31 Aralık 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR Mobil İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Basından Seçmeler

Sorun nerede biliyor musunuz?

EVET, böyle başlayalım:-Sorun nerede biliyor musunuz?

Şurada:

-Devlette birileri vatandaşa güvenmiyor. Vatandaşın içinde önemli bir kesim, devlette birilerine güvenmiyor.

İlk cümleyi açalım:

İşin ucu taa Osmanlı çözülüş dönemine uzanıyor. Dışarıdan güdümleme var, içeriden isyanlar var. Arkadan vurmalar var. Bu, “Kim sadık vatandaş” sorusunu getiriyor devletin gündemine.

Osmanlı’nın son dönemindeki bu kuşku, Cumhuriyet’e intikal ediyor. Milli mücadele, askerin öncülük ettiği sivil direnişle vücut buluyor. “İçerisi ile oynanma” ve “Arkadan vurulma” tedirginliği hep sürüyor.

Milli mücadeleden sonra gelen devrimler, bir başka halk tedirginliğini daha taşıyor devletin gündemine. Eskiden “Acaba bağımsızlık için kışkırtma olur mu” kaygısı ile diken üstünde duran devlet, şimdi bir de “Acaba rejime karşı halk kışkırtılır mı” kaygısına kapılıyor. “Öyleyse halka karşı devleti tedbirli hale getirmek lazım” deniyor. Halkın gözetlenmesi, fişlenmesi vs. buradan çıkıyor.

Devlet Aleviler’i bir sebeple, Sünniler’i (Dolayısıyla Türkler’in büyük çoğunluğunu) başka bir sebeple, Kürtler’i bir sebeple, gayrimüslimleri bir sebeple, sağcıları, solcuları, dindarları dinsizleri... Hep gözetliyor.

Demokrasiye geçiliyor... Yani kağıt üzerinde halk iradesi daha belirleyici oluyor. Sandık öne çıkıyor.

Bu defa vatandaşta, devlet içinde birilerine yönelik güven sorunu başlıyor.

“Biz oyumuzu veriyoruz, bizi yönetecek olanları seçiyoruz ama bakalım, devlet içinde birileri, bizim tercihimize saygı gösterecek mi yoksa ‘Bunlar çarıklı insanlar, bunların tercihlerine itibar edilmez, öyleyse bunlar seçsin ama memleketi gene biz yönetelim. Bunların seçtikleri, bizim irademize boyun eğmezse onları dövelim’ der mi?”

Diyor nitekim!

Memleket sık sık, halk iradesinin aslında işe yaramaz olduğu kanaatinden yola çıkan askeri müdahalelere sahne oluyor. Asker bu işi yaparken, memleketin kimi siyasi, iktisadi, bürokratik, medyatik, yargısal ve akademik güç odaklarıyla birlikte hareket ediyor. Bu dönemlerde, daha önceden gizlice fişlenmiş olanlar, dosyası tutulanlar, kimi zaman yargı da devreye sokularak ve kimi zaman fiziki varlıklarını yok etmek dahil, tasfiye ediliyor. Kimi zaman, “yargısız infaz” diye bir sistem işliyor. Yine o fişlemelere bağlı. Bunların adı “faili meçhul”e çıkıyor.

Bu durumda, vatandaşın güven duymaması da haklı.

İşte Türkiye böyle akıp giderken, “Dış dinamikler”in de devreye girmesiyle, “Artık şu demokrasi ve hukuk devleti işi biraz ciddiye alınsa...” gibi bir noktaya geliniyor.

Şu anda yaşanan hadise bununla bağlantılı.

Daha bir demokrasi, daha bir hukuk devleti olabilecek miyiz?

Halkın Ankara’ya gönderdiği insanlar, devlet adına güvensizlik karşısında “Hele bir dur bakalım diyorlar. Devlet sadece senden ibaret olamaz. Kim, kimi, neden fişlemiş, fişledikten sonra ne yapmış, neden sen daha güvenilirsin de, ben değilim, senin beni fişleme meşruiyetin nereden kaynaklanıyor, “İç tehdit”i nasıl belirledin, hangi kriterle” diye soruyor.

Bu arada birileri...

“-Ama sen şu çizgidesin, o çizgi ise vatandaş seçmiş olsa bile Türkiye için tehdit oluşturuyor” diyor.

“-Buna sen karar veremezsin” itirazı geliyor.

“-Bu memleket hukuk devleti ise hukukun sözü geçer kimse re’sen “tehlike” ya da “düşman” ilan edilemez.”

Evet, işte bu gerilimi yaşıyoruz.

Bu gerilimin içine, hukuk bürokrasisinin kafa karışıklığı bile yansıyor zaman zaman. Çünkü hukuk bürokrasisine de, bir yerde halka yönelik kuşku mantığı hakim olabiliyor. Halktan yüzde 47 oy almış bir siyasi kadronun, “laiklik karşıtı eylemlerin odağı” diye mahkum edilmesi, hatta yüzde 95 oy alsa bile bu yaftanın vurulabileceği gerçeği, net bir Türkiye garabeti olarak ortaya çıkıyor. Türkiye’nin bir yerinde yargı darbe şüphelilerini yargılıyor, bir başka yerinde halk temsilcileri yargılanıyor.

Türkiye, “Abdullah Gül cumhurbaşkanı olabilir mi”yi tartıştı günlerce... Neden? Abdullah Gül “sakıncalı” bulunmuştu çünkü bir kısım odaklar tarafından.

Seferberlik Tetkik Kurulu’nun incelemeye açılması, bir güvenlik zaafı oluşturur mu?

Neden oluştursun ki...

Cumhurbaşkanına da, başbakana da, hükümete de, Meclis’e de, hukuk adamlarına da güvenirseniz böyle düşünürsünüz.

Bunlardan şüphe ederseniz başka türlü düşünebilirsiniz.

Ama bu defa onlar da sizden şüphe ederler:

-Ya, ülke savunması derken başka işler yapıyor iseniz, çeteleşmişseniz, yargısız infaz yapıyorsanız, çek-senet mafyasına dönüşmüşseniz, uyuşturucu ve silah işine girmişseniz...

Bu durumda, devlet yaşadığımız süreçte kendi içinde güven testi de yapıyor demek mümkün.

Ahmet Taşgetiren / Bugün, 30.12.2009

31.12.2009


Tayyip Erdoğan’a Pınarhisar’ı hatırlatmak...

ŞAMİL Tayyar, gazeteci, Star gazetesi yazarı. Operasyon Ergenekon isimli son kitabından dolayı 20 ay hapis cezasına mahkum edildi. Şamil Tayyar’ın bugüne kadar 35 aya varan hapis cezaları bu gidişle 100 ayı bulabilir.

Mehmet Baransu, gazeteci, Taraf gazetesi muhabiri. Bu yıl Sedat Simavi Gazetecilik Ödülü’nü aldı.

Son olarak “Kod adı Kafes” adını taşıyan bomba gibi bir haberden dolayı hapsi boylamasına ramak kaldı. Anlaşılan, Mehmet’in böyle haberler yazmasından memnun olmayan odaklar düğmeye bastı.

Kafes Planı korkunçtu.

Asker içindeki cuntalaşma faaliyetlerini, Türkiye’de darbe ortamı oluşturmak için yapılacak suikastleri, düzenlenecek tüyler ürpertici tertipleri tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyordu. Son tahlilde hükümeti devirme planıydı söz konusu olan...

Mehmet’in haberi böyleydi.

Peki, Şamil ne yaptı?

Bir gazeteci olarak haberleri, yazıları ve kitaplarıyla Ergenekon‘un üstüne serilen gizlilik perdesini araladı.

Unutmayın!

Ergenekon operasyonu ve davası, bu ülkede demokrasi ve hukuk devletini yakından ilgilendiriyor. Devletin daha çok hukukla tanıştırılması ve askerin hukukun içine çekilmesi için, bir yerde Ergenekon‘un da aydınlatılması şart...

Şamil Tayyar ve Mehmet Baransu parmaklarını arı kovanlarına sokabilen iki meslektaşım. Bugüne kadar öylesine gerçeklere haber olarak, kitap olarak ışık tuttular ki, değişik odaklarda düşmanları olması şaşırtıcı değil.

Bu bir demokrasi mücadelesi çünkü, bir hukuk mücadelesi...

Şu rahatça söylenebilir:

Bu iki meslektaşımın ışık tuttukları gerçeklerin karanlıkta kalmasını isteyenler, Türkiye’de birinci sınıf demokrasi ve hukuk devletinin düşmanıdırlar.

Biliyorum, şimdi soruşturmanın gizliliği ilkesinden söz edilecek. Çünkü Şamil Tayyar da, Mehmet Baransu da ‘soruşturmanın gizliliği’ni ihlal gerekçesiyle kendilerini mahkemenin önünde buldular.

Evet, soruşturmanın gizliliği...

Evet, tekzip müessesesi...

İkisi de hukukun temelinde yatan ve de kişileri koruyan hükümler. Ama bizim memleketimizde bu iki kurum öteden beri son derece istismar edilir ve gerçeklerin gizlenmesinde, ‘devletin korunması‘nda bir araç olarak kullanılır.

Dün böyleydi.

Bugünkü durum daha da vahim.

1980’lerde Genel Yayın Yönetmenliği yaparken her iki kurumun da devlet güçlerince nasıl istismar edildiğine dair çok örnek yaşamıştım. Bu nedenle ‘suç’ işlemeyi göze alıp soruşturmanın gizliliği ve tekzip hakkına yan çizmiştim.

Mıh gibi belgeli haberlerimize gelen tekzipleri yayınlamamıştım. Soruşturmanın gizliliğine uymayıp kamuoyunun gerçeği bilme hakkını öne almıştım.

İkisi de ‘suç’tu.

Ama suç işlemeyi göze almıştım, başka türlü gerçeklerin aydınlanamayacağını biliyordum çünkü...

Bugün de durum farklı değil.

Şamil Tayyar, Mehmet Baransu gibi bazı yürekli meslektaşlarım ve onların gazete yöneticileri doğru bildikleri yolda devam ediyorlar.

Bu yolda, haberciliğin hızından dolayı bazı yanlışlar da yapılabilir.

Ama şunu iyi bilin:

Bu ülkede arı kovanına parmak sokmadan, bazı şeyleri göze almadan, demokrasi ve hukukun önü açılamaz. Yaşananlar özünde demokrasi mücadelesidir çünkü...

Bu arada, Şamil Tayyar’ın Başbakan Erdoğan’a yönelik bir uyarısını köşeme alıyorum:

“Hükümetin tutumu üzüntü vericidir. Ergenekon sürecinde gazeteci ve yöneticilere açılmış 4 bin civarında dava var. Mahkumiyet almış çok sayıda gazeteci cezaevi tehdidi altında.

Hükümet, gazetecilerin en çok yargılandıkları TCK’daki dört maddede cezaları daha da artırmak için harekete geçti. O kanun çıkarsa, hükmün açıklanmasını geri bırakma, erteleme ve paraya çevirme ihtimali ortadan kalkacağı için gazetecilere doğrudan cezaevi yolu gözükecek.

Hazin tarafı ise bu değişikliğin Genelkurmay’ın talebi üzerine yapılmak istenmesidir. Başbakan’a nacizane tavsiyem, empati yapıp Pınarhisar’ı (*) hatırlamasıdır.”(Şamil Tayyar, Pınarhisar’daki Tayyip Bey’i arıyorum, Star, 28 Aralık 09, s.11)

(*) Tayyip Erdoğan, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı’yken okuduğu bir şiirden dolayı mahkum olup Kırklareli’nin Pınarhisar ilçesinde hapis yatmıştı.

Hasan Cemal

Milliyet, 30.12.2009

31.12.2009


Özkök’ün vedası!

ERTUĞRUL Özkök Hürriyet Genel Yayın Yönetmenliği’ne veda etti.

Aslına bakarsanız, epeydir bekleniyordu bu gelişme. Özkök de pazar yazılarında sık sık bunun işaretlerini veriyordu.

Yine de kimse bunun gerçekleşeceğine inanmıyordu.

Öyle ya! Hürriyet’in en tepe noktasında geçirilen ve medyaya damgasını vuran 20 yıldan söz ediyoruz. Dile kolay!

Özkök’ün çalışma arkadaşlarına görevi bıraktığını açıkladığı toplantıdaki son sözü “That was a good life” (Güzel bir hayattı!) olmuş.

Ve bu sözleri söyledikten sonra gözyaşlarını tutamamış.

Ertuğrul Özkök’e yeni “hayat”ında başarı ve mutluluk diliyorum.

Ama kafama takıldı...

Logosunda “Türkiye Türklerindir” yazan bir gazetenin tepe yöneticisi neden orada geçen günlerini İngilizce bir deyimle özetler?

Bir süredir gazetesine “sit-com” diyordu Özkök. Yani Hürriyet’teki çalışma düzenini Amerikalıların tiyatro tadı taşıyan komedi dizilerine benzetiyordu.

“That was a good life” lafı sit-com’un bittiğine yapılmış bir gönderme mi?

Hepsi bir yana...

Belki bu tavrın arkasında medyamızın temel sorunlarından biri gizlidir.

Bu kadar hayati bir anda ağzından Hollywood karakterlerine özgü laflar çıkan bir kişinin “buralı” gibi yaşadığını ve ülkede olup bitenleri “buralı” gibi değerlendirdiğini söyleyebilir miyiz?

Haşmet Babaoğlu/ Sabah, 30.12.2009

31.12.2009


Mezhepçilik ve askeriyenin bağışıklık sistemi!

MEZHEPÇİLİK meselesi ilk kez 28 Şubat sürecinde gündeme geldi ve büyük ölçüde perdelense de o dönemde sağda-solda dillendirilmeye başlandı... Ancak sızlanan Refah Partisi ve ona yakın çevreler olunca konuyu önemseyen, söylenenlere fazla kulak asan olmadı... Sürecin rütbeli kahramanları ve Batı Çalışma Grubu namıyla ünlenen büronun siyasi iktidar karşısında takındığı tavır ise, endazeyi kaçırdıklarına inanlar tarafından bile gerek silahlı kuvvetler tabanında gerekse basında ve kamuoyunda Atatürkçülük/laiklik hassasiyetiyle değerlendirildi. Nihayet yargı erkinin üst katlarında da tablo beş aşağı beş yukarı aynıydı...

Asker ve yargı bürokrasisine mezhepçilik mikrobunun girdiği, kimi birimlerin sınav, atama, seçim, terfi, emeklilik kararlarında bu ölçünün hâkim olmaya başladığı, gözle görülür, alçak sesle de olsa ifade edilir olmuştu.

28 Şubat sürecinde belirleyici olan ve süreci şekillendiren grubun asker kanadı kritik makamlarda görev yapan kişilerden oluşsa ve fiiliyatta etkin olsa da sayıca önemsenecek boyutta değildi. Öyle sanıyorum ki gerçek manada kadrolaşma 1997 sonrası başladı... Ve hiç şüphe yok ki bu süreçte Genelkurmay Başkanlığı’na gelen Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu, Org. Hilmi Özkök ve Org. Yaşar Büyükanıt meselenin vardığı boyut konusunda bilgilendikten sonra aşama aşama gerçekleştirilecek radikal bir tasfiye kararını oluşturmaya yöneldiler. Üç komutan da görevi Org. İlker Başbuğ’a devrederken gerek direnç odaklarının adresi gerekse direncin ulaşacağı boyutun yıpratıcı vasfının herhalde farkındaydılar.

Askerlik mesleği ve yargıçlık açısından bakıldığında iki mesleğin ‘Şeytan Üçgeni’ belli: Irkçılık, mezhepçilik ve para!.. Ve bu üç unsur içinde kişinin ruh dünyasını kalıplayan, inanç temelli mezhep taassubunun ordu dahil çözemeyeceği, çökertemeyeceği yapı yok... İslam ve Osmanlı tarihi bu açıdan örnek olaylarla dolu; keza Avrupa tarihi de. Bugün Ortadoğu’da İslam ülkelerinin içinde bulundukları duruma bakıldığında da yaşanan sıkıntıların sebepleri arasında mezhep taassubunun yer aldığını görmemek imkânsız.

Bu durumu, 28 Şubat döneminde gerçekte geleneksel İslam inancına bağlı kişiler olmakla birlikte, laiklik ve Atatürkçülük gayretiyle, mezhepçi duygularla hareket eden kadrolara yaklaşıp onlarla taktik planda kalacağını düşündükleri işbirliğine giden çekirdeğin yol açtığı sonuç olarak görmek mümkün. Dolayısıyla ortaya çıkan yapının metastas yapma özelliğine sahip mezhepçilik karşısında bağışıklık sisteminin kodlarında boşluk olan bünyeyi tahribe yöneldiğine hükmetmek de.

Sonuç olarak, yıllar boyu biriktirip taşma noktasına getirdiğimiz kokuşmuş sorunlardan yayılan toz ve pis kokunun zihinleri karıştırdığı ortamda her şeyi Ergenekon sepetine atıp onun içinde mütalea etmek hatasından kultulmamız lazım... Pek çok mesele belki biribiriyle iltisaklı ama aynı değil.

Mezhepçilik meselesi Türkiye Cumhuriyeti’nin bütün kurumları için varlık yokluk seviyesinde öneme sahip. Demokrasinin inşasında ayak bağı olmayacak, adaletin tesisinde hukukun dışında ölçü tanımayan yargıya ne derece ihtiyacımız varsa, askerlik mesleğini icrada tarihinin ve yasaların çerçevelediği profesyonelliğinin dışında saiklerle hareket etmeyen bir orduya da o kadar ihtiyacımız var. Türkiye’nin bulunduğu coğrafyada siyaseten inşa etmeye çalıştığı vizyon ve izlediği dış politikanın hedefine varmasının siyasi istikrar dışındaki tek şartı, ordusunun gerek insani yetenekler gerekse teknolojik açıdan dünyanın en güçlüleri seviyesinde olması... Bu ortamda tereddüt doğuran kimi ifadeleri bir yana bırakıp Org. Başbuğ ve silahlı kuvvetlerin komuta kademesinin demokratikleşmenin hayati öneminin idraki içinde hareket ettiğini görmemek bence haksızlık. Ülkeye olduğu kadar kendisine de sıkıntı veren sebepleri ortadan kaldıran bir ordu, şüphe yok ki uluslar arası siyasetin hayal olmaktan çıkarttığı vizyonun dayanağı olarak gerek kendi halkına gerekse bölge halklarına güven verecektir.

Avni Özgürel / Radikal, 30.12.2009

31.12.2009

 
Sayfa Başı  Geri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim oktay usta yemek tarifleri Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl