03 Mart 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR Mobil İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Lahika

Âyet-i Kerime Meâli

Allah'tan korkun ve bilin ki hepiniz O'nun huzurunda toplanacaksınız.

Bakara Sûresi: 203

03.03.2010


Nefsini itham eden, kusurunu görür

Nefsini itham eden, kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar eden, istiâze eder. İstiâze eden, şeytanın şerrinden kurtulur. Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur.

İkinci Nokta: Şeytanın mühim bir desisesi, insana kusurunu itiraf ettirmemektir, tâ ki istiğfar ve istiâze yolunu kapasın. Hem nefs-i insaniyenin enâniyetini tahrik edip, tâ ki nefis kendini avukat gibi müdafaa etsin, adeta taksirattan takdis etsin.

Evet, şeytanı dinleyen bir nefis, kusurunu görmek istemez. Görse de, yüz tevil ile tevil ettirir. “Tarafgirlikle bakan hiçbir kusuru göremez” sırrıyla, nefsine nazar-ı rıza ile baktığı için, ayıbını görmez. Ayıbını görmediği için itiraf etmez, istiğfar etmez, istiâze etmez, şeytana maskara olur. Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm gibi bir Peygamber-i Âlîşan “Ben nefsimi temize çıkarmam. Çünkü nefis daima kötülüğe sevk eder” (Yusuf Sûresi, 12:53) dediği halde, nasıl nefse itimad edilebilir?

Nefsini itham eden, kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar eden, istiâze eder. İstiâze eden, şeytanın şerrinden kurtulur. Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır. Ve kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar. İtiraf etse, affa müstehak olur.

Üçüncü Nokta: İnsanın hayat-ı içtimaiyesini ifsad eden bir desise-i şeytaniye şudur ki: Bir mü’minin birtek seyyiesiyle bütün hasenâtını örter. Şeytanın bu desisesini dinleyen insafsızlar, o mü’mine adâvet ederler.

Halbuki, Cenâb-ı Hak, haşirde adalet-i mutlaka ile mizan-ı ekberinde a’mâl-i mükellefîni tarttığı zaman, hasenâtı seyyiâta galibiyeti-mağlûbiyeti noktasında hükmeyler. Hem seyyiâtın esbabı çok ve vücutları kolay olduğundan, bazan birtek hasene ile çok seyyiâtını örter. Demek, bu dünyada o adalet-i İlâhiye noktasında muamele gerektir. Eğer bir adamın iyilikleri fenalıklarına kemiyeten veya keyfiyeten ziyade gelse, o adam muhabbete ve hürmete müstehaktır. Belki, kıymettar birtek hasene ile, çok seyyiâtına nazar-ı afla bakmak lâzımdır.

Halbuki, insan, fıtratındaki zulüm damarıyla, şeytanın telkiniyle, bir zâtın yüz hasenâtını birtek seyyie yüzünden unutur, mü’min kardeşine adâvet eder, günahlara girer. Nasıl bir sinek kanadı göz üstüne bırakılsa bir dağı setreder, göstermez. Öyle de, insan, garaz damarıyla, sinek kanadı kadar bir seyyie ile dağ gibi hasenâtı örter, unutur, mü’min kardeşine adâvet eder, insanların hayat-ı içtimaiyesinde bir fesat âleti olur.

Şeytanın bu desisesine benzer diğer bir desise ile, insanın selâmet-i fikrini ifsad ediyor, hakaik-i imaniyeye karşı sıhhat-ı muhakemeyi bozuyor ve istikamet-i fikriyeyi ihlâl ediyor. Şöyle ki:

Bir hakikat-i imaniyeye dair yüzer delâil-i ispatiyenin hükmünü, nefyine delâlet eden bir emâre ile kırmak ister. Halbuki, kaide-i mukarreredir ki, “Bir ispat edici, çok nefyedicilere tereccuh ediyor.” Bir dâvâya müsbit bir şahidin hükmü, yüz nâfîlere râcih olur. Bu hakikate bu temsil ile bak. Şöyle ki:

Bir saray, yüzer kapalı kapıları var. Birtek kapı açılmasıyla o saraya girilebilir, öteki kapılar da açılır. Eğer bütün kapılar açık olsa, bir iki tanesi kapansa, o saraya girilemeyeceği söylenemez.

İşte, hakaik-i imaniye o saraydır. Herbir delil, bir anahtardır; ispat ediyor, kapıyı açıyor. Birtek kapının kapalı kalmasıyla o hakaik-i imaniyeden vazgeçilmez ve inkâr edilemez. Şeytan ise, bazı esbaba binaen, ya gaflet veya cehalet vasıtasıyla kapalı kalmış olan bir kapıyı gösterir; ispat edici bütün delilleri nazardan iskat ediyor. “İşte bu saraya girilmez. Belki saray değildir, içinde birşey yoktur” der, kandırır.

İşte, ey şeytanın desiselerine müptelâ olan biçare insan! Hayat-ı diniye, hayat-ı şahsiye ve hayat-ı içtimaiyenin selâmetini dilersen ve sıhhat-i fikir ve istikamet-i nazar ve selâmet-i kalb istersen, muhkemât-ı Kur’âniyenin mizanlarıyla ve Sünnet-i Seniyyenin terazileriyle a’mâl ve hâtırâtını tart. Ve Kur’ân’ı ve Sünnet-i Seniyyeyi daima rehber yap. Ve “Eûzü billahi mine’ş-şeytani’r-racim” de, Cenâb-ı Hakka ilticada bulun.

Lem’alar, 13. Lem’a, 13. İşaret

LÜGATÇE:

istiâze: Şeytandan Allah’a sığınma.

taksirat: Kusur ve günahlar.

seyyie: Kötülük, günah, suç, fenalık.

adâvet: Düşmanlık, kin.

a’mâl-i mükellefîn: Kulların amelleri, işledikleri.

03.03.2010


Ölümü düşünmek hayatı çekilmez mi kılar?

“Lezzetleri tahrip edip acılaştıran ölümü çok

zikrediniz.” (Tirmizî, Zühd: 4)

İslâmı ve İslâmî hakîkatleri akıl süzgecinden geçirmek gerektiğine inanan ve öyle davranan ba’zı kesimlerin yukarıdaki Hadîs-i Şerîf hakkında pek olumlu düşünmediklerini, pek mantıklı bulmadıklarını duyuyoruz. Bu tür kişilerin akıllarına güvenerek verdikleri hüküm de şu: “Ölüm mâdem ki lezzetleri tahrîp edip acılaştırıyor; öyleyse ölümü çok zikretmek insana hayâtı zehir eder; çekilmez kılar.”

İlk bakışta mantıklı gibi görünen bu düşüncenin, iyi niyetle bile söylense insanı hem yanlışa, hem de mes’ûliyete sürükleyebileceği âşikârdır.

Bedîüzzamân Hazretleri On Üçüncü Söz’de, “Âhiretimizi ne sûretle kurtaracağız?” diye soran gençlere “Kabir var; hiç kimse inkâr edemez. Herkes, ister istemez oraya girecek” şeklinde cevap verir “Ve oraya üç tarzda üç yol ile” girileceğini anlatır. Ve üçüncü yol için aynen şu ifâdeyi kullanır:

“Üçüncü yol: Âhirete inanmayan ehl-i inkâr ve dalâlet için bir idâm-ı ebedî kapısı, yani hem kendisini, hem bütün sevdiklerini idâm edecek bir darağacıdır. Öyle bildiği için, cezası olarak aynını görecek.”

Buradaki “üçüncü yol”da zikredilen “i’dâm-ı ebedî” kelimesi başka mahfillerde de müzâkere ve münâkaşa edilmiş bir kelime. Zîrâ ma’lûm olduğu üzere ehl-i sünnet i’tika'dında “i’dâm-ı ebedî” gibi bir hakîkat yoktur. Ya’nî rûh bâkîdir. Dolayısı ile hiçbir rûh sâhibi kabir yolu ile “ebedî i’dâm”a mahkûm olmayacaktır. Öyleyse Üstâdımız neden “idâm-ı ebedî kapısı” tâbirini kullanmıştır?

Bu tâbirden bizim anladığımız şudur: Yukarıdaki bölümde Üstâd Hazretleri kabrin “hakîkî ahvâlini” değil, îmân sâhibi olmayan kimselerin “nazarındaki” görünüşünü anlatmaktadır. “Öyle bildiği için” tâbirinden bunu anlıyoruz. Ya’nî kabir hakîkatte değil, münkîrin “nazarında” bir “i’dâm-ı ebedî kapısı”dır.

Bu noktadan hareketle biz de konumuzda bahsi geçen Hadîs-i Şerîfteki “ölüm”ün ta’rîfinin, ölümün “hakîkati” açısından değil, “nefsin nazarındaki ölüm” açısından yapıldığı inancını taşıyoruz. Zîra nefis, tûl-i emel ve tevehhüm-ü ebediyet ile ölümü kendine aslâ yakıştırmaz. Hep başkalarına verir. Bunun sebebi ölümün hakîkatini anlamamak olduğu gibi aynı zamanda hakîkî lezzeti bilmemektir. Nefis büyük bir gafletle bir dirhem hazır lezzeti, ileride gelecek bir batman lezzete, kırılacak bir şişeyi bâkî bir elmasa tercîh eder. Oysa lezzetin lezzet olması, onun devamıyla mümkündür. Eğer lezzet devam etmezse sonu elemdir. Bunu Üstad Bedîüzzamân gâyet vecîz bir şekilde şöyle ifâde eder: “Zevâl-i elem, lezzet olduğu gibi; zeval-i lezzet dahi elemdir.” (10. Söz)

Hattâ On Yedinci Söz’de bunu biraz dahâ ileriye götürerek, “zevâl-i lezzet elem olduğu gibi, zeval-i lezzetin tasavvuru dahi bir elemdir” şeklinde ifâde etmiştir. İşte bu özelliklere sâhip olan nefis lezzeti yanlış bildiği gibi, ölümü de yanlış bilmekte, yanlış tasavvur etmektedir. Ya’nî nefsin bakış açısına göre ölüm, hayâtın lezzetlerinin son bulması, güzelliklerin nihâyete ermesi, en önemlisi hayâtın sona ermesidir. Bu bakış açısına göre ölüm düşüncesi, hayâtın lezzetlerini tahrîb edip acılaştırmaktadır. Bu açıdan bakıldığında ölümü düşünmek, nefsi terbiye etmek ve nefsin arzûlarını frenleyerek günah bataklığına düşmekten kurtulmak açısından önemlidir. Zîrâ hakîkî lezzeti bilmeyen, peşin lezzetleri ileride gelecek lezzetlere–dahâ büyük de olsa—tercîh eden hissiyât ve nefs-i emmâre insanı, hem dünya, hem de ebedî hayâtını mahvedecek günahlara düşürebilecektir.

İşte nefsin ve hissiyât-ı insaniyenin bu husûsiyetlerini çok iyi bilen Resûlûllah (asm) “lezzetleri acılaştıran ölümün çok zikredilmesini”, bu vesîle ile de ümmetini hakîki lezzetlere ve hakîkî mutluluğa ulaştırmayı hedeflemiş olmalıdır.

Şimdi de ölümün hakîkatine kısaca bakmaya çalışalım.

Hâdisât-ı âlemin, Kur’ân’ın, Peygamberimiz’in (asm) ve Risâle-i Nûr’un bildirmesiyle biz biliyoruz ki; “Mevt (ölüm) i’dâm değil, hiçlik değil, fenâ değil, inkıraz değil, sönmek değil, firâk-ı ebedî değil, adem değil, tesadüf değil, fâilsiz bir in’idam değil. Belki, bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Saadet-i ebediye tarafına, vatan-ı aslîlerine bir sevkiyâttır. Yüzde doksan dokuz ahbâbın mecmâı olan âlem-i berzaha bir visâl kapısıdır.” (Mektubât; s: 221)

Ya’nî ölümle biz i’dâm edilmiyoruz; hiçliğe, yokluğa gitmiyoruz. Fenâ bulmuyoruz. Ölüm bizim başımıza tesâdüfen, hâdiselerin sürüklemesi sûretiyle gelmiyor. Biz bir “Fâil” tarafından, bilerek, bir kast-ı mahsûsla kabre gönderiliyoruz. Ya’nî biz öldüğümüz anda sâhipsiz, hâmîsiz, başıboş bırakılmıyoruz. Sonsuz bir “İrâde” ve hudûtsuz bir “Kudret” tarafından dahâ güzel, dahâ mükemmel bir memlekete, bir saâdete, bir huzûra sevk ediliyoruz. Vazîfe hitâm buluyor; yalnızlık, ayrılık, hasret, musîbet, sıkıntı imtihân sona eriyor; askerlik bitiyor.

Artık mekân değişiyor. Fenâdan bekâya gidiyoruz. Karanlıktan aydınlığa, nûra ve “Huzûr”a çıkıyoruz. Tezkereyi alıyor, terhîs oluyoruz. Yolculuk sona eriyor; otelden, handan, geçici iskândan kurtuluyoruz. Evimize, vatan-ı aslîmize, sevdiklerimize, ahbâbımıza kavuşuyoruz. En önemlisi hudûtsuz bir “Rahmet”e, “Şefkat”e, “Merhamet”e muhatap oluyor; sonsuz bir saâdete, ta’rîfi imkânsız bir şevkete, misilsiz bir “Rü’yet”e mazhâr oluyoruz.

Evet ölümün hakîkati budur; mâhiyeti budur. Ölümü böyle gören, böyle anlayan, böyle bilen bir kalb, bir rûh o ölümden korkar mı? Böyle bir ölümden ıztırap duyar mı? Elbette ki hayır. Zîra böyle bir netîce lezzetlidir; saâdetlidir; kıymetlidir.

Ölüm vâsıtası, kabir kapısı ile girilecek böyle bir âlemin insanı mutsuz etmesi, hayâtını çekilmez kılması değil, bilâkis şevk, lezzet ve zevk vermesi beklenir. Onun için “ölümü düşünmek, hayâtı çekilmez kılar” demek doğru bir değerlendirme olamaz. Zîrâ aslında bize ebedî lezzetler kazandıracak bir hayâtı, ölümü unutmamak sûretiyle yaşayabileceğimizi ehl-i hak ve hakîkat bildiriyorlar. “Onun içindir ki, ölümün hakikatini gören kâmil insanlar, ölümü sevmişler. Daha ölüm gelmeden ölmek istemişler.”

CEMİL ARIKAN - [email protected]

03.03.2010

 
Sayfa Başı  Geri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim oktay usta yemek tarifleri Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl