11 Ekim 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Basından Seçmeler

Obama, Nobel ve Ortadoğu

NOBEL Barış Ödülü’nün Amerikan Başkanı Barack Hüseyin Obama’ya verildiğini duyduğumda ilk tepkim “Biraz erken değil mi?” oldu. Birçok projeyi başlatmış ama henüz sonuçlandırmamış olan Obama, yarattığı yeni psikolojik havayla dünya kamuoyunun takdirini toplamaya devam ediyor. Obama’yı sırf George Bush olmadığı için destekleyenler de var. Fakat Obama’yı dış politikada zorlu günler bekliyor. Biraz kötümser olsanız “Bu iş bitti; Obama sisteme yenildi” bile diyebilirsiniz. Nobel Barış Ödülü “Sakın vazgeçme” mesajı mı veriyor acaba?

Obama göreve geldiğinde Ortadoğu politikasında dört konuya öncelik vereceğini söylemişti: İran, Irak, Afganistan ve Filistin. Obama Bush döneminin aksine işbirliği ve diplomasi yöntemlerini kullanmaya çalışıyor. Fakat bu dört alanda da gidişat iyi değil. Ve eğer Obama bu dört konuda başarısız olursa, “işbirliği, diplomasi, barış...” söylemleri de anlamsız hale gelecek.

Obama Irak’ı “Bush’un savaşı” olarak gördüğü için en baştan reddetmişti. Fakat şimdi Obama’nın da çözmek zorunda olduğu bir Irak var. 2011 sonunda Amerikan askerleri Irak’tan tamamen (ya da büyük oranda) çekilecek. “Geride nasıl bir Irak kalacak?” sorusunun cevabını bilen yok. 2010 başında genel seçimlere gidecek olan Iraklılar şu anda kıyasıya bir siyasi mücadelenin içinde. Bu, Irak demokrasisi için iyi bir şey. Ama Irak siyaseti hâlâ etnik ve mezhebi kimlikler üzerinden yürüyor. Şiiler ve Kürtler arasındaki gerginlikler yer yer şiddete dönüşüyor. Irak’ın tamamını kucaklayan bir siyasi liderlik ortaya konabilmiş değil.

Obama İran konusunda çatışmacı değil, uzlaşmacı bir yol izleyeceğini söyledi ve şu ana kadar bu ilkesine sadık kaldı. Fakat üzerindeki baskı her gün artıyor. İsrail, İran’ı bölgedeki en büyük tehlike olarak görüyor ve Washington’ı daha sert tutum almaya zorluyor. BM Genel Kurulu’nda İran’ın nasıl da dünyanın en büyük güvenlik sorunu haline getirildiğini gördük. Geçen hafta Cenevre’de yapılan 5+1 görüşmesinden “tekrar görüşelim” mesajının çıkması şimdilik Obama’yı rahatlatmış görünüyor. Fakat Obama’nın İran politikası başarısız olursa şahinler geri gelecek ve Obama’ya “Biz sana dememiş miydik?” diyecekler.

Afganistan’da işler hiç iyi gitmiyor. Obama’nın en büyük hatalarından biri, Bush’tan devraldığı “terörle mücadele” kavgasında Afganistan’ı yeni cephe olarak göstermesi, yani savaşı sahiplenmesiydi. Obama “terörle mücadele” lafını kullanmıyor. Fakat Afganistan işgalinin sürmesinin tek sebebi var: Obama, ulusal güvenlik konusunda Amerikan halkının gözünde zayıf bir başkan olarak görünmek istemiyor.

Fakat Afganistan’da askeri bir çözümün olmayacağını herkes biliyor. “İmparatorluklar mezarı” Afganistan, Obama’yı da yutabilir. Çözüm, siyasi süreçte, ki normalde Obama yönetiminden beklenen de bu olmalıydı. Fakat şu anda kimse “Taliban ile el-Kaide’yi birbirinden ayıralım ve Taliban’ı siyasi sürece katalım” demiyor. Diyenlere en sert cevap, Obama’nın başkanlık yarışındaki rakibi John McCain’den geldi. McCain’e (yani Cumhuriyetçilerin büyük çoğunluğuna göre) böyle bir ayrım “deli saçması.”

En büyük hayal kırıklığı ise Filistin’de yaşanıyor. Obama göreve gelir gelmez Filistin sorununu çözmek için kolları sıvadı ve bir özel temsilci atadı. Taraflar arasında güven inşa etmek için önemli mesajlar verdi. Ve İsrail tarafından sadece bir şey istedi: Batı Şeria’daki Yahudi yerleşimlerinin durdurulması. Filistin meselesini takip edenler bu konunun ne kadar hassas ve hayati olduğunu bilir. Bir karış toprak için insanların öldüğü işgal altındaki Filistin topraklarında yerleşimcilerin faaliyetlerini durdurmadan barış sürecini başlatmak mümkün değil. Çünkü her bir yeni yerleşim, Filistin topraklarının biraz daha küçülmesi, işgalin kalıcı hale gelmesi demek.

Obama Netanyahu’dan tek bir şey istedi: Yerleşimcileri durdur, ben de sana Arap ülkelerini getireyim. İsrail tarafının atabileceği en kolay adım, yerleşimcileri durdurmak. Fakat bunu dahi yapmadılar. Filistin meselesinin asıl diğer üç konusuna (1967 sınırları, Kudüs ve Filistinli mülteciler) bugüne kadar hiç girilmedi bile. Bu nasıl bir “barış süreci” diye sormak gerekiyor. Bütün bu konularda Obama’ya geri adım attırdılar. Bundan sonrası da pek umut verici değil.

Obama’nın işi zor. Bu dört alanda başarısız olan bir Obama, Arap ve İslam dünyasındaki itibar ve güvenilirliğini yitirecektir. Obama içerde de Sağlık Reformu ile uğraşıyor ki bu tartışma da alakasız yerlere kaymış durumda. Obama’nın bu zor günlerde iyi bir moral dopinge ihtiyacı var. Sanırım Nobel heyeti, bu ödülle Obama’ya “Arkandayız, geri adım atma” demek istedi!

İbrahim Kalın, Sabah, 10 Ekim 2009

11.10.2009


Fikirle zikir bir olacak mı?

GEÇEN haftanın ekonomik gündemini Uluslararası Para Fonu (IMF) ile Dünya Bankası (DB) 2009 yıllık toplantıları oluşturdu. İki gün süren guvernörler toplantısını izledim.

IMF-DB yıllık genel kurul toplantısının İstanbul’da yapılması, ülkemizi dünya gündemine taşıdı. Sonuç bildirgesi ‘İstanbul Kararları’ adıyla tarihe geçti. Katılımcı 186 ülkenin imza attığı yaklaşık dört maddeden oluşan kararlar, küresel krizin ardından kurulacak yeni dünya düzeninin yol haritasını içeriyor.

Toplantılarda konuşmacılar sürekli birlik beraberlikten söz etti. Özellikle gelişmiş ülkeler, küresel krizin aşılmasında bizim gibi gelişmekte olan ülkelere bel bağlamış durumdalar. Bu çerçevede IMF ve DB’deki kredi kotası ve oy hakkı yeniden belirlenecek. Uluslararası kuruluşlarda yüksek temsil oranı olan zengin ülkelerin IMF’deki yüzde 5 ve DB’deki yüzde 3’lük kotası Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelere aktarılacak.

Bugüne kadar dünyanın çeşitli bölge ve ülkelerinde değişik tarihlerde ekonomik krizler yaşandı. Gelişmiş ülkeler o krizlere hep seyirci kaldılar. Hatta, kriz yaşayan ülkelerden kurulma maliyetinin çok aşağısındaki fiyatlara banka ve çeşitli sanayi tesisleri aldılar. Bazı ülkelerde halk, krizin aşılması için birikimindeki altınları devletine hibe etti. Krize giren ülkelerde IMF’nin verdiği kredilere karşılık sunulan acı reçetelerle halka yüksek bedeller ödetildi. Kriz yaşayan bazı ülkelerde halk ayaklanmaları oldu. O yıllarda yapılan IMF-DB yıllık toplantılarında hiç birlik beraberlik mesajları verilmedi.

Dünya 1990 yılı sonrasında globalleşme ve küreselleşme adı altında paradan para kazanma dönemine girdi. Gelişmiş ülkelerde banka yöneticileri piyasa oyuncuları zamanla hırslarının esiri oldular. Kanaat ortada kalktı. Daha çok servete sahip olmak için her yol mubah sayıldı. Bankaların oluşturduğu yatırım fonlarında türevin türevi ürünler satıldı. Düzenlemesi ve denetimi olmayan bu sistemde sonunda Amerika’daki konut piyasasında saadet zincirinin halkası koptu. Dünya global finansal krize girdi.

Alınan kararların bir maddesi; ‘Krizin çıkmasına sebep olan finans sisteminin daha sıkı denetlenmesi için her türlü tedbir alınacak.’ şeklinde. Ancak, hâlâ para piyasalarında eski alışkanlıklar sürdürülüyor. Para birimlerinde, emtialarda, petrolde ve başta altın olmak üzere kıymetli madenlerde spekülatif ve manipülatif işlemler sürüyor. Petrol fiyatı varili 147 dolardan bu yılın ilk çeyreğinde 35 dolara kadar geriledikten sonra şimdi yeniden 73 dolara yükseldi. Petrolden 6-7 aylık sürede yüzde 100’ün üzerinde gelir sağlandı. Daha önce de belirttiğim gibi; portföylerindeki yüklü miktarda altınla fon oluşturan Amerikan yatırım bankaları, yılbaşından beri spekülatif işlemlerle her fiyattan altına alıcı getirmeye çalışıyorlar. Altının dış piyasa fiyatı yükselse de içeride 24 ayar altın fiyatı aynı oranda artmadı. Şubat 2009’da altın 1006 dolar/ons olduğunda 24 ayar altın 54 TL/gr idi. Şimdi ise altın 1060 dolar/onsa yaklaştı, ama 24 ayar altın 49,75 TL/gr’da kaldı. Sekiz ay sonra bugün 24 ayar altının gramında 5,25 lira zarar var. Altın fiyatının yükselişi gibi düşüşü de sert olacak.

Son yüz yılın en şiddetli global finansal krizi yaşanmış olsa da casino kapitalizmi sürdürülüyor. IMF-DB toplantısında alınan kararlar kağıt üzerinde kalırsa, fikirlerle zikirler bir olmayacak ve dünyada yeni bir ekonomik krizin yaşanması kaçınılmaz olacaktır. Krizlerin çözümünü üretim ekonomisine geçişte aramak gerekiyor.

M. Ali Yıldırımtürk, Zaman, 10 Ekim 2009

11.10.2009


Kriz çıkışı ve riskler

KRİZİN tabana vurduğu ve krizden çıkış sürecinin başladığı gelindiği artık resmi ağızdan da söylendi. Üstelik hemen burnumuzun dibinde, İstanbul’da yapıldı bu. Hafta ortasında başlayan, papuçlu protesto gösterisi ile şenlenen IMF-Dünya Bankası toplantıları krizin resmi bir fotoğrafının çekilmesine imkan verdi. Bu tür fotoğraf çekimlerini periyodik olarak IMF yapıyor. İstanbul toplantısının başlangıcında hem dünya ekonomisinin hem de küresel finans sisteminin son durumu hakkında iki rapor açıkladı IMF. İstatistiksel bilgilerin yanısıra her iki raporda ilginç analizler ve değerlendirmeler de var.

Raporlarda sunulan istatistiksel bulguları tekrarlamayacağım. Bunları yeterince gördüğünüzü, duyduğunuzu sanıyorum. Zengin sayısal verilerin yanısıra IMF raporlarında krizden çıkışın nitelikleri ve olası risklerine ilişkin değerlendirmeler de yer alıyor. Bu iki nokta üzerinde durmak istiyorum.

Değerlendirmemi bu konulara yönlendirmemin bir de kişisel nedeni var. Özellikle riskler konusunda IMF değerlendirmeleri benim düşüncelerime oldukça yakın duruyor. Hafta başında Diyarbakır’da İş Bankasının organize ettiği bir toplantıda konuştum. Kriz çıkışındaki olası risklere ilişkin görüşlerimi dile getirdim. Toplantıya katılanların da anımsayacağı gibi özellikle kısa-orta vade riskleri konusunda IMF ile nerdedeyse aynı şeyleri söylüyoruz.

***

IMF raporlarında kriz çıkışının niteliklerine ilişkin değerlendirmeler var. Bunlardan üçüne özel olarak dikkat çekmek istiyorum. Ulusal ekonomilerde iktisat politikalarının aktif olarak kullanılması ve ciddi canlandırma çabası gösterilmesi krizin beklenenden daha kısa sürede dibe vurup çıkışın başlamasında çok etkili oldu. Bu bir. Buna rağmen krizden çıkış ve büyüme sürecinin yerleşmesi yavaş olacak. Bu iki. Krizden çıkışı yavaşlatan etkenlerin başında finansal sistemin henüz yeterince onarılmamış olması geliyor. Bu da üç.

IMF raporlarındaki değerlendirme zenginliği bu üç nokta ile sınırlı değil kuşkusuz. Ancak, bu üç noktadan hareketle önümüzdeki dönemin olası risklerini daha net tanımlayabilme imkanı olduğunu düşünüyorum. Kendi adıma önümüzdeki evrede üç temel risk olduğunu düşünüyorum.

Kısa vadede canlandırma çabalarını abartılı boyutlara taşıyıp, yeni bir varlık fiyatları balonu yaratmak gibi bir risk var. Risklerden birisi bu.

Orta vadede bu kez politika sıkılaştırılmasını abartıp yeni canlanan ekonomileri boğarak yeniden durgunluğa sürükleme riski var. Bu da ikinci bir risk. Uzun vadede ise finans sisteminde gerekli onarım ve regulasyonu yapmaktan kaçınarak kriz öncesindeki finansal mimariye dönmenin taşıdığı sistemik bir risk var. Üçüncü risk de bu. Dikkat ederseniz kriz çıkışında söz konusu olabilecek riskler çıkış sürecinin nitelikleri ile yakından ilgili. Örneğin, kriz çıkışının yavaş olması iktisat politikalarının daha da gevşetilip, canlandırma çabalarının daha büyük boyutlara taşınmasına yol açabilir. Bu tür bir yeni açılımı öneren iktisatçılar var. Ancak, finansal düzenlemenin henüz yeterli olmadığı ancak risk iştahının yeniden kabardığı bir ortamda bu tür abartılı bir açılma çabası, uzun süredir değindiğim bir uyumsuzluğa, finansal canlanma ile reel gelişmeler arasındaki bağın kopmasına neden olabilir. Kısa süreli bir mali varlık fiyatları balonun ardından yeni bir krize sürüklenileceği anlamına gelir bu.

Bu tür bir mali varlık fiyatları enflasyonu çekincesine bir de canlandırma çabalarının yaratması olası mal ve hizmet fiyatları enflasyonu kaygısı eklenirse bu kez iktisat politikaları tam ters yöne savrulup, sıkılaştırılabilir. Bu tür sıkılaştırmanın gecikmeden yapılması gerektiğini savunan iktisat uleması da var. Ancak, erken gelebilecek bu tür bir sıkılaştırma zaten yavaş olan kriz çıkışını tersine çevirip yeniden resesyona dönülmesine neden olabilir.

IMF raporlarında kriz çıkışında olası bu iki tür riske ilişkin, benimkine benzer, değerlendirmeler var. Raporların sıcaklığı geçince yorumcuların da bu noktalara eğileceğini düşünüyorum.

Yukarıda değindiğim ve daha sistemik nitelikteki üçüncü risk ise resmi raporlarda yer almıyor kuşkusuz. Ama uluslararası finansal mimari kriz üreten özelliklerinden temizlenmeden krizin bittiği duygusu yerleşirse aynı filmi bir kere daha izleme durumunda kalabiliriz. Bulunduğumuz noktada, özellikle mali çevrelerde el altından sürdürülen çekişmeleri dikkate alırsak, böyle bir risk olduğunu söyleyebiliriz. Bu riskin nasıl geliştiğini kriz tam anlamıyla aşılıp, hızlı büyüme- çok kazanma çoşkusu yeniden herkesi esir alınca göreceğiz.

Taner Berksoy, Radikal, 10 Ekim 2009

11.10.2009


Çok kötü hareketler bunlar...

DAĞA taşa yazı yazma geleneği Türk milletinin kanında var. Boş bulduğumuz her yere yazarız biz.

Milletimiz gittiği her yere mutlaka yazılı bir işaret koyma gibi bir alışkanlığa sahip.

Hacca gittiğinde Peygamber’in hicret sırasında saklandığı mağaranın duvarına bile yazı yazan bir milletin evlatlarıyız.

Temel dünyanın öbür ucuna gitse bile oraya mutlaka bir işaret bırakır. Buraya çöp dökenin... diye başlayan, (...) duvar yazıları görmüşümdür.

Ha bir de hangi şehre gittiysem mutlaka gördüğümüz “Bel fıtığı...” yazısı ve yanında bir telefon numarası...

Okumayı sevmiyor ama yazmayı seviyoruz.

Okullarda sıralara, piknik alanlarında ağaçlara yazı yazmayı seviyoruz. (...)

Bütün bunlar bir tarafa beni dehşete düşüren yazıları 1987’de Diyarbakır Askeri Cezaevi’ni bir gazeteci grubu ile birlikte ziyaret ettiğimde görmüştüm.

Cezaevinden içeri girdiğimizde hepimizin dikkatini çeken şey duvarlara, tavanlara ve yerlere hiçbir yerini boş bırakmamacasına yazılan yazılar...

Neler neler...

Başta “Ne mutlu Türküm diyene.”

İyi ama bu cezaevinde yatan herkes Kürt, üstelik PKK’lı eylemci... Bu yazı o kişiye neyi anlatabilir ki...

Karşı duvarda “Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik/ Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik...”

Bir başka duvarda “En büyük Türk Atatürk” yazıyordu.

Gözlerinizi ne yana çevirirseniz çevirin mutlaka Türklük’le ilgili bir söz, bir şiir, bir resim görüyordunuz.

Duvarın birinde Çanakkale Savaşı canlandırılmış, bir diğerinde “Çırpınırdı Karadeniz/ Bakıp Türk’ün bayrağına...”

Bütün bunları görmek istemediğinizde gözlerinizi çevireceğiniz boş bir yer yoktu. Mesela tavana bakmak istediniz... Orada da tavanın bütününü kaplayan bir Türk Bayrağı resmi görüyorsunuz.

Ne aptalca bir yöntem, ne kötü hareketler bunlar.

Böyle bir cezaevinin etnik temelde terör yapan bir örgütün tutuklu elemanlarını ıslah edeceğini kim söyleyebilir?

Bu yöntem ıslah etmez bilakis insanların kendi davalarına daha bir tutkuyla bağlanmasını sağlar.

Nitekim, PKK’nın PKK olması Diyarbakır Askeri Cezaevi’ndeki uygulamalar sayesinde olmuştur!

Doğu ve Güneydoğu’nun şehir girişlerine ve dağına taşına “Ne mutlu Türküm diyene” yazanlar da aynı zihniyetin adamlarıydı.

Bir tane Türk’ün bile yaşamadığı bir yere, orada yaşayan insanların gözüne soka soka “ırk vurgusu” yapan bir sözü yazmanın kârı ya da zararı düşünülmeden yapılmış hareketlerdi bunlar.

Asker cami cemaatine el atmış, her caminin cemaatini fişlediği ortaya çıkmıştı. El atmadığı bir cami mahyaları kalmıştı.

Dağa, taşa yazmak yetmemiş, İstanbul gibi bir şehrin merkezinde bulunan büyük camilerin mahyaları “Ordumuza şükran borçluyuz” gibi, ‘’Ne mutlu Türküm diyene” gibi izafi cümlelerle dolduruldu.

Tam bir köyden indim şehre gösterisi...

“Orduya sadakat görevimiz...” falan.

Memlekette her şeyin kahyası olanlar şimdi de mahyaların kahyası olmuşlar.

Ordumuza niye şükran borçluyuz ki?

(...) Yaptığı hiçbir hatanın hesabını vermeyen bir yapıya niye şükran borçlu olduğumuzu çıkıp birilerinin açıklaması lazım.

Mahyalara ideolojik ve siyasi yazılar yazdırılacağına Dağlıca’nın hesabı verilsin!

Nuh Gönültaş, Bugün, 10 Ekim 2009

11.10.2009


Afganistan bataklığı

AFGANİSTAN’DA pek bataklık yoktur. Kupkuru kara iklimi, kuzeydeki Çin sınırı bölgesi hariç, ülkenin tümüne hâkimdir. Bu çetin iklim şartları Afganların mizaçlarına da sirayet etmiştir. Koca İngiliz İmparatorluğunun bir türlü alt edemediği, ancak bölerek ve fitneyle sınırlarını kontrol altında tutabildiği tuhaf bir diyardır Afganistan.

30 yıldır savaşa esir olmuş ülkede 100.000 yabancı asker bulunuyor. Karşılarında ise 10.000 Taliban. Bu sayıyı potansiyel olarak üçle çarpmak mümkün. Yıl sonundan önce 68.000’i ABD’den olmak üzere 108.000 asker daha savaşa gidecek. Bu muazzam silahlı mevcudiyet sıradan bir Afganlı için Taliban’a karşı savaştan ziyade ülkenin bir şekilde işgali anlamını taşıyor. Nitekim savaşan Peştulara artık Özbek ve Tacikler de katılıyor. Yabancı güçlerin, sayıları ne olursa olsun ne askerî anlamda ne kalben Afganistan’da kazanmaları mümkün değil. 11 Eylül sonrasında sadece 300 Amerikan Özel Kuvvet mensubu Taliban rejimini devirmişken bugün onbinlerce asker 364 bölgenin ancak 204’ünü kontrol edebiliyor.

Bitmez tükenmez hatalar

Bugün NATO’nun başına gelenler 1980’de Kabil’de komünist bir darbe yaptırıp, kukla bir hükümet kurdurup sonra bu rejimi ayakta tutabilmek amacıyla Afganistan’ı işgal etmek zorunda kalan Sovyetlerin başına gelenlerin bir tekrarı izlenimi veriyor. NATO’nun Afganistan operasyonunun akıbetini Kızıl Ordu’nunkine benzeten çok.

NATO kuvvetlerinin, kurunun yanında yaşında yandığı, ciddî sivil zayiata yol açan bitmez tükenmez hataları, diğer yanda Taliban karşıtı Afganları yanlarına çekmekteki beceriksizlikleri Afganları Batı’ya karşı topyekûn bir cihada doğru sürüklüyor. Bu gidişatta Türkiye’nin tüm Afganların değilse de en azından Taliban’ın gözünde bu Batı koalisyonun parçası olduğunu bilmesi gerekiyor. Tavuk keser gibi kelle alan, seçime katılmaya yeltenen vatandaşın mürekkepli parmağını kesen, insan vücudunun bilumum uzvunu kesip almaya meraklı bu tuhaf ‘talebe’ grubunun, muharip olmasalar da Türklere farklı muamele yapmasını beklememek gerek. Ayrıca muharip olmayan 780 Türk askerinin dünyanın en fakir ülkelerinden biri olan Afganistan’da yaptığı yardımın etkisini büyütmemek gerek. Kanada dahi inşa etmeye başladığı 50 okulun sadece beşini tamamlayabildi, ama bu arada Kanada askerinin bulunduğu Kandahar bölgesindeki 364 okuldan 180’i Talibanca kapatıldı!

Afganistan’ı terk etsen bir türlü kalsan bir türlü. Almanlarla İngilizler Fransa’nın da desteklediği bir uluslararası konferans tertiplenmesini ısrarla talep ediyor. Bu üç ülke Avrupa’dan en fazla asker katkısı yapmış olanlar, verdikleri zayiat kamuoylarında savaş karşıtlığına dönüşmek üzere. Kanada en geç 2011’de askerini çekme kararı aldı. ABD ve Batı Avrupa’da pek çok uzman acil bir değerlendirme gerektiği ve işin iyice çığırından çıktığını söylüyor. ‘Uluslararası camia’ yani Afganistan’da bulunan NATO askerî güçleri ile Birleşmiş Milletlerin ülkede görev yapan sivil temsilcileri arasında ne yapılması konusunda hiçbir ortak görüş yok.

20 Ağustos seçimlerini’uluslararası camia’nın adamı olan Hamid Karzai kazandı. Karzai’ın ülkesinde üç çeşit insan olduğu söyleniyor: El-Kaida mücahitler, El-Faida faydalananlar, El-Gaida sürünenler. Kabil’den dışarı, o da askeri koruma olmadan çıkamayan ve bu yüzden kendisine ‘Kabil Belediye Başkanı’ sıfatı yakıştırılan Karzai’ın tüm Afganistan’ı yönetmesi mümkün değil.

Çare kabile reislerinde aranıyor

Tıpkı 1980-90’lardaki Sovyet ordusu korumasındaki komünist yöneticiler gibi Kabil’den öte bir gücü yok. Dolayısıyla ne temsilî demokrasinin ne de seçimleri onun veya başka bir liderin kazanmasının pek anlamı yok. %77’si okuma yazma bilmeyen Afganistan’ı 1980’den sonra kaldırılan meşrutî kraliyetten başka bir sistemle yönetmek kolay değil. Nitekim iktidarı kabile reislerine devredip malî yardımları da bunlara kanalize etmenin yolları aranıyor artık.

Cengiz Aktar, Vatan, 10 Ekim 2009

11.10.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.