02 Ekim 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Elif Eki

Huzurevinde ‘huzur’u buldu

Halil Amca: “Ben 78 yaşımda anamdan yeniden doğmuş gibiyim. Ama herkes benim kadar şanslı olamaz. Benim kadar uzun yaşayamayabilir. En önemlisi karşılarına doğruları ve hakkı söyleyip tebliğ edici biriyle karşılaşmadan ebedî âleme eli boş, mahcup ve suçlu olarak göçebilirler. Benim iç dünyamdaki önceden duyduğum ıztırapları, acıları, üzüntüleri ibadet etmeyenler duyarlar, muhakkak hissederler, ancak sebebini tam kestiremezler... Kendilerini eğlenceye, dünya işlerine dalarak unutmaya çalışırlar, ya da doktordan doktora gezerler...”

İbadetle gelen mutluluk

“Halbuki namazda ruhun ve kalbin ve aklın büyük bir rahatı vardır. Hem cisme de o kadar ağır bir iş değildir. Hem namaz kılanın diğer mübah dünyevî amelleri, güzel bir niyyet ile ibâdet hükmünü alır. Bu sûrette bütün sermaye-i ömrünü, âhirete mâl edebilir. Fâni ömrünü, bir cihette ibkâ eder.”

(Sözler, 4. Söz)

Halil Amca ile tanışmamızın üzerinden bir yıl geçti. Huzurevindeki bahçeyi sularken tanışmıştık. Yakınlığımız ve samimiyetimiz baharda, bahçenin, ağaçların, çiçeklerin, kuşların bulunduğu nezih bir ortamda başladı. Yeni geldiğinde onunla ilgilenmem, samimiyet kurmam, onun gönlünde evlâdı gibi yer almamı sağlamış, öyle der. Geçen gün biraz daha ileri giderek, “Ben senden gördüğüm iyiliği annemden babamdan görmedim” dedi.

Bakışlarımdan, ifadelerini yanlış bulduğumu anladı ve hemen sözünü düzelterek sohbete devam etti: “Annem, babam ben küçükken ölmüşler, onun için sen benim için daha önemlisin, senin kalbin benim için Konya Ovasıdır, nasıl Konya Ovası Türkiye’nin buğday ambarı ise sen de benim manevî dünyam için öylesin” diyen Halil amcaya “Gerek yok, bunları her zaman bahsetme, Cenâb-ı Allah seni seviyormuş ki, sana ibadet aşkı verdi” dediğimde, “Bunları kabirde de söyleyeceğim” diyordu.

Halil Amcanın övgüleri, sevgileri istemediğim halde devam ediyor. Yüce Yaratana ellerini açtığında hep duâ ettiğini söylüyordu. Sürekli “Sen beni dağdan indirip camiye soktun” diyordu. Acısıyla tatlısıyla geçen zaman çizgisi içerisinden son bir yılın kıymetli ve faydalı geçtiğini söylüyor; geçmiş yıllara acıyor, boşa geçtiğine üzülüyordu.

Halil Amcayı bu kadar etkileyen, sevgisini celbeden, aşırı minnet duymasını gerektiren konu, onun 78 yaşından sonra hayatında meydana gelen değişiklikti. Her zaman kendisinin yeni bir dünyaya kavuştuğunu, duygularıyla, düşünceleriyle, kalbiyle, ruhuyla yeni bir insan olduğunu Yüce Allah’a hakikî kul olmanın farkını, zevkini, rahatlığını hissetmesi, onu mutluluk kaynağına kavuşturmuştu.

Onunla yaptığımız sohbet neticesinde namaza, ibadete, oruca başlamasının hikâyesi Genç Yaklaşım Dergisi’nin Mayıs 2009 sayısında “78 yaş” başlığı ile yayınlanmıştı. Aradan bir yıl geçti, Halil Amcanın dünyasında neler olduğunu, nelerin değiştiğini öğrenmek için 5 Ağustos 2009 Berat Kandili günü yaptığımız sohbette bana yukarıdaki iltifatları yağdırıyordu.

Çocukluğundan itibaren namazsız ve oruçsuz geçirdiği zamanlardaki ruh hâliyle, şu anda bir yıldır hiçbir vaktini kaçırmadığı namazı ve ikinci kez tuttuğu Ramazan orucu ile ilgili duygularını sordum. Bütün samimiyetiyle anlattıkları hayli önemli ve düşündürücü:

“Çocukluğumuzda dini bilgi öğrenmek, Kur’ân-ı Kerim okumak suçtu, zaten minarelerden ‘Tanrı uludur’ diye bağırılıyordu. Ben uzun yıllar oruçsuz ve namazsız yaşadım. Bu 63 sene gibi, yarım asırdan fazla bir süre ediyor. Her zaman, içimde derin bir acı, üzüntü, karamsarlık, huzursuzluk, pişmanlık olurdu. Ama o hayattan hiç memnun değildim. İbadete başlama arzum hep içimde bir ukde olarak dururdu. Çok geceler uyandığımda içimi bir acı kaplardı. Sebebini bilmediğim ağlamak gelirdi içimden, gözyaşlarım da çare olmazdı.

“O arzumun yerini dünyada hiçbir şey doldurmuyordu. Cuma’lara bazen giderdim, onu da ‘geliyor’ desinler, ele güne karşı ayıp olur, diye usûlen giderdim. Kendimi basit bir mahlûk gibi görüyordum. İş icabı Avrupa’yı, Türkiye’yi gezdim, ama anladım ki her şey boş ve şamata.

“Ancak bir sene önce her şey tepeden aşağıya değişti. O değişikliği, bendeki etkisini, faydasını ben anlatmakta güçlük çekiyorum. Fırtınalar sükûn buldu, her şey değişti. Şu bahçedeki çiçekler gibi mânevî âlemimde çiçekler açtı. Karamsarlıklarım, üzüntülerim, sıkıntılarım bitti. Tepede seninle beraber sohbet ederken Allah’a söz verdim, hasta olsam da sürünerek namazımı edâ edeceğim, artık caymak yok. Hiçbir vakit namazımı kaçırmıyorum. Namaz vaktinin haricinde Huzurevi’nin bahçesine koşarak gidiyorum. O ağaçları neşeyle sulayıp bakıyorum. Hayır hasenatımı eksik etmiyorum. Hastalıklarım hiç kalmadı. Doktor Hanım geçen gün yanıma geldi. ‘Hiç gelmiyorsun, görüşmüyoruz, ne oldu?’ diye sorduğunda ‘Ben doğrudan mescide geçtiğimden sana uğrayamadım’ dedim. Yüce Allah’a elimi açıp sürekli af diliyorum, duâ ediyorum. Bugün Berat Gecesi, geceyi iple çekiyorum.

“Ben 78 yaşımda anamdan yeniden doğmuş gibiyim. Ama herkes benim kadar şanslı olamaz. Benim kadar uzun yaşayamayabilir. En önemlisi karşılarına doğruları ve hakkı söyleyip tebliğ edici biriyle karşılaşmadan ebedî âleme eli boş, mahcup ve suçlu olarak göçebilirler. Benim iç dünyamdaki önceden duyduğum ıztırapları, acıları, üzüntüleri ibadet etmeyenler duyarlar, muhakkak hissederler, ancak sebebini tam kestiremezler... Kendilerini eğlenceye, dünya işlerine dalarak unutmaya çalışırlar, ya da doktordan doktora gezerler...” MUZAFFER KARAHİSAR

Osmanlı ülkesi, Nur dairesi olacak

Bediüzzaman diyor ki:

Eski Said bir hiss–i kablelvuku ile "Bu Osmanlı ülkesinde büyük bir parlak nur çıkacak"; hattâ Hürriyetten (1908'den) evvel pek çok defa talebelere teselli vermek için "Bir nur çıkacak, gördüğümüz bütün fenalıklara karşı bu vatana saadet temin edecek" diyordu.

İşte, kırk sene sonra Risâle–i Nur o hakikati kör gözlere dahi gösterdi.

...Eski Said’in rüya–yı sadıka gibi olan hiss–i kablelvuku ile o dar daireyi bütün Osmanlı memleketini ihata edeceğini görmüş. Belki, inşaallah, o görüş, yüz sene sonra nurların ektiği tohumların sümbüllenmesiyle, aynen o geniş daire Nur dairesi olacak, onun yanlış (dar daire) tâbirini sahih gösterecek.

(Emirdağ Lâhikası, s. 345)

Risâleler Osmanlıca yazıldı

Hutbe-i Şâmiye, İşarâtü'l-İ'caz, Mesnevî-i Nuriye gibi birkaç istisna dışında, 130 parçalık Risâle–i Nur Külliyatının tamamı Osmanlıca hurufatıyla (dolayısıyla "hurufat–ı Kur'âniye ile) telif edildi.

Kezâ, bilumum mektuplar, lâhikalar, müdafaalar da öyle...

Oysa, Risâle–i Nurların ağırlıklı olarak telif edildiği yıllarda hem Osmanlıca, hem de Kur'ân harfleriyle okuyup yazmak yasaklanmış durumdaydı.

Hatta, bu kudsî lisan ve harflere karşı amansız bir mücadele yürütülüyordu.

"Türk harfleri" diye uydurulan ve aynı isimle yutturulan "Latince" okuyup yazmak mecburiyet haline getirilmişti.

Latince olanların dışındaki kitap, dergi ve gazeteler, hatta orijinal Kur'ân–ı Kerim'i dahi basıp neşretmek yasaklamıştı.

Dahası, Arabî olarak demir harflerle yazılan, yahut taşa, ahşaba ve mermere kazınan tuğra ve kitabelerin dahi silinerek, kazınarak, yahut betonla kaplanarak, en nihayet kırılarak olsa gözden ve gönülden ırak tutulması için devletin tüm imkânları seferber edilmişti. (İstanbul Üniversitesinin giriş kapısı üstünde yazılı duran âyet ve sair ibareler, uzun yıllar alçı ve beton harçla kaplanmış vaziyette durdu. Arşivlerde, ilk sıvama/kaplama anının resimleri var.)

Bu meyanda, dünyada ve beşer tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir zulüm ve istibdat siyaseti bütün şiddetiyle hükmediyordu bu vatanın hemen her yöresinde.

İşte böylesi bir zamanda ve böylesi şartlar altında 6000 küsûr sayfalık Nur Külliyatı Kur'ân harfleriyle yazılıp çoğaltıldı, tebyiz ve istinsah edildi.

Gizli ve perde altında da olsa, çok kısa bir zaman içinde elyazısıyla 600 bin nüsha çoğaltılarak etrafa neşredildi.

Matbaalarda bu eserleri basmak yasaktı; ama işte "iman, tekniğe meydan okuyordu."

Nihaî zafer, Risâle–i Nur'un ve Nur Talebelerinin oldu.

Huruf–u Kur'ân'ın yasaklandığı o karakış şartlarında, o zemheri mevsiminde, yani o ceberrut devrinde, Bediüzzaman ve talebeleri tam bir seferberlik halinde Kur'ân hattını yazmaya, yaymaya ve yaşatmaya çalıştılar.

Tam bir ihlâs ve gayretle yapılan bu hizmet, sonunda zafere ulaştı. Yaşanan onca sıkıntı, 1950'den itibaren hafiflenerek bugünlere kadar gelindi. Şimdi, dileyen dilediği kadar Osmanlıca ve huruf–u Kur'ân ile okuyup yazabiliyor. Muhtelif fakültelerde, bu lisanla tedrisat bile yapılabiliyor.

İşte, insana "Neredeeen nereye..." dedirtecek cinsten harikulâde bir gelişme ve aynı ölçüde muhteşem bir tablo.

Osmanlı'ya düşmanlık

Söz konusu ceberrut devirde, Osmanlıca gibi, Osmanlı'ya karşı da amansız bir düşmanlık vardı.

Osmanlıcaya düşmanlık, Kur'ân harflerine olan düşmanlık hesabına yapılıyordu.

Osmanlı'ya düşmanlık ise, Osmanlı'nın altı asır müddetle Kur'ân'a yapmış olduğu hizmete duyulan düşmanlık hesabına yapılıyordu.

Osmanlıcaya duyulan husûmet çabuk kırıldı. Osmanlı düşmanlığı ise, ne yazık ki henüz yeni yeni kırılıyor. "Son Şehzade" Osman Ertuğrul Efendinin cenaze merasimi esnasında yaşanan göz yaşartıcı tablo, söz konusu kırılmanın ilk bâriz örneğini teşkil ediyordu.

Böyle duyarlı bir kitlesel hareket, yaklaşık seksen beş senedir ilk defa yaşanıyordu.

Demek ki, bu meyanda da ciddî ve memnuniyet verici bir gelişme hasıl oldu.

* * *

Monarşik sistem, yani saltanat siyasetinin dirilmesi ve bir daha geri gelmesi imkân ve ihtimal harici olarak görünüyor.

Böyle bir siyasî sistemin geri gelmesine de hiç ihtiyaç yok zaten.

Hanedana dayalı saltanat rejimi bütünüyle tarihe mal olmuş durumda. O devir, tamamen kapandı; o eski hal, artık muhal...

Ancak, bütün bunlar, 600 yıl müddetle bu ülkeyi yönetmiş ve bu millete hizmet etmiş olan soylu bir hanedana düşmanlık yapmayı, onlara kara çalmayı gerektirmez. O şanlı ecdada karşı hasmâne bir tavır almak, en hafif tâbirle bir "vefasızlık ve nankörlük" örneğidir.

Şimdi görüyoruz ki, artık bu cihette de sevindirici gelişmeler yaşanıyor. Uzun yıllar galebe çalan o vefasızlık ve nankörlük halleri, artık tarihe gömülüyor.

İşte bu gelişmeyi de Nur'un zafer hanesine kaydetmek mümkün. Sıra bu zafer meş'alesini geniş Osmanlı ülkesinin tamamını aydınlatacak şekilde yaymaya geldi: Rumeli ve Balkanlar'dan Kafkasya'ya, Karadeniz'in Kuzeyindeki coğrafyadan tâ Arabistan ve Afrika'nın ortalarına kadar...

Çok şükür, onlarca lisana tercüme edilen Risâle–i Nurlar bu geniş coğrafyaya, hatta daha da ilerisine gitmiş durumda. Bunda bir tereddüt yok.

Bizim kast ettiğimiz mânâ, umumî imân inkişâfını hasıl edecek olan "mânevî fütûhât" hizmetidir.

Zira, Üstad Bediüzzaman'ın en büyük emel ve arzusu odur; yani "umumî imân inkişâfı"dır. Evet, budur ona asıl ümit ve teselli veren gelişme. (Bkz: 1952'de Sebilürreşad'da neşredilen röportaj.)

* * *

Osmanlıca, hatt–ı Kur'ân'a dayalı bir medeniyet lisanıdır ki, Risâle–i Nur, bu lisânın tekemmül ederek çıktığı zirvedeki haline uygun şekilde telif edildi.

Osmanlı'nın en büyük ideali ise, İttihad–ı İslâmı temin etmek ve bu sûretle sulh–u umumiyi sağlamaya çalışmaktır.

Meselâ, Yavuz Sultan Selim, İttihad–ı İslâm dâvâsının kahramanlarındandır. Aynı dâvâyı gaye–i hayat edinen Üstad Bediüzzaman, onu selefleri arasında zikreder. (Bkz: Divân–ı Harb–i Örfî isimli eserin birinci kısmı.)

* * *

Bugünkü İslâm âleminin mühim bir kısmı fevkalâde sıkıntılı ve sancılı bir vaziyette. Risâleler, gerçi oralara da gitmiştir; ancak, bu eserler ne derece okunmakta, yahut ne ölçüde kabul görmektedir.

Mânevî sadaka gibi girdiği yerlerden belâların def'ine sebep olduğuna inandığımız Nur Risâleleri, bugün ne yazık ki Irak, Filistin ve Afganistan gibi kardeş ülkelerde pek okunmuyor. Hatta, buralarda Almanya kadar olsun okunmuyor ve alâka görmüyor desek yeridir.

Ancak, yine de ümitsiz değiliz. Zaman en iyi müfessir, hadiseler ise ciddî ikaz edicidir. İster istemez şartlar zorlayacak ve bu coğrafyalarda da tıpkı Osmanlı hakimiyeti zamanındaki gibi huzur ve sükûn devresine doğru esaslı bir meyil başlayacaktır.

Risâle–i Nur, inanıyoruz ki bütün dünyada ve beşer âleminde de gerekli alâkayı görecek ve tesirini icra edecektir.

Hani, Osmanlı'nın saltanat idaresinden korkan, ürküntü duyarak mukabele eden devletler, unsurlar vardı.

Nur'un mânevî saltanat ve fütûhatından ise, kimsenin ürkmesine, endişe etmesine, evhama kapılmasına gerek yok.

Zira, Nur'dan kimseye bir zarar gelmez; insî ve cinnî şeytanlardan başka hiç kimse bu Nur'dan rahatsız olmaz, olamaz, olmamalı...

Dedeler ve torunlar

Ortaokul yıllarıydı. Türkçe dersinde Cahit Sıtkı’nın, anlamını ancak şimdilerde idrak ettiğim bir şiirini okumuştuk. Çocukluğunu özleyen şair, bunu şöyle dile getiriyordu:

Affan dede’ye para saydım,

Sattı bana çocukluğumu.

Artık ne yaşım var ne adım;

Bilmiyorum kim olduğumu.

Hiçbir şey sorulmasın benden;

Haberim yok olan bitenden.

Bu bahar havası, bu bahçe;

Uçurtmam bulutlardan yüce…

Şairin de dile getirdiği gibi, insan ara sıra çocukluğuna dönmek istiyor değil mi? Bunu herkes kendi hayatında hisseder sanırım. Zamanı geri döndürmek mümkün değil ama özellikle çocukları izleyerek, hayâlen de olsa çocukluğumuza gitmemiz mümkün olabiliyor. Çocuklarla en çok karşılaşabileceğimiz mekânlar da çocuk parklarıdır elbette. Özellikle büyük şehirlerin stresli hayatından ara sıra da olsa kurtulmak için çocuk parklarını ziyaret etmek ve çocukların dünyasına dalmak gerekiyor. Çünkü çocuk hayatın rengini, cennetin kokusunu sunar bize. Çocuklarla birlikte rengârenk kıyafetler gelir dünyamıza. Renk renk oyuncaklar kaplar her yanı. Dünyanın en sahici, en içten, en masum, en yapmacıksız gülüşünü çocukların şen kahkahalarında buluruz. Bu yüzden, sadece binalara hapsolan çocuklar için değil, büyükler için de önemli bir ihtiyaçtır çocuk parkları.

Parklarda çok farklı manzaralarla karşılaşırsınız. Kaykaylarda nöbet tutan çocuklar… Elindeki balona sevinçle bakarken, belki onu dünyanın en önemli şeyi olarak gören günahsız melekler… Alt iki dişi yeni çıkmış bir bebeğin, cenneti hatırlatan gülüşü... Hayatında ilk kez giydiği için yabancılık çektiği ayakkabısıyla annesinin ya da babasının eline tutunarak yürümeye çalışan minik yavrular... Bir kediyi ya da köpeği gördüğünde, işaret parmağıyla onu gösterip sevinç çığlıklarıyla peşinden gitmeye çalışan masumlar… Dedesinin kucağında gezen ya da onunla el ele yürüyen küçük adamlar, küçük hanımlar… Ve daha nice güzel manzaralar.

Bütün bu manzaralar içerisinde benim en çok dikkatimi çeken manzara, dede-torun manzaralarıdır. Zira dünyanın en özel sevgilerinden birisidir dede-torun sevgisi. Benim dedelerimi görme fırsatım olmadı maalesef. İkisi de ben doğmadan önce vefat etmişler. Dede sıfatını hiç kullanamadım hayatımda. Bu sevgiyi yaşayamamış olduğum için eksik hissederim kendimi. Belki bu yüzden, parklardaki dede-torun manzaralarını hâlâ imrenerek izlerim.

Dünyaca ünlü yazar İvan Sergevic Turgenyev, ‘Babalar ve Oğullar’ adlı eserinde, babalar ve oğulların yaşadıkları zaman farkından ötürü, kişisel ve sosyal anlamda hep ters düştüklerini anlatır. Bence yazar, dedeler ve torunları yazsaydı, babalar ve oğulların aksine, onların ne kadar uyumlu olduklarından bahsederdi. Zira torun için dede demek, kendisini her haliyle kabul edecek, nazının en çok geçtiği kişi demektir. Ona hikâyeler anlatan, çikolatalar, oyuncaklar alan, onu parka götürendir. Dede, özlenendir. Babanın büyüğüdür. Büyükbabadır. Anne-babalar da çocuklarını her haliyle kabul eder elbette ama onlara yapamayacağı şımarıklıkları, dedesine yapabilir torun. Anne-babanın yasakları, genellikle dedenin yanında pek geçerli olmaz. Dedeyle birlikte geçen zamanlar hep özeldir. Dede, torunun hayatında varlığıyla da yokluğuyla da hep vardır.

Diğer yandan dede için de torunun yeri çok ayrıdır. Dedeye hayatın yorgunluğunu unutturan, sahte insan ilişkilerinden yorgun düşen gönlüne, saf doğruluğu, içten coşkuyu sunan varlıktır torun. Dedenin eksik yaşadığı çocukluğunu tamamlayandır. Gönlünün neşesidir. Dedeyi gençleştirendir. Bir gülümsemesiyle bütün sıkıntılarını unutturabilendir.

Dede-torun sevgisi, baba-evlât sevgisinden çok daha ileridir. Zira dede torunun kusuruna bakmaz. Ne de olsa çocuğundan da öte bir anlamı vardır torunun. Çoğu dede çocuğunda yaşayamadığı duygularını torununda yaşar. Hiçbir şeyi torunundan esirgemez. Evlâdına veremediklerini torununa verir. Çocuklarını yetiştirirken yaptığı hataları, torununda telâfi etmeye çalışır. Acemiliğini çocuklarında yaşamış bir babanın ustalık devresidir dedelik. Bu yüzdendir ki; engin hayat tecrübesini torununa aktararak onu hayata hazırlamaya çalışan iyi bir öğretmendir dede.

Ben dede sıfatını hiç kullanamadım hayatımda. Bu sevgiyi yaşayamamış olduğum için eksik hissederim kendimi. Belki bu yüzden, etrafımdaki çocukların dedelerine olan sevgisine bakarak, içimdeki bu buruk duyguyu onlarda hissetmeye ve yaşamaya çalışırım. Ne mutlu dede-torun sevgisini hakkıyla yaşayabilenlere ve bu özel sevgiden hissesi olabilenlere…

HASAN YÜKSELTEN

Topluma karşı vazifelerimiz

BİR SORU:

Nükhet Berberci: “İnsanın bir Allah’a karşı, bir de topluma karşı görevleri olmalı, değil mi? Allah’a karşı görevlerimiz belli. Bunu her kaynakta bulabiliyoruz. Ama topluma karşı görevlerimiz konusunda birçok görüş var. Bunların birçoğu birbirleriyle de çelişiyor. Bazen nasıl davranacağımızı, neyi yapıp, neyi yapmayacağımızı bilemiyoruz. Topluma karşı görevlerimizin neler olduğu konusuyla ilgili görüşlerinizi yazarsanız çok sevinirim.”

TAVSİYELER

Sağolsun Nükhet Hanım, bir çoklarımızın gözden kaçırdığı bir konuyu dile getirmiş. Toplumdaki problemler arttıkça, insanların topluma olan görevlerini ihmal ettikleri anlaşılıyor. Bu, çok ciddî ve çok acil bir husustur. Eğer bir yerde insanların hak ve hukuk arayışı arttıysa, insanlara düşen toplumsal görevler de göz ardı ediliyor, demektir.

Topluma karşı görevlerimiz, iyi bir eğitimle oluşur. Bu bir devlet politikası çerçevesinde ele alınması gereken çok ciddî bir konudur. Bunun asla ihmal edilmemesi gerekir. Çünkü topluma karşı görevi aksatmak demek, önce insanın kendisini etkiler. Herkes görevini aksatırsa, önce insan kendisi rahatsız olmaya başlar. Topluma karşı görev, kişinin kendisine karşı görevi demektir.

Topluma karşı görev, öncelikle Allah’ın ve Peygamberin emirleridir. Yani kul olmanın gereğidir.

Topluma karşı insanların göreviyle ilgili çarpıcı bir âyet şöyledir:

“İyilik etmek, fenalıktan sakınmak hususunda birbirlerinizle yardımlaşın. Günah işlemek ve haddi aşmak üzerinde yardımlaşmayın.” (Maide, 5/2)

Peygamberimizin (asm) dilinden bir insanın toplumdaki görevi ile ilgili hadislerden üç tanesi de şöyledir:

“Müslüman, elinden ve dilinden Müslümanların emin olduğu kimsedir.”

“Mü’minler, birbirini bağlayıp, destekleyen bir binanın taşları gibidir.”

“Mü’min, kendisi için sevdiğini, din kardeşi için de sever.”

Bilim adamları ve felsefecilerin yardımlaşma konusundaki görüşleri ise, şöyledir:

“Dostuna da düşmanına da yardım et. O zaman dostunla daha iyi bir dost, düşmanınla da dost olursun.” (Cledbul)

“İnsanlar, birbirlerine yardımdan el çektikleri gün, insanlık yok olur. Karşılıklı dayanışma olmazsa toplumlar huzur bulmaz.” (Walter Scott)

“İnsanlara yardım edenin, hem vicdanı rahatlar, hem de vicdanları ayağa kaldırır.” (Chilon)

“Toplumda her insanın görevi vardır. Bazıları bu görevi yaparsa, diğerleri de harekete geçer. Bazıları bırakırsa, diğerleri de vazgeçer. Ama o zaman toplum, yaşanmaz hale gelir.” (Matthew Henry)

Görüldüğü gibi, toplumda yaşayan insanların görevleri konusunda Allah’ın emirleri, Peygamberin sözleri ve bilim adamlarının görüşleri vardır. Bunlar çok önemli bir gerçeğe işaret etmektedirler. O da şudur: Toplumda yaşayan her insanın bir görevi, bir rolü vardır. Bir insan, görevini aksatırsa, yalnızca kendisine zarar vermekle kalmaz, en yakınından başlayarak bütün çevresine tesir eder. Buna, kimsenin hakkı yoktur. Allah ve vicdan indinde ağır bir faturası olmalıdır.

Şimdi dönelim asıl konumuza... Peki, topluma karşı sorumluluğumuzu yerine getirirken nelere dikkat etmeliyiz?

Bunlardan bazılarını şöyle sıralayabiliriz:

- Toplum huzurunu bozmaya yönelik her türlü davranıştan kaçınmalıdır.

- Toplumun genel sağlığının korunması adına, bireysel ve toplumsal hareketin içinde yer almalıdır.

- Şahsî menfaatleri uğruna, milletin huzurunu hiçe sayan çıkar gruplarına karşı tepki görevi işletilmelidir.

- Toplum malının millî servet olduğu, alınan vergilerle alındığı, kullananın da dinî ve vicdanî sorumluluk taşıması gerektiği anlatılmalıdır.

- Çevre temizliğine dikkat edilmeli, sağa-sola kâğıt, çöp, kabuk atılmamalı, atanlar da uyarılmalıdır.

- Fakirlere, yoksullara ve felâkete uğrayan insanlara yardım edilmeli, en azından küçük de olsa destek olunmalıdır.

- Yaşlılar ve aile büyükleri ziyaret edilip, gönülleri alınmalıdır. Çünkü, onların hayır duâları çok büyük bir sermayedir.

- Hastahaneler ve kabristanlar insanlar için ziyaret yerleridir. Buralar asla göz ardı edilmemeli, mesajları doğru alınmalıdır.

HALİT ERTUĞRUL -

[email protected]

GENÇ KALEMLER - “Son”um bir muamma

Her gecenin bir sabahı olduğu gibi, her baharın ardından bir Sonbahar vardır. İşte hayat, ya sondasın ya da sona yaklaştın!

Günler, aylar, yıllar ne çabuk geçiyor an be an. Zamana yetişebilir misin sanıyorsun?

Ne kadar kaçabileceksin ki hakikatlerden? Ne zaman göreceksin kaçınılmaz sonunu? Ne zaman, ne son bekler seni..

Güneşi göremez gözler ve geceye isyan eden gözler oldu. Gün sana ait değil ki yürüdüğünde önünü göreceğini sandın? Geceler de senin değil ki? Gözünü her kapattığında gece olsun sana. Aslında bilir misin? Sen bile sana ait değilsin! Gece ve gündüz sana nasıl ait olsun? Gördüğün hiçbir şey senin değil ki. Hiçbir zaman da olmadı.

Göz görebildiği ölçüde görür hakikatleri. Ve gözün gördüğü kadarsındır bu kısacık fani hayatta.. Sen göremediğin için güneş yok değildir! Ve yine sen göremediğin için hep gece yoktur! Yanlış tahayyül ettiğin zanlar gün geldi seni yarı yolda bıraktılar. Fakat hakikat peşini hiç bırakmaz aslında. İşte o zaman yanlışlar bir bir çıkıverirler ortaya… Zannettiğin hayat seni yüz üstü bırakmıştır. Anlarsın ki pişmanlıkların hiç bırakmaz yakanı..

Lâkin, bu en büyük başlangıçtır senin hayatında.. Zannettin ki son’a yaklaştın.. Ama gerçekler hiç de öyle görünmedi gözüne. Başlangıç zannettin hep dünya hayatını… Unuttun yine son durağının asıl başlangıç olduğunu…

MERVE TABAN - [email protected]

BİZLER

Yazan yazmış,

Biz yazılanı yazıyoruz.

Bazen şerh yapıyor,

bazen saçmalıyoruz.

Fiziğini tarif etmekten kitabın,

Okuyamıyor kâinatı,

mânâlarını anlamıyoruz.

Bazıları kâinatın

“nasıl”ını tarif ediyor.

Bazılarımız ise nasıldan

niçin cevabını buluyoruz.

Dünyada doymuyor,

numunelik yaşıyor,

Hayatta demoları kullanıyor

Ve son sürümleri arzuluyoruz.

Ebedî, beraber ve huzurlu

Olanı istiyoruz.

Ve hâlâ bekliyoruz

Ve yaklaşıyor yaklaşmakta olan.

ARAFAT DENİZ

02.10.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Elif Eki

  (25.09.2009) - Yola devam!

  (07.08.2009) - Çok sinirliyim... Çabuk kızıyorum, bunun çaresi yok mu?

  (31.07.2009) - Ey güzeller güzeli bostan-ı bağ-ı vefa!

  (24.07.2009) - Kara sevdâ: Hicaz Demiryolu

  (17.07.2009) - “Üçüncü madde: Tesettür kalkacak!”

  (10.07.2009) - MÜSTEHCENLİK KADINI ÇİRKİNLEŞTİRİYOR

  (26.06.2009) - ‘Bir alana, Bin bedava’ (!)

  (19.06.2009) - Elif bir harman

  (12.06.2009) - Elif’imiz kemâlini buluyor

  (05.06.2009) - Bir paylaşma san'atı: Evlilik

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.