08 Ağustos 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Dergilerimiz

Görüş

ŞU BİZİM GÖK KUBBE, ŞU BİZİM HAYATLARIMIZ...

“Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır.” Said Nursî

Aynı gök kubbe altında ne çok dünyalar yaşanıyor. Bir dünya içinde insanlar, bin bir çeşit farklı dünyanın içinde yaşıyor.

İşte bakın görmek isteyenler

Beraber şu sokağa bir bakalım. Her bir dünyadan kendimize pencereler açalım:

İşte, bizim sokak, sakin…

Sadece şirin bir çocuk sesi. Elindeki beyaz köpükle oynuyor. Ve tarifsiz mutluluğa eriyor.

Çocuk ya, herkesin hızla geçtiği önemsemediği sokakta kendisine şirin bir ülke kuruyor. O yollardan hızla geçmiyor. Her bir şeye kendisine aitmiş nazarıyla bakıyor, oynuyor. Eğer bakkala gittiyse bir türlü geri dönemiyor.

***

Bir anne dışarıda sobasına odun kırıyor. Kızı Merve, küçük odun parçacıklarından küçük dünyasını imar ediyor.

***

Sokaktaki, üniversitenin hemen bitişiğindeki büyük caddeden arabalar hızla geçiyor. Bunlardan kimi rızık peşinde işini yapıyor. Bir başka asri genç kendini keşfedememenin, mahiyetini bilememenin sıkıntısı içinde, bilmem ne tarzı bir müzik sesiyle kâinatın musikîsine karışmaya çalışıyor. Haddini aşıyor. Ve hemencecik tokadını yiyor. Ayn-ı lezzet içinde ayn-ı elem buluyor. Kalbine hüzünleri dolduruyor. Ve bu hüzün insana hiç mi hiç ulvî gelmiyor. Ümit vermiyor…

***

Bunca koşuşturma arasında bizim kâinat hiç mi hiç istifini bozmuyor. Bulutlar rahmet nazarıyla rahmete muhtaç kullara doğru yola çıkıyor. Yola çıkarılıyor.

Ağaçlar gayet tevekküllü duruşuyla insanlara ‘tevekkül duruşunu’ öğretiyor. Ellerini açan ağaçlar sanki daima duâ ediyor.

Ellerini ters çeviren ağaçlar da insanların şerrinden Allah’a sığınıyor. Yani Bizim Ahmed kardeşin tabiriyle “Ecirna minennar” çekiyor…

***

İşte bu koşuşturmacalı, geçici dünya hanında evimizin birazcık uzağında bir dere geçiyor.

Her şeyin bir gün şu misafirhaneden geçeceğini hatırlatarak hiç durmadan akıyor.

Hakikaten bir yazarın dediği gibi, ‘İnsan bir kere yıkandığı suda bir daha yıkanamıyor.’

Dere usul usul akarken yine bir emre muti olmanın neşesi içinde çağlıyor.

Ders alana, ibret alana

"Sen de bir gün gideceksin /Şu hayat yolundan geçeceksin’" diyor.

İnsanların bencilce yaşayışına mukabil, bizim küçük dere ta Kurt Köy kaynağından akıp sahile kadar binlerce ağaca, kuşa, toprağa, çiçeğe, böceğe rahmet oluyor.

Esasen insanın da böyle bereketli rahmetli bir hayat yolculuğu olmalı. Belki de derelerden alınacak ders olarak bize bu su gibi bereketli bir hayatı yaşama düşüncesi kalıyor.

***

Öyle diyor ya yazar, “Aynı gök kubbe altındayız; ama hepimiz ayrı bir ufuktayız”

Aynı sokakta hayır ile şerr beraber akıyor. Şerrin ırmağına yakın olanlara mukabil, hayrın güzelliğin, iyiliğin ırmağına yakın olanlar ne kadar da az kalıyor.

***

Anlatmak istediğim şu, mutluluk bizim sokakta, bizim mahallede, bizim hayatımızda…

Yanı başımızdan akan ırmak gibi, her tarafa rahmet rahmet yaydırılmış hava gibi, ışık gibi mutluluk yanı başımızda, elimizin altında.

Böyle olmasına rağmen, biz mutluluğa müteveccih olmayınca, elimizi her gün kapımızdan akan kevser ırmağına, huzur ırmağına daldırmayınca kâsemiz boş kalıyor. Ruhumuz susuz kalıyor, kalbimiz, gönlümüz aç kalıyor.

Ve işte o zaman yüzümüzde kaygı çizgisi, endişe belirtisi, bir tevekkülsüzlük emaresi beliriyor.

Ve aynı gök kubbe içinden birileri cennetin yolunu takip ederken, birileri içinde cehennemî haletler yaşıyor.

Birileri daha dünyada iken cenneti yaşarken, kimileri de ruhunu cehennemî haletlerden kurtarmak için kendini eğlenceye, sarhoşluğa veriyor.

***

Efendim, gelin.

Elimizi her gün tertemiz kapımızdan akan cenneti ırmağa bir atalım.

Meselâ namazla kulluğumuzu hatırlayalım.

Duâyla aczimizi, fakrımızı anlayıp, neye ihtiyacımız varsa, duâlar ufkunda haykıralım.

Şükürle, rıza ile, memnuniyetle cennet yoluna koyulalım…

Ve ayakları yerde, elleri göklerde bir kul olalım.

Sade, saf ve temiz bir kul olalım.

Ve cenneti bir mutluluğu içten tadalım.

Efendim aynı gök kubbe içinde aynı cennetî yolun yolcusu olmak dileğiyle...

CİHAN CAMBAZ

08.08.2009


İnsan

İnsan, aslında, kendisini ararmış bu hayatta.. Bulduğu da, olduğu ile olabileceği arasındaki o çok ince çizgiymişti, aslında, o aradığı kendisi...

*

Ben neyi arardım hayatta?

Sahi, ben kimdim?

Bana kim-liğimi veren kimdi?..

İrade denen, o ne kadar kazılsa da bir türlü dibine varılamayan, hangi bir türlü de olsa o tam açıklanamayan dipsiz kuyu, ama vicdanda “ille de” yakînî hissedilen o bilmece, bana, ne kadar o kim-liğimi verirdi?..

Meyelan mı emr-i itibarî idi, bendeki, yoksa meyelândaki o tasarruf mu; bizi sorumlu ya da sorumsuz kılan, imtihanımız miktarınca?..

Atmasa da mı ölecekti o insan, tüfekten, yoksa eğer ölecekse zaten “ille de” atılmaya gerek yok mu idi?..

Hâsıl-i bi’l-masdar’dan mı müştaktı bütün o yaptıklarımız, yoksa asıl bir de fâil de var mıydı ayrıca?..

Kader sebep ile müsebbebe bir mi bakardı, yoksa sebebe ayrı, müsebbebe ayrı bir kader takdir edilebilir miydi; sahi, Kader neydi?..

Kudret’ten ne kadar müstağnî olabilir idi, İrade’nin tasarrufu miktarınca?..

Yoksa, Allah dilemedikçe, bizim de isteyemeyeceğimizin arasındaki o “çok ince” sır mıydı, bizim bütün bu yaptığımız ya da yaptığımızı zannettiğimiz şeyler şu hayatta, aslında?..

Kötülükte iyilik gibi yaratılmış mıydı nefsü’l-emir’de, sebepsiz, bizzat, yoksa, onu asıl bizim nefsimiz mi istemişti de..

Şeytan da, melekler gibi “bizzat” yaratılmış mıydı, yoksa, asıl şeytan olmayı o da kendisi mi istemişti kendi nefsinde, meyelandaki tasarruf “tercihince” cüz-i irade’nin dahli ölçüsünce!?..

Melekler de, melek olmayı aslında biraz da istemişler miydi az da olsa kendileri, kendilerinin, sadece iyiliğe olan o masûm da olsa istidatları fehvâsınca, yoksa ille de zoraki, hem de icbârî mi idi tamamen bu, onların dünyasında?..

O zaman, Allah’ın, “Küllî Adâleti” nasıl olurdu da gerçekleşirdi hayatta?..

*

Yokluğun da bir vücûdu olabilir miydi, tıpkı bir varlığın yokluğunda olduğu gibi?..

Yok, yok olduğunda var oluyorsa, var, yok olduğunda ne olurdu?..

“Mutlâk yokluk” ya da “idâm-ı sırf” mümkün müydü?..

Ölçümleri, hep yanlış çıkanların ölçülerinin, az da olsa doğruluğundan söz edilebilir miydi, ölçümleri hep doğru çıkanların ölçülerinin yanlışlığı miktarınca?..

Son olarak: Sorularımız da, aslında, cevaplarımızla yer değiştirebilir miydi ara sıra bu hayatta, cevaplarımızın soru olabileceği, olabildiği miktarınca?..

ORHAN ALİ YILMAZ

08.08.2009


Yün toplar, savrulan diken

yine buradayım, var görünen bir adem

bir kırmızı gül yanında sıfıra eşit oldum

eski çağların unutulmuş şarkısı

beyit yazmaktan korkarken ben

keskin bıçak elimde

yine elimde diken

siyah beyaz üstünde

yünden ayır denildi,

Lâle devirlerinin arta kalan çocuğu

hissettim eskiyi, yeni kadar hissettim

çarmıha gerilirken kelimeler

duydum sesini

benim ki kadar

söz verilmiş işler vardı

genlerde saklı tohumun ağaç hali

doğudan doğar güneş

Fırat’a döner didar

sorma müneccimden fuzuli sual

içindeyim

fırtınanın çizdiği reml

bir çizgi üç noktayım

ne kaldı dudaklarında al

kadife çiçeklerin uslanmaz izi

azad deme, düştüm nokta-i eşkal

bir yanım sana düştü, bir yanım sır’a

sadağında buldum kayıp okumu,

kızıl yüzlü çerilerin silâhı

yazılan kanlı divan

ihya olmaz söz

sıfırlar toplanırken

bir olmadan

çoğalmaz

düşüyorum şerh

eriyorum

asiyim

dumanların içinde

ey kamus

bul bana

kendimi arıyorum

terk edilmiş bağlarda,

susuz kalırken asma

silinmez izlerin var hafızamda

mavi sürgünlerinin,

kürekçi kölesiyim

yakma canım, yolum düştü asrına

merhem sürüp yarama, sonra öldürme beni

dinmezse figanım

hadi kazıt saçımı /vur kızgın dağı başıma

yaşamam

yaşar gibi yaparım

YUSUF BAL

08.08.2009


Başka bir 9. Hariciye Koğuşu

Çat Kuyusu, yörük aşiretinin bir köyü. Orada küçük yaşta hayatın bütün yükü omuzuma bindi. Askerde hastalanan babam, askerlikten gelince ben 6-7 yaşımda iken vefat etti, babamdan 6 ay kadar sonra onu çok seven annem üzüntüden öldü. Dedem önceden ölmüştü.

Babaannemiz bize bakıyordu. Abim ile bizi Sincanlı’da ilk okula yazdırdı. O da kısa zamanda Hakkın rahmetine kavuştu. Amcam ilgileniyordu. Daha sonra ağabeyimi Çifteler Öğretmen Okuluna verdiler. Beni de çoban vermek için konuşuyorlardı. Uzun pazarlıklar, konuşmalar, münakaşalar yapıldı. Sabah çobanlık yapmak için yola çıktığımda ayaklarımda müthiş bir ağrı ve sancı oldu. Bir hafta kimseye söyleyemedim. Bana ayıp olur gibi geldi, yeni işe başlamıştım. Bir hafta sonra dayanamayacağım kadar ağrı oldu ve şiddetinden bağırmaya, ağlamaya başlamıştım.

Amcam ilçenin doktoruna götürdü, ilin doktoruna havale etti, o da İstanbul’a havale etti. Vakıf Gureba Hastanesinde üç hafta yattıktan sonra oradan da Bulgar Hastanesine havale ettiler. Kemik veremi olmuşum. Dizimin kemikleri delindi, akmaya başladı. Tedavi uzun süreceğinden oradan da taburcu etmek istediklerinde, ben kimsemin olmadığını söyleyince, beni Darülaceze’ye yerleştirdiler. Orada kalıyordum artık, yalnız ve kimsesiz olarak.

Darülaceze’ye ait hastanenin kapıdan girince sağda 9. Hariciye Koğuşunda, birinci yatakta 3 sene kaldım. Doktorumuz Süreyya Beydi. Bugün gibi 65 sene önceyi hatırlıyorum. Hemşiremiz Tenzile Hanımdı. Pansumancımız Tokatlı Abdi, berberimiz İhsan'dı. Tedavi gördüğüm zaman kemiklerim akıntı yapıyordu, ağrı, sancı, ıztırapla, her günüm dertle geçiyordu. Ahlarım, feryat figanlarım göklere çıkıyordu. Hiç kıpırdamadan bir buçuk sene sırt üstü yattım.

Kalkıp oturamadığımdan, berber saçımı keserken başımı hafiften yukarı kaldırdıklarında belim kopacak gibi olur, bağırırdım. Hastanenin beyaz duvarlarına nakış, nakış gözlerimle hatıralarımı nakşederdim. Hayata canlı olarak birtek gözlerimle bağlıydım. Uykusuz gecelerde hep beyaz tavanlara bakarak, sabahın olmasını beklerdim. Bu çile ve hastalıklı halimle 10-15 kiloya kadar düşmüşümdür. Doktor Süreyya Bey “Sana tıbbın yapacağı her şeyi yaptım, artık senin halin Allah’a kaldı” der, takılırdı. Öldürmeyen Allah öldürmüyor. Ama inançlı, iyi bir insandı. Bana hergün “Bugün daha iyisin, iyi olacaksın” derdi. Zayıflıktan ışıkta elimin içinden baktığım zaman öbür taraftaki cisimler fark ediliyordu. Ağrılarımı iğne vurarak durdurabiliyorlardı.

Hastane yetkilileri bana ayrı bir itina gösterirdi. Kimsesiz olduğumdan “Her istediğini yapın” diye hastane müdürü söylerdi. Ancak ben hiçbir şey istemezdim, külfet olmasın diye. Hastaneye yattıktan altı ay kadar sonra Dr. Süreyya Bey beni çağırarak, ayak bacak kemiğinin iflâh olmaz durumda, akıntısının çok olması dolayısıyla kesilmesi gerektiğini söyledi ve bana kesmek için teklifte bulundu. “Ben 16 yaşında bir insanım, amcam bilir” deyince, doktor amcama mektup yazmış, muvafakat istemiş. Amcam “Doktor öyle biliyorsa doğrudur, kessin” diye cevap yazmış. Doktor mektubu bana okudu. İçimden “Tabi, kesilecek olan bacak bizim, amcamın umurunda mı?” diye üzüldüm. Beni ameliyathaneye aldılar. Orada korkudan, heyecandan titriyordum. Doktor geldi bana “Korkuyor musun?” diye sordu. Hayır, üşüyorum da onun için titrediğimi, söyledim. Bunun üzerine doktor benim ameliyathanenin içine alınmamı sağladı. O zaman benden önceki hastanın ayağının kesildiğini gözümle gördüm. Doktora yalvardım, dedim ki “Sinirle ilgili küçük ameliyatımı yap, ama ayağımı kesme” dedim. Benim yalvarmam, ağlamam ameliyathanedeki doktor ve hemşireleri de ağlattı. Ameliyat sonrası uyandığımda ilk işim sağ bacağıma bakmak oldu. Baktım yerinde duruyor, Allah’a çok şükür ettim. Şu anda aksayarak da olsa kendi ayaklarımla yürüyebiliyorum.

Üçüncü senenin sonunda zar zor doğrulabildim, oturduğum zaman dünyalar benim oldu. Kalkıp da ayakta durmak, hele koltuk değneği ile adım atabilmek benim için bir servetti. O çektiğim acıları, sancıları, mahrumiyetleri Allah kimselere çektirmesin. Koltuk değneği ile yürümeye başlayınca da memleketime döndüm.

Hayata baştan, yeniden tutunmaya başladım. Bana “Yörük Topal Mehmet” derler. Böyle anılmaktan şeref duyuyorum. O zamanlar Tarım Kredi Kooperatifinden 350 lira para aldım. Bu para ile iki buzağılı inek ve 8 adet kuzulu koyun aldım. Ticarete başladım.

Dürüstlük, çalışkanlık bana peş peşe başarılar ve servetler kazandırmaya başladı. Çok sayıda tarlam, 2 apartman, dairem, beş yüze yakın koyunum, kırk kadar büyük, cins ineklerim oldu. Çevrede sevilir sayılır hâle geldim. Yörük olduğumuz için bizde düğün hediyeleri farklıdır.

Benim oğlumun düğününde hediye olarak on yedi keçi, yirmi bir koyun, büyük bir boğa hediye geldi. Altınların, paraların haddi hesabı yoktu. Böyle ihtişamlı bir düğün yaptım oğluma. Sonra her şey birden tersine döndü. Aile içi sıkıntılar, sorunlar, oğlumun borçları dolayısıyla bir bir elimden çıkmaya başladı. Mallar, paralar, birikimler bitti. Tekrar başa döndük, sıfıra dayandık.

Hayatımda hiç harama bulaşmadım. Hiç hile yapmadım, başkasının malında ve servetinde gözüm olmadı. Hayatımın başında Darülaceze’de kaldım, sonuna doğru da Huzurevinde günlerimi geçiriyorum. Çektiğim acılar, ıztıraplar, çileler, varlıklar, yokluklar, bolluklar, zenginlikler; her şeyi veren de Allah, alan da. Hepsi benim için bir imtihandı. “Bunlar başıma neden geldi?” diye hiç şikâyetçi olmadım, öyle bir hakkım da yok zaten. Ben bu halimle Allah’a çok şükürler ediyorum. Her gece saat üçte mutlaka ayaktayım. Yasin okur, ibadet, duâ ederim. Bütün mevcudâtı yoktan yaratan, idare eden Rabbim’e şükür ederek O'nun rahmet hazinesinden âhiret nimetlerini, Cennet’ini, Cemâl’ini istiyorum.

Buradaki her şey boş ve fani. Acılar, sancılar, çileler de geçici; mal, mülk, servet, şöhret de geçici. Bunların hepsini görerek ve yaşayarak anladım.

***

Mehmet Oğuz’un 81 yıllık sıkıntılı ve çileli ömründen ders çıkarmak, ibret almak da bizlere düşüyor. Gelecekte üzülmemek, ağlamak, pişman olmamak için malımızı ve ömrümüzü rıza-i İlâhî dairesinde sarf eder, harcarsak fena mal, bekâ bulur...

[email protected]

MUZAFFER KARAHİSAR

08.08.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.