orduya alınan her şey birilerine zimmetlidir. İster bir silah olsun, ister bir şapka veya postal... Kaybettiğiniz zaman da cezası verilir.

Şimdi daha açık ve net soralım:

Bu silahların sahibi TSK mi?

Bunlar ordudan mı çalındı?

Bugüne kadar bu silahlar için bir araştırma, bir soruşturma yapıldı mı?

Bu konuda tek örnek Eskişehir’de bulunan bombaların sahibi emekli Binbaşı Fikret Emek’in askeri mahkemede “askeri malzemeyi saklamak” tan yargılanıp 1 yıl 8 ay cezaya çarptırılmasıdır.

Peki, bu bombalardan birinin Cumhuriyet gazetesine atılan bombayla aynı kafileden olması askeri savcılığın ilgi alanına girmiyor mu?

Sözü uzatmanın gereği yok. Ergenekon operasyonu neredeyse iki yıla yaklaştı. Bu süre içinde TSK ortaya çıkan silahlarla ilgili ne yaptı?

Neden merak edip, silahların nasıl bir seyir izlediğini, depolardan kimin zimmetindeyken nasıl çıktığını araştırmadı?

Araştırdıysa da ne çıktığını herkesin bilmesi gerekmiyor mu?

Öyle veya böyle bu silahlar çalındıysa kimler çaldı?

Mevcut depoların bir envanteri çıkartıldı mı?

Bunları herkes merak ediyor. Aslında soru çok ama önemli olan, herhangi bir sorudan başlayıp samimiyetle cevap vermektir.

Bu soruların cevabı, TSK’yı da, yargıyı da toplumu da inanılmaz rahatlatır.

Sabah, 28 Nisan 2009

Mahmut Övür

29.04.2009


Halk, kendi rızasıyla CHP’yi hiç iktidara getirmedi ki...

Demokrasi, onu yıkacak bir düşünceye izin verir mi? İktidara gelince bir daha gitmeyecek partilere izin vermek aymazlık değil midir?

İşte size, ‘demokrasinin paradoksu’!

Özellikle de tarihinizde, seçimle iktidara gelip rejimi değiştiren ve diğer bütün partileri kapatan bir parti varsa veya darbeyle iktidara el koyup bir daha ayrılmayan bir siyasi hareket veya örgüt söz konusu ise... Ve bu partiler, örgütler, bu anti demokratik yöntemlerle sahip olduğunuz bütün güzelliklerin köküne kibrit suyu dökmüşse...

Ve yıllar sonra, siz ondan bir şekilde kurtulmuşsanız.

Yine de izin verir miydiniz?

Özellikle de Nazi deneyimini yaşamış bir Alman veya komünizm deneyimini yaşamış bir Rus iseniz?

İzin vermezseniz sizi anlardım, ama yine de izin vermenizi önerirdim.

Çünkü demokrasi ‘risklerden azade’ bir sistem değil. Diktatörlükler risksizliğin sahte güvencesine sahip olabilir; ama özgürlüğün olduğu yerde risk de vardır. Buna rağmen özgürlük elbette tercihe şayandır. Zaten demokrasinin bir erdemi varsa, o da budur.

* * *

Gelelim bizim mahalleye.

Bizde de zaman zaman benzer bir tartışma yapılıyor. Ama yanlış bir örnek üzerinden yapılıyor.

Malum, ‘dinci partilere izin verilmemeli’ veya ‘bakın, Almanya’da da Nazi partileri yasak değil mi?’ diyenleri kastediyorum...

Öncelikle dinci, dinli, dinsiz veya din karşıtı bütün partilere demokraside yer var. Ama daha o tartışmaya geçmeden insana sorarlar: ‘Bir saniye, biz niye bunu tartışıyoruz ki?’

Çünkü bu ülkede ‘dinci’ bir zihniyete dayalı bir grup veya parti iktidara el koyup orada zorla kalmış değil. Tam tersine, 1913’teki darbeyle iktidarını mutlaklaştıran, bir daha iktidarı bırakmayan, kendi halkını kıran ve ülkeyi savaşa sokup koca imparatorluğu batıranlar ‘dinciler’ değil, ittihatçılardı. Ya sonra? Takiyye yapıp gerçek yüzünü gizleyen, iktidarı ele geçirdikten ve gücünden emin olduktan sonra gizli gündemini halka rağmen sonuna kadar dayatanlar ‘dinciler’ miydi?

* * *

Bir düşünelim; CHP iktidara serbest seçimlerle mi geldi? Tek Parti dönemi boyunca, halkın rızasıyla mı iktidarda kaldı? Çok partili dönemden günümüze, siyasetin çerçevesini çizenler kimlerdi? Darbeleri ‘dinciler’ mi yaptı? Halkın seçtiği hükümetleri hala tehdit edenler kimler?

* * *

Hala başımızdan atamadığımız İttihat Terakki-CHP geleneği dururken bambaşka bir tartışma yapanlar, geçmişi de bugünü de hiçbir biçimde anlamamışlar demektir.

Almanlar Nazi Partisi’ni yasaklamayı tartışıyorsa, bunun Türkiye’deki muadili bellidir.

Dolayısıyla demokrasiyi koruma adına parti yasaklarını tartışacaksak, esas olarak ittihatçı partiler üzerinden tartışmak gerek.

Kısmet olur da bir gün, şu hiç bitmeyen ‘geçiş süreci’ biter de, demokrasiye geçersek, işte o zaman asıl tartışılacak konu bu olacak.

Ben o gün de söyleyeceğim: demokrasi olacaksa onlar da yasaklanmamalı.

Onları sevdiğimden değil, demokrasinin gereği bu olduğundan.

Star, 28 Nisan 2009

Berat Özipek

29.04.2009


Ergenekon artık “sürecin” adı!

Türkiye gerçekten “ben bilirim” diyenlerin bile “asla bilmediği, hiç öğrenmedikleri” gizli örgütlenmelerden temizleniyor mu?

Çok açık söyleyeyim; bu soruyu Türkan Saylan’ın evinin arandığı gün sorsaydınız, genel cevap “Muhalifler susturuluyor” olabilirdi...

Ama son birkaç günde özellikle Poyrazköy cephaneliğinin bulunması ve pazar akşamından itibaren başlayan “karargâh evleri” ve “radikal Vasat örgütüne” yönelik operasyonlar sonrası durum farklı! Yaşananlar, “olmaz-olamaz” diyen birçok insanımızda dahi “algılamayı” değiştirdi. Bu sabah “Ne oluyor” deseniz, alacağınız cevap “sadece muhalifler susturuluyordan” farklı olabilir! Elle tutulur detaylar ortaya çıktıkça “farklılaşma” artabilir!

Sevgili dostlar, bu noktada “Vasat örgütüne yönelik operasyon neden önemli” ve “geçtiğimiz haftalarda yapılan DTP’ye yönelik operasyonla nasıl ilişkilendirilebilir” veya “bu operasyonlar Ergenekon operasyonunun alt bileşenleri mi?” gibi sorularda tartışmamız gereken önemli detaylar var...

Konu hakkında 29 Şubat 2008 tarihinde çıkan gazetelerden aynen aktarıyorum;

“...Leyla Zana ile birlikte kürsüye çıkan emekli imam Muhittin Eryılmaz’ın emniyetteki sicilinden, radikal dinci örgüt Vasat üyesi olduğu çıktı. Eryılmaz’ın, 1997’de Gaziantep’te İncil satılan Müjde Yayıncılığa bomba atılması olayından sonra polisin Vasat’a yönelik operasyonunda gözaltına alındığı öğrenildi... Emniyetteki bilgiye göre, 14 Eylül 1997 tarihinde Gaziantep’te İstasyon Caddesi’nde açılan kitap fuarının içinde standı bulunan ve İncil satan Müjde Yayıncılık’a bombalı saldırı düzenlendi. 1 kişinin öldüğü 24 kişinin yaralandığı saldırı ile ilgili olarak polis, Vasat Grubu’na karşı geniş çaplı operasyon başlattı. Bu operasyon kapsamında, 25 Eylül 1997’de Eryılmaz gözaltına alındı, 30 Eylül 1997 tarihinde tutuklanarak cezaevine konuldu... (...)Vasat örgütü 90’lı yılların başında Gaziantep, Adıyaman ve Kahramanmaraş, Malatya’daki faaliyetleriyle ismini duyurdu...

Gazetelerde yer alan detaylar uzun ama bence “konu ile alakalı” olarak bu kadar yeterli! Bu noktada en can alıcı detaya gelelim ve operasyon sırasında CNN TÜRK’teki yayınımızda Enis Berberoğlu’nun açıkladığı bir notu düşelim: Vasat örgütünün kullandığı bombanın da maalesef aynen Ümraniye ve Poyrazköy’de bulunanlar gibi “Güvenlik güçlerinin envanterinde” olan ve dışarı “çıkan” bir malzeme olduğu iddia ediliyor!

Sevgili dostlar, “Ergenekon” artık bir operasyonun değil bir “sürecin” adı! Konu hakkında “muhaliflere yönelik bunlar yapıldı” gibi “rezervleri” koruyabiliriz ama bir gerçeği de kabul etmemiz gerekli; Türkiye’de “ben bu işi en iyi bilirim” diyen gazeteci ve araştırmacıların dahi asla bilmediği-hiç öğrenmediği “çok derin” bir şeyler var!

Sonuç: Ben dahil herkesin merak ettiği soru şu; Türkiye gerçekten bu “derin dinamikler” ile yüzleşiyor mu! Bu yüzleşme hatta çatışma sonuna kadar gidebilecek mi? Yüzleşmenin neresindeyiz ve en önemlisi “bu operasyonun” arkasındaki irade nasıl “tarif edilebilir”?

Son söz: Umarım bu süreç önümüze “Uğur Mumcu’yu, Hablemitoğlu’nu kim öldürdü? Eşref Bitlis’in uçağı neden düştü?” gibi asla aydınlatamadığımız bütün detayları Hukuk Devletini “zerre kadar incitmeden” önümüze koyar! Umudumuz Türkiye adına!

Vatan, 28 Nisan 2009

Yiğit Bulut

29.04.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır

Kurumsal Linkler:
Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl

Reklam Linkleri:
Risale Yorum- Risale Çocuk- Oktay Usta - Euro Nur - Fıkıh İnfo- Ahmet Maranki- Cevşen - Yeni Asya Barla - Makdis