20 Temmuz 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Dizi Yazı

Adalet hakikati

Bedİüzzaman'In; “Hiçbir hissiyâtla ve hâricî tesirâtla müteessir olmamak, mâhiyetinin katî bir hâssası bulunan adâlet hakîkati” sözleriyle ifade ettiği, hukukun bağımsızlığı ve tarafsızlığı, sadece kendimiz mağdur olduğunda hatırlanılacak bir kaide değildir.

(Şualar-316)

Adliyede, “mürâcaat eden herkesin hukùkunun bilâtefrik muhâfaza ” edilmesini, “ sırf hak nâmına çalışma”nın, hukukun üstünlüğünün ve tarafsızlığının bir işareti olduğunu söyleyen Bediüzzaman bu konuda, Hz. Ali'nin, hilâfeti zamanında bir Yahudî ile beraber muhâkeme edilmesi örneğini vermektedir. Hatta bir cezanın infâzı esnasında mahkûma hiddet gösterilmesinin dahi zulüm olduğunu ifade etmektedir. (Şualar-330)

Adalet temeli üzerine tesis edilmiş bir sistemi ve gerçek bir hukuk devletini arzulayan ve bugüne kadar resmî ideolojinin mütehakkimâne tatbikatından ciddî bir şekilde mağdur olmuş mütedeyyin çevrelerden, bu düstur ve prensiplere daha fazla îtina göstermeleri özellikle beklenir. Dolayısıyla, dâvâların sürecini, yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı açısından samimi olarak tenkid edenleri itham etmek değil, bu tenkidlerden istifade etmeye gayret etmek daha doğru olan bir davranış olacaktır.

Şeytanın ve siyasetin şerri

Bedİüzzaman ; “Tarafgirlik damarı ihlâsı kırar, hakikati değiştirir.

Hatta benim otuz seneden beri siyaseti terk ettiğime sebep, bir mübarek âlimin takip ettiği cereyanın tarafgirlik damarıyla, sâlih ve büyük bir âlimin onun fikrine muhâlif olmasından tefsik derecesinde tahkir edip ve cereyanına ve kendi fikrine muvâfık meşhur ve mütecaviz bir münâfığı gayet medh ü senâ etti. Ben de bütün ruhumla ürktüm. Demek tarafgirlik hissine siyasetçilik de karışsa, böyle acîb hatalara sebebiyet veriyor diye ‘ Şeytanın ve siyasetin şerrinden Allah’a sığınırım’ dedim, o zamandan beri siyaseti terk ettim ” diyerek, tarafgirliğin menfi neticelerine dikkati çekmiştir. (Emirdağ Lâhikası-237)

Ayrıca, Bediüzzaman bu tarz bir tarafgirliği siyaseti terk etmesinin temel sebeplerinden biri olarak da göstermiştir. Yukarıdaki örneklerde görüldüğü gibi, insaf düsturlarının ve ahde vefa hissinin bu kadar kolaylıkla ihmal edilebilmesi, tarafgirliğin siyasetle birleşmesi neticesinde vicdanlarda ne ölçüde tahribata sebep olabileceğinin bir nümunesidir.

Damara dokundurmak

Bediüzzaman Said Nursî, 31 Mart sonrası Divan-ı Harb-i Örfi'deki muhâkemesi esnasında mahkeme heyetine şu soruyu sormuştu:

“ Bir fırka kendisine bir imtiyaz taksa, herkesin en hassas nokta-i asabiyesine daima dokundura dokundura zorla herkesi meşrûtiyete muhalif gibi gösterse ve herkes de onların kendilerine taktığı ism-i meşrûtiyet altında olan muannid istibdada ilişmişse, acaba kabahat kimdedir?” Bediüzzaman bu ifadeleriyle; İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin II. Meşrûtiyet'in ilânından sonra sergilediği, sadece kendini meşrûtiyetçi ve vatanperver, başkalarını ise meşrûtiyet muhâlifi ve istibdad taraftarı olarak gören ve gösteren inhisarcı tavrını sorgulamakta ve bu tavrın muhatapları üzerinde ortaya çıkardığı aksi tesirlere işaret etmektedir.

Said Nursî'nin bir diğer değerlendirmesiyle nasıl ki, “umumun mal-i mukaddesi olan dinî, kendi meslekdaşlarına daha ziyade has göstermek” şeklinde tezahür eden inhisarcı bir zihniyet, “kavi bir ekseriyette, dine aleyhdarlık meyli uyandırmak” şeklinde bir netice veriyor ise, ‘demokrasiye sahip çıkma ve tahakküme karşı durma’ üzerinde yapılacak benzeri bir inhisarcı davranışın da aynı neticeyi vermesi kuvvetle de muhtemeldir. Üstelik bir de kendinden gayrını, ‘Darbe işbirlikçisi ya da demokrasi muhalifi olmakla’ itham eden bir üslup kullanılırsa işte o zaman, tam da o çok tenkid edilen ‘İttihatçı’ zihniyete mahsus bir tavır bizzat sergilenmiş olur. Günümüzde, iktidar çevrelerinin, muhafazakâr ve dindar kesimler içinde yer alan bazı yazarların ve bazı kanaat önderlerinin, Ergenekon Dâvâsı karşısında böyle bir tavır sergiledikleri müşahede edilmektedir. 12 Eylül darbesine methiyeler düzerek onu adeta takdis eden kimi çevreler, 28 Şubat’ta ‘Demokrasiye Balans Ayarı’ yapıldığında da, kendilerini aynı istikamette gönüllü olarak ayarlamakta bir mahzur görmemişlerdi. Elbette, yaşananlardan ders alarak demokratik bir tekâmül sergilemek takdire şâyân bir durumdur. Lâkin geçmiş hataların mahcubiyetini, pişkin bir işgüzarlıkla örtmeye kalkmamak kaydıyla elbette.

Köşk ve hükümet YAŞ sınavında

Dâvâya karşı mesafeli, hafife alıcı ve müstehzi tavırların sıkça karşılaşıldığı Merkez Medyadaki çifte standart ve tarafgirlik örneklerine, davanın tarihi seyri içerisinde kâfi miktarda yer vermiştik.

DÂVÂ ÜZERİNDEN SİYASî

HESAPLAŞMA VE

TARAFGİRLİK

Bu değerlendirmemizde, “İğneyi Önce Kendine Batır, Sonra Çuvaldızı Başkasına” darbı meseline de uyarak bilhassa muhafazakâr çevrelerdeki siyasî tarafgirliklere temas edeceğiz.

Ergenekon davasının siyasî tarafgirliklerle ele alınması ve dava üzerinden yakın tarihin adeta yeniden yazılmaya teşebbüs edilmesi, hafıza kayıplarıyla birlikte, ciddî bir zihni kargaşaya ve iltibasa sebep olmaktadır. Garip bir şekilde; bir zamanlar demokrat ve hürriyetçi fikirleri ve tavırları sebebiyle el üstünde tutulan kişiler, bir anda hak etmedikleri halde darbe teşvikçisi gibi takdim edilmeye ya da algılanmaya başlamaktadır.

12 Eylül’den sonra emekli Deniz Kuvvetleri Komutanı Bülend Ulusu tarafından kurulan İhtilâl Hükümetinde Başbakan Yardımcısı olarak yer alan, daha sonra ise ihtilâlin getirdiği şartları bir fırsat bilerek ve ihtilâlcilerle bir şekilde anlaşarak iktidara gelen ve 1987’de de siyasî yasakların kalkmaması için alenî kampanya yürüten merhum Özal demokrasi kahramanı oluvermektedir.

12 Mart ve 12 Eylül'ün birinci derecede muhatabı ve mağduru olan Demirel, yalnızca 28 Şubat süreci ve sonrasındaki beyân ve tavırlarından hareketle darbe destekçisi olarak itham edilmeye veya görünmeye başlamaktadır. O tarihe kadar olan yaklaşık otuz yıllık çetin bir siyasî mücadele adeta ademe mahkum edilirken, aynı otuz yıllık dönemde farklı mecralarda siyaset yapan kimi dindar ve muhafazakâr çevreler ise, 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat sürecindeki tavırları ve mesuliyetleri sorgulanmaksızın bir anda demokrasi kahramanı haline gelivermektedirler.

Maksadımız, merhum Özal'ın memleket menfaatine olan müspet icraatlarını inkâr etmek ya da Demirel'in özellikle de 28 Şubat sonrası ortaya çıkan her tavrını ve beyânını bir şekilde tevil ederek altında mutlaka bir hikmet aramak olmadığı gibi, geçmişte yapılan siyasî yanlışlıkları başa kakarak siyasî bir münakaşa da başlatmak değildir. Ancak bu kadar önemli bir davanın siyasî hesaplaşmalara alet edilmeye kalkılması öncelikle o dâvânın kendisine zarar verecektir.

Siyasi Öç Alma

Ergenekon soruşturmasının On İkinci dalgasında Türkan Saylan'ın evinin aranması üzerine başlayan tartışmaların sürdüğü günlerde, iktidara yakın duran bazı yayın organlarında MİT ve Genelkurmay Özel Kuvvetler Komutanlığı'nın istihbarat raporlarına dayalı haberlere yer verilmişti. Bu raporlara göre, operasyon düzenlenen Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği (ÇYDD) ve Çağdaş Eğitim Vakfı, PKK üyesi öğrencilere burs vermekle ve Hristiyan misyonerliği yapmakla suçlanıyordu. ÇYDD Başkanı Türkan Saylan'ın annesinin de, sonradan Leyla ismini alan bir Hristiyan olduğu bilgisine yer veriliyordu.

Prof. Ahmet İnsel bu tür haberler üzerine, “Cemaat Gözüyle Ergenekon” başlıklı bir makale kaleme aldı. Makalesinde, “ Ergenekon dâvâsı vesilesiyle kendi hesaplarını görme fırsatını kaçırmıyorlar. Bunu yaparken, bu son derece önemli davanın üzerine şüphe gölgesinin düşmesinden hiç rahatsız olmuyorlar” diyen İnsel, özellikle, MİT ve Özel Kuvvetler Komutanlığı’na ait raporların kaynak gösterilmesine itiraz ediyordu. Çünkü o tür raporlardan geçmişte en fazla, haberi neşreden çevreler mağdur ve şikâyetçi olmuşlardı. Şimdi ise; “ Kendilerine rakip veya düşman gördükleri kuruluşlara yönelik olarak aynı yöntemleri kullanıyorlardı.” (Radikal-19.04.2009)

Prof. Dr. Ahmet İnsel, dâvânın siyasete alet edilme tehlikesini, daha sonraki günlerde kaleme aldığı makalesinde de; “Ergenekon dâvâsının Türkiye’nin demokratik geleceğini belirlemeye aday, Cumhuriyet tarihinin en önemli dâvâlarından biri olması, bu dava vesilesiyle siyasî iktidarın veya o iktidarın destekçisi bazı çevrelerin siyasal öç alma girişimlerinde bulunma tehlikesini göz ardı etmemize yol açmamalı” şeklinde açıklıyordu. (Radikal-16.05.2009)

Muhalifleri Tasfiye mi?

Aynı günlerde, muhafazakârlığı ve dindarlığıyla tanınan bazı dergiler, adeta Ahmet İnsel'in endişelerine haklılık kazandırırcasına, MİT ve Genel Kurmay kaynaklı haberleri tekrarladılar. Saylan’la birlikte aynı soruşturma dalgasında tutuklanan Mehmet Haberal'la ilgili de benzeri haber ve yorumlara yer verdiler. Bu mevkutelerde, Haberal'ın üniversitesinde hangi iş adamı, siyasetçi, yüksek yargı ve askerî bürokrasi mensuplarının çocuklarının burslu olarak okuduğu, Haberal’ın hangi bankalardan hangi şartlarda kredi aldığı ve nasıl geri ödediği, özel kaleminde çalışan bir bayanla “ileri düzeyde özel ilişkisi” olduğu dahi tafsilatıyla anlatılıyordu.

Bu ve benzeri tarz yayınlar üzerine Ali Bayramoğlu dayanamayarak; “ Ergenekon soruşturmasının başından beri sorulan, 'darbe yapmak isteyenlerden oluşan bir örgüt mü etkisiz hale getirilmek isteniyor, yoksa AKP iktidarının muhalifleri mi tasfiye ediliyor, AK Parti'nin de ötesinde İslâmî alan genişlemesi mi yaşanıyor', ya da 'hepsi birden mi oluyor' sorusu yeniden meşrûiyet kazanmıştır” şeklindeki ifadeleriyle itiraz etmişti. (Yeni Şafak-21.04.2009)

Ahmet İnsel’in ve Ali Bayramoğlu’nun değerlendirmelerinin haklı olup olmamasından çok daha önemli olan, bu tarz neşriyatın nasıl neticeler verdiği ve nasıl algılandığıdır. Ergenekon Davasında gözaltına alınan veya tutuklanan şüpheliler hakkında, adeta savcıların gözünden kaçırdığı delilleri toparlıyormuşçasına, üstelik şahsî mahremiyeti ihlâl etmeye varacak derecede yapılan neşriyatın, dâvânın selâmeti açısından ne kadar faydalı olduğu çok tartışmalıdır.

Şapkayı Alıp Gitmek

Gerek Başbakan Erdoğan ve gerekse AK Parti’nin sözcüleri her fırsatta 12 Mart Muhtırası’na ve Demirel’e gönderme yaparak böyle bir durumla karşılaştıklarında, “ Şapkayı Alıp Gitmeyeceklerini” ve gereğini yapacaklarını ifade etmekteydiler. Bu mânâdaki beyânlardan birini geçtiğimiz Mart ayı içerisinde Adana Milletvekili Ömer Çelik vermişti. Çelik, ‘27 Nisan e-muhtırası’ olarak bilinen Genel Kurmay açıklaması için; “ Biri hükümeti yıkmaya teşebbüs eder, hükümet ona direnmez, şapkayı alıp giderse, onun adı darbe olur. Ama şapkayı alıp gitmezse, 'one minute' derse, onu yapanlar çete mensubu olur” diye konuşmuştu. Bu açıklamadaki dikkat çekici husus, ‘şapkayı alıp gitmek’, ‘one minute’ ve ‘çete’ konularının birlikte zikredilerek adeta bir bütün haline getirilmesiydi.

Kasım 2009’da Başbakan’ın da iştirak ettiği bir toplantıda Star Gazetesi yazarı Doç. Berat Özipek, ‘İrticayla Mücadele Eylem Planı’yla ilgili olarak, “Özal olsa Genelkurmay Başkanı’nı görevden alırdı” demişti. Bu sözün kendisine hatırlatılması üzerine Erdoğan da; “Bu tür şeyler karşısında darda ve zorda kalıyoruz” diyerek, Genel Kurmay Başkanı’nın görevden alınmasıyla ilgili prosedürü ve riski hatırlatıyordu. Ayrıca, “Atılacak adımları da ülkenin birliği, bütünlüğü için hassasiyetle sürdürmek lazım” diyordu.

Aynı şekilde Erdoğan, ‘Balyoz Darbe Planı’yla ilgili olarak, yapılan darbe hazırlığından o dönemde haberdar olduklarını ima etmiş ve gereğini daha önce yapmamalarının sebebini de, “Neden yedi yıl beklediniz diyenlere diyorum ki, Türkiye bu demokratik olgunluğa bugün ulaşmıştır” diye açıklamıştı. (Yasemin Çongar-09.02.2010) Böylece Erdoğan bu iki açıklamasıyla, Demirel’in 12 Mart’taki tavrını dolaylı olarak da olsa tezkiye etmek durumunda kalıyordu.

2003 yılında yapılan darbe planları karşısında harekete geçmek için Türkiye’nin o günkü demokratik olgunluğunu kâfi görmeyerek yedi yıl beklemeyi tercih eden iktidar mensupları, diğer taraftan Kırk yıl öncesinin Türkiye’sinde, dönemin Genel Kurmay Başkanı’nın dört Kuvvet Komutanıyla birlikte ve o günkü Cumhurbaşkanını da yanlarına alarak verdiği muhtıra karşısında, parlamentoyu açık tutmayı tercih ederek istifa etmek mecburiyetinde kalan o günkü Başbakanı ‘Şapkayı Alıp Gitmek’le suçluyorlardı.

Siyasî Tarihi Yeniden Tanzim

Bu ve benzeri yaklaşımlarla, ülkemizdeki demokrasi mücadelesi adeta 2002’de ve AKP ile başlatılarak yakın dönem siyasî tarihimiz nerdeyse silbaştan tanzim edilirken, dönemin siyasî şahsiyetlerinin sicilleri de yeniden yazılmaktadır.

Bu tarz bir yaklaşım, günümüzdeki siyasî tıkanıklığın ve rakipsizliğin sağladığı avantajı sürdürmek maksadıyla, ciddî bir alternatif doğurması muhtemel bir rekabet kaynağını henüz inkişaf etmeden teşekkül merhalesinde kurutmak bakımından siyaseten makul olabilir. Ancak, ülke demokrasisinin istikbali açısından ‘Var Olma ya da Yok Olma’ şeklinde mütalâa edilen bir dâvânın, bizzat o mütalâa sahiplerince muhalefeti sindirme ve tasfiye aracı olarak kullanılması, kaçınılmaz olarak o dâvâ ve demokratlık iddiaları üzerine şüphe ve tereddütleri çekecektir. En azından, böylesine önemli bir dâvâyı sulandırmak ve akîm bırakmak isteyenlerin eline güçlü kozlar vermiş olacaktır. Bu arada, geçmişten günümüze ‘demokrat misyon’ çizgisinde mücadele etmiş olan bazı siyasetçilerin, AK Parti’ye muhalefet etmek adına mazileriyle ters düşen bir tavır içerisine girmeleri de, siyasî tarafgirliğin mutlaka tashihi gereken bir başka vechesidir.

Kritik YAŞ – Samimiyet ve İrade Testi

Ağustos ayının ilk haftasında yapılacak olan bu seneki Yüksek Askerî Şûra toplantısı özel bir öneme haiz bulunmaktadır. Açılmış bulunan Ergenekon Dâvâlarında tutuklu olan, ya da tutuklandıktan sonra tahliye olmakla birlikte haklarındaki dâvâ ve soruşturmalar halen devam etmekte bulunan bir çok askerî personel bulunmaktadır. Bazı hukuçulara göre, TSK Personel Kanunundaki ilgili maddelere göre bu durumda olan ve içlerinde generallerin de bulunduğu bir çok askerî personelin bu seneki YAŞ’da terfilerinin görüşülmemesi gerekmektedir.

İrtica suçlamasıyla haklarında kesinleşmiş bir yargı kararı olmadığı halde şimdiye kadar binlerce subay ve astsubayın YAŞ kararlarıyla ordudan ihraç edildiğini hatırlatan Dr. İrfan Yıldırım, önümüzdeki günlerdeki YAŞ’la ilgili olarak; “Hükümet ve Cumhurbaşkanı, kamuoyu önünde YAŞ'taki tavırlarıyla samimiyet bakımından sınanacaklardır” değerlendirmesini yapmaktadır. (Zaman-03.07.2010)

1969 yılında dönemin Genelkurmay Başkanı Cemal Tural görevinin dışına çıkarak TRT Genel Müdürlüğü’ne ve PTT Genel Müdürlüğü’ne giderek bu sivil kurumları adeta teftiş ediyordu. Zamanın Başbakanı Demirel tarafından ikaz edilen Tural bu tavrını sürdürmesi üzerine, kararnameyle Yüksek Askerî Şûra’ya tayin edilmek suretiyle görevinden alınmıştı. Önümüzdeki günlerde benzeri bir iradenin gösterilip gösterilemeyeceği ortaya çıkacaktır.

Geçmişi Temize Çekmek

Nuray Mert dâvâyla ilgili birinci iddianamenin hazırlandığı günlerde yazdığı bir makalede, dâvâ sürecinde ortaya konulan bazı tavırları şöyle tenkid etmişti: “ Her kesim kendini, geçmişini, Ergenekon üzerinden ‘temize çekme’nin yolunu buluyor. Oysa bu ülkede gerçekten demokratikleşmenin önü açılacaksa, bu her kesimin kendini sorgulaması ile olabilecek bir şey… Sanki, ülkede yaşanan bunca çatışmanın, gizli örgütler, yapılar dışında hiç sorumlusu yok. Adeta herkes kurban, tarihi gittikçe geriye çekilen Ergenekon örgütlenmesi olmasa, Kürd’ü, Türk’ü, dindarı, laiki, sağcısı, solcusu, Alevisi, Sünnisi, karınca ezmeden gül gibi yaşayıp gidecekti veya bundan sonra gidecek.” (Radikal-12.08.2008)

Kürşat Bumin de, “Her kötülüğü Ergenekon'un hesabına yazmak doğru mu?” başlıklı makalesinde aynı hususa dikkat çekerek, “ Bir toplumun kendi elinin de doğrudan karıştığı kötülükler ile yüzleşmekten ısrarla kaçıp, bunların günahının tamamını bir takım yeraltı örgütlerine havale etmeye çalışması yetişkinlikten uzaklığın bir işaretidir” diye yazmıştı. (Yeni Şafak-24.01.2009)

Bumin ve Nuray Mert bu tarz bazı yazıları sebebiyle iktidara güçlü destek veren bazı köşe yazarları ve yayın organları tarafından ‘Döneklik’ ve ‘Ergenekon Yandaşlığı’yla itham edilmişlerdi. Aynı şekilde, tarafgirliğin ve farklılıklara tahammülsüzlüğün muhataplarından bir diğeri de Prof. Dr. Sami Selçuk olmuştu. Selçuk, soruşturma ve dâvâlarla ilgili olarak, önemli tenkid ve değerlendirmeler ihtiva eden makaleler kaleme alıyordu. Bu konudaki yazılarını, her halükârda Avrupa İnsan hakları Mahkemesi’ne taşınacağını düşündüğü davada, ileride haksız duruma düşülmemesi için gerekli itina ve hassasiyetin gösterilmesini ikaz etmek maksadıyla yazdığını ifade ediyordu. Ve Sami Selçuk da bu tür yazıları sebebiyle aynı çevreler tarafından “İdraki kapalı eski bir hukukçu” olarak tarif edilivermişti.

Halbuki her üç yazar da, bilhassa 28 Şubat'ın sıkıntılı günlerinde ve özellikle de muhafazakâr kesimlerin önemli birer referansı ve noktai istinadları olmuşlardı. Üstelik Selçuk ve Bumin İktidarı destekleyen iki gazetede yazmaktaydılar. Demokratlıkları ve hürriyetperverlikleri malûm olan Mert, Bumin, Selçuk ve benzeri kişilerin, iştirak edilme mecburiyeti bulunmayan kimi farklı görüşleri sebebiyle, hiç de lâyık olmadıkları ağır ithamlara maruz bırakılmaları, bilhassa itham edenler açısından ciddî bir samimiyet problemini ortaya çıkarmaktadır. Aynı zamanda demokrasi ekseninde arzu edilen ittifakı da zorlaştırmaktadır.

ORHAN DİNDAR

YARIN: VESÂYETÇİ ZİHNİYET VE KEMALİZM

20.07.2010

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Dizi Yazı

  (19.07.2010) - Balyoz ve Kafes’te tutuklu kalmadı

  (18.07.2010) - O rütbelere nasıl yükselebildiler?

  (17.07.2010) - Heryerekon mu, sessiz devrim mi?

  (16.07.2010) - 3 yılda 8 İddİaname

  (05.07.2010) - ‘Milliyetimiz bir vücuttur; ruhu İslâmiyet, aklı Kur’ân ve imandır’

  (04.07.2010) - “Şark, darülfünuna muhtaç”

  (03.07.2010) - ‘Şarkı ayağa kaldıracak din ve kalbdir’

  (26.06.2010) - Dünyamız büyük ve mükemmel bir gemi

  (25.06.2010) - Denizciler işine ‘besmele’ ile başlıyor

  (24.06.2010) - Seyahat boyunca hep kitap okuduk


Son Dakika Haberleri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.