05 Ekim 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Basından Seçmeler

Türk sorunu

Önce bir kelime oyunu gibi kullanılmaya başlandı. Birisi çıkıp “Biz de Türk açılımı istiyoruz” gibilerden bir şey söyledi. Ve bir baktık ki pek tuttu bu deyiş. Kürt Açılımı’na karşı olan Türk milliyetçileri -hatta kendilerini milliyetçi olarak nitelemeyi akıllarından bile geçirmeyen birçok insan- diline doladı: “Biz de Türk açılımı istiyoruz” ya da “Kürt sorunu çözülmeye çalışırken Türk sorunu yaratılıyor...”

Aslında bu sözler geçiştirilecek sözler değil. Çünkü Türkler arasındaki yaygın bir psikolojiyi yansıtıyor.

Bu psikolojinin bir boyutu şu olabilir:

İnsanların çoğu hakkı, dağıttıkça azalan bir şey zannediyorlar. Devleti de hakların toplanıp stoklandığı ve gerektikçe tevzi edildiği bir depo... Belki bu yüzden, birilerine birtakım haklar verildikçe, kendi payları azalacakmış gibi bir tedirginlik içine giriyorlar.

Oysa haklar devlet malzeme ofisinde stoklanan miktarı sınırlı bir malzeme değildir ki dağıtıldıkça azalsın. Haklar sevgi gibidir. Sevilen insan sayısı arttıkça herkese düşen pay azalmaz. Aksine insan birilerini gerçekten sevince sevmeyi öğrenir, sevme yeteneği gelişir ve bundan etrafındaki herkes payını alır.

Kürtçe’nin okullarda öğretilmesi Türkçe öğretimine zarar vermez. Kürt kimliğinin serbestleşmesi Türk kimliğini zayıflatmaz. Güneydoğu Anadolu’ya daha çok özgürlük gelmesi Batı’daki özgürlüğü azaltmaz. Tam tersine, devlet Kürtler’e karşı demokratlaştıkça, bütün meselelerde daha fazla demokratlaşır ve Türkler de bundan pay alır.

O zaman hangi “Türk sorunu”ndan söz ediliyor?

Neden Kürtler’in haklarına kavuşmaları Türkler için bir sorun olarak görülüyor?

Bu sorunun cevabı yakın geçmişte yaptığımız başka bir tartışmaya götürüyor beni.

Hatırlarsınız, üniversitelerde türban yasağının sürmesini savunanlar, ellerinde hiçbir tutarlı argüman kalmayınca, şöyle bir gerekçe atmışlardı ortaya: Başörtülülerin üniversitelerdeki varlığı, başörtüsüzler için manevi bir baskı ve tehdit oluşturuyor; onları rahatsız ediyor. O yüzden yasak sürsün...

Buradaki kilit kelime tehditti...

Evet, gerçekten de bir tehdit algılaması vardı. Ama burada tehdit altına olan şey, başörtüsüzlerin hakları ya da özgürlükleri değil, o zamana kadar sürdürdükleri üstünlükleri, imtiyazlı konumlarıydı.

Korku ya da tedirginlik bu imtiyazlı konumu kaybetme ve “eşitlenme” korkusundan geliyordu.

Şimdi, Kürt sorunu çözülürken “Türk sorunu” yaratılabileceğinden söz edenlerin hissettikleri rahatsızlığın altında da -bilinçli ya da bilinçsiz- aynı korku yatıyor. Cumhuriyetin birinci sınıf vatandaşı olarak doğmuş ve öyle yaşamış olanlar, bu imtiyazlı durumu -bu alanda da- kaybetme ihtimalinden rahatsız oluyorlar.

Durmadan “Biz Kürtler’le zaten hep kardeş gibi yaşadık, kardeş gibi hissettik. Nedir problemleri?” diyorlar.

Evet, kardeştiniz. Ama kim demiş, ailelerde bütün kardeşler eşittir diye? Anne-babalar çocuklarına eşit muamele eder diye?

Onlar hep ailenin “ezilen” kardeşi oldular. Despot “baba” onlara hep sizden farklı davrandı. Evet, sizi de pek şımarttığı, el üstünde tuttuğu söylenemez ama onlar öz oldukları halde üvey evlat muamelesi gördüler hep. Ve siz bu duruma ses çıkartmadınız, seyretmekle yetindiniz. Bu durumdan hoşnut oldunuz, bu durumdan kendinize bir pay çıkarıp daha iyi, daha değerli olduğunuz zehabına kapıldınız.

Ve belki de şimdi bu imtiyazı kaybetmekten; aile içinde eşitlenmekten korkuyorsunuz.

Türk sorunu dediğiniz sorun bu olmasın?

«««

Kürt sorununun çözümünün çok boyutlu bir mesele olduğunu; problemin sadece devletin takıntılarından kaynaklanmadığını; toplumun ikna edilmesi diye büyük bir mesele olduğunu hep söylüyoruz.

Ancak, kavramamız gereken nokta, toplum içindeki direncin sadece “deklare” Türk milliyetçilerinden gelmediği... Kendini milliyetçi olarak tanımlamayan geniş bir kesim de devletin on yıllar süren ayrımcı politikalarını belki farkında bile olmadan içselleştirmiş durumda. Bu kesim “Ne mutlu Türküm diyene” diye bağırmıyor belki. Bu sloganın dağlara taşlara yazılmasına da karşı.

Ama Kürtler’in haklarının verilmesini Türk tarafının lütfu olarak görme konusunda devletle birleşiyor. Hak taleplerinin genişlemesini “evdeki yanaşmanın” haddini bilmemesi, şımarması ve çok şey istemesi olarak görüyor.

Zannederim işin en zor tarafını da bu “gizli milliyetçiliğin” deşifresi ve yenilmesi oluşturuyor.

Gülay Göktürk

Bugün, 4.10.2009

05.10.2009


Türk’üm, doğruyum...

Avrupa Konseyi’nin İnsan Hakları Komiseri olan (sanırım Almanya’dan) Thomas Hammarberg’in “Ne mutlu Türk’üm diyene” sözünü ayrımcı olarak nitelediği raporun haberi Türkiye medyasına da yansıdı ve epeyce yankı yarattı.

“Her şeyimize karışıyorlar”; “bunlara kendimizi beğendiremeyiz zaten”; “asıl onlar ayrımcılık yapıyor”... Tepkiler böyle biçimler alıyor.

Biz bu “vecize”ye ve daha birçok benzerine alışığız. Aynı doğrultuda simgelere de öyle. Bu kadar alışık olduğumuz, dolayısıyla son derece normal saydığımız bir şeye bir “ecnebi” bir kulp takınca bazılarımız buna fena halde sinirleniyor. Bunu kararlı ve bilinçli bir düşmanlığın belirtisi olarak yorumluyor. Daha doğru bir formülasyonla anlatmak gerekirse, halk dünyayı böyle görmek üzere eğitilmiş ve bayağı geniş kitlelerde bu eğitim başarılı olmuş. O zaman, çeşitli nedenlerle Avrupa’dan ve evrensel demokrasiden hoşlanmayanlar, bu hazır zemini bu tip bir ajitasyonla etki altına alıyorlar.

Oysa, evet, “Ne mutlu Türk’üm diyene”, ayrımcılık yapan bir sözdür elbette. Azıcık nesnel bir bakışla bakan bunu kolaylıkla tesbit edebilir. Böyle olduğunu söylemek için “Türk düşmanı” falan olması da gerekmez.

İlkokul çocuklarının Allah’ın günü avaz avaza bağırdığı “Türk’üm, doğruyum, çalışkanım...” teranesini Reşit Galip yazmıştı. Başka şeyler bir yana, Birinci Türk Tarih Kongresi’nin tutanaklarını bir karıştırın; orada Reşit Galip’in “Türklük” üstüne söylediklerine de göz gezdirin: “dorikosefal”den, “brakisefal”den geçilmez. Zeki Velidi ile Orta Asya’nın kuruyan iç denizi üstüne uzun tartışmalara girer.

Ama ilkokulun bu “and”ının ırkçı-şoven bir ideoloji aşılamak üzere hazırlanmış bir metin olduğunu anlamak için Reşit Galip’in bu tür “eser”lerini incelemek de gerekmiyor. Bu metnin ne olduğu, ne yapmak istediği apaçık.

Böyle bir andı okumak, kendisini “Türk” olarak tanımlayan biri için oldukça ağır bir eziyet olmalı. Bu durumlarda hep birileri çıkıp “Türk” kelimesinin etnik olmadığını, genel olarak bu ülkede yaşayan herkesi kapsadığını anlatır. Ama her türlü günlük, genel, sıradan, normal bağlamda “Türk”ün kim ve ne olduğu anlatıldığında, Kürt, Arap, Ermeni, Yahudi vb. kökenli birinin orada kendine bir yer bulması da mümkün değildir. Bulgaristan’da “soydaş”larımız vardır (Yunanistan’da olduğu gibi). Ama Irak’ta “Kuzey Iraklı” adıyla anılan birileri yaşar.

Sorun, bizim kendimiz için normalleştirdiğimiz, olağanlaştırdığımız bu tür söz, slogan ve simgelerin bayağı yer tutması, bayağı kalabalık olması. Türkiye’nin “toplum mühendisleri” bütün ülkeyi bunlarla döşemiş. Gazete alıyorsun, “Türkiye Türkler’indir” diye okumaya başlıyorsun. Sabah okula başlarken “Türk’üm, doğruyum” diye bağırıyorsun. Sağın bayrak, solun bayrak, hangisi daha büyük olacak yarışında. Maça gidiyorsun, olmadık pankartlar. Böyle uzuyor gidiyor.

Şimdi, bu kılık kıyafette, dünya içine çıkmak mümkün değil. Oturduğun yerde oturur, kimseye ilişmezsen (ki ilişmeden de pek duramayız), sana da ilişmeyebilirler. Ama “Avrupa’ya gideceğim”, “Dünya siyasetinde rol oynayacağım” türünden iddiaların olacaksa bu ilkel ve saldırgan milliyetçilikten vazgeçmen, bunun ait olduğu çağdan uzaklaşman gerekiyor.

Bunu yapmak için de bu kurmaca-düzmece dünyayı yıkıp baştan kurmak zorundayız. “Bon pour l’orient” da değil, “Bon pour Turquie seulement” tarihten, gerçeklik algısından, vecizelerden, sloganlardan kopmak zorundayız. O zaman, kötü bir kâbustan uyanmış gibi, önce biraz şaşkın, sonra gitgide ferahlayarak, rahatlayarak, normal insanlar haline geliriz.

Murat Belge, Taraf, 3.10.2009

05.10.2009


Said Nursî açılımının yankıları

Oktay Ekşi-Hürriyet: Başbakan’ın dünkü konuşmasının en çarpıcı yanı bize kalırsa başta “Kürt” kökenli insanlarımız olmak üzere herkese “hoşgörü” ve “kadirşinaslık” dersi veren sözleridir. Nitekim, Ahmet Yesevi’yi, Hacı Bektaş’ı, Pir Sultan’ı, Hacı Bayram Veli’yi Yunus Emre’yi, Mevlana’yı, Sabahat Akkiraz’ı, Tatyos Efendi’yi, Cem Karaca’yı, Ahmet Kaya’yı, Mehmet Âkif’i, Nâzım Hikmet’i ve Said-i Nursi’yi sayıp, onlarsız bir Türkiye’nin “eksik” kalacağını söylüyor.

Ama halkın gerçekleri öğrenmesinin en temel aracı olan basın susturulursa Türkiye’nin eksik kalmayacağına inanıyor.

En güzeli de o konuşmada “Bu topraklarda hoş görülmeyen yegâne şey, hoşgörüsüzlüktür. Tahammül edilmeyen yegâne şey, tahammülsüzlüktür” diyor.

«««

Ahmet Hakan-Hürriyet: Türkiye’de artık niyetler, zikredilmesi sakıncalı isimlerin anılmasıyla açığa vurulur oldu... Ahmet Kaya, Said-i Nursi, Nâzım Hikmet, Cem Karaca gibi isimleri aynı anda selamladığınız anda hem sempatik, hem de zararsız bir mesaj vermiş oluyorsunuz...

«««

Okan Müderrisoğlu-Sabah: Türkiye’nin zenginlikleri anlatılırken Said Nursi’ye değinilmesi, “dini eksenden” ziyade, terör bölgesindeki vatandaşları buluşturmayı esas alan “milli-muhafazakâr eksen” içeriyordu.

«««

Nazlı Ilıcak-Sabah: Bir zamanların tabu ismi Said Nursi’ye bile temas etti. Ve gene bir başka Kürt kökenli şahsiyete, Ahmet- i Hani’ye değindi. “Ahmet-i Hani’siz, Bitlisli Said Nursi’siz bir Türkiye’nin maneviyatı eksik kalır” derken, tablonun bütün renklerini tamamlamış oldu.

«««

Mahmut Övür-Sabah: Başbakan’ın ilk kez dile getirdiği şu sözleri deyim yerindeyse salonu ayağa kaldırdı ve en çok alkışı aldı:

“Mevlana’sız bir Türkiye ruhsuz kalır. ‘Hoşça kalın iki gözüm’ diyen Ahmet Kaya’ya vefa göstermeyen Türkiye’nin şarkıları eksik kalır. Bitlisli Said Nursi’siz bir Türkiye noksan kalır...”

«««

Fikret Bila-Milliyet: Pir Sultan’dan, Hacı Bektaş’tan, Sebahat Akkiraz’dan örnekler vererek Alevi kesime, Ahmet Kaya’yı anarak Kürtlere, Nâzım Hikmet’i överek sola, Mehmet Akif’i zikrederek muhafazakâr milliyetçi kesimlere ve nihayet Said-i Nursi’yi anarak muhafazakâr dindar kesimlere selam göndermiş oldu.

«««

Hasan Cemal-Milliyet: Ahmet Kaya’dan da, Cem Karaca’dan da, Nâzım Hikmet’ten de, Mehmet Akif’ten de, Saidi Nursi’den den söz ediyor. Herkesi insan olduğu için sevmeyi dile getiriyor.

«««

Güngör Mengi-Vatan: Mesela şu sözlere kim itiraz edebilir? (...) “Seversiniz sevmezsiniz görüşlerini kabul edersiniz etmezsiniz ama Ahmedi Hani’siz, Said-i Nursi’siz bir Türkiye’nin maneviyatı noksan kalır.” Başbakan’ın bu sözlerinden daha geniş katılım sağlayarak açılım zeminini yeniden düzenlemeye hazırlandıkları anlaşılıyor.

«««

Mustafa Mutlu-Vatan: Ne kadar “kucaklayıcı” olduğunu göstermek için Tatyos Efendi’yi, Sabahat Akkiraz’ı, Nazım Hikmet’i, Cem Karaca’yı ve hatta Ahmet Kaya’yı andı... Her isimden sonra salondan cılız alkışlar yükseldi... Sonra listeye tarikatçı Said-i Nursi’yi ekledi... Onu da bu ülkenin yetiştirdiği değerlerinin başına oturttu. Salon alkıştan yıkıldı.

«««

İsmail Küçükkaya-Akşam: Çok tartışma yaratabilecek Said-i Nursi referansının alt zemininde, dengeleyici unsur olarak, üzerinde düşünüldüğü anlaşılan ‘sevseniz de sevmeseniz de, fikirlerini beğenseniz de beğenmeseniz de’ vurgusu vardı.

«««

Adem Yavuz Arslan-Bugün: Daha önce yaptığı gibi Ahmedi Hani’ye atıf yaparken ilk kez de ‘Bitlisli Said-i Nursiz bir Türkiye’nin maneviyatı noksan kalır’ diyerek yeni bir açılım daha yapmış oldu.

«««

Mustafa Ünal-Zaman: Türkiye’nin dinamiklerinden Bediüzzaman’ı da unutmadı ve ‘Bitlisli Said-i Nursi’siz bir Türkiye’nin maneviyatı noksan kalır.’ dedi. En fazla alkışı bu bölüm aldı.

05.10.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.