01 Ekim 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Eğitim

Aziz okuyucularımız,

Said Nursî’yi, Risâle-i Nur’u ve Nurculuğu anlama ve anlatma çabasının bir zemini olarak 23 Mart 2000 tarihinde tesis edilen sayfalarımız yaklaşık iki senelik aradan sonra yeniden açılıyor.

Sekiz yıllık yayın döneminin envanterine baktığımızda 400 haftayı aşkın bir yayın sürecinde, 1500’e yakın farklı çalışmanın yapıldığını görüyoruz.

Risâle-i Nur’da adı geçen yüzlerce kişinin biyografisi çalışıldı. Bu çalışmalar 3 cilt halinde ayrıca kitaplaştırıldı. Ve daha çalışılması gereken yüzlerce isim bizi bekliyor.

Yine yüzlerce kavram çalışıldı. Daha binlercesi incelenmeyi, araştırılmayı, tartışılmayı bekliyor.

Risâle-i Nur’un çeşitli konuları şerh edildi.

Güncel konular Risâle-i Nur perspektifiyle yorumlandı; Türkiye’nin ve dünyanın yaşadığı sorunlar için analizler yapıldı, çözüm yolları ve çareler tartışıldı.

Üstadımıza ve Risâle-i Nur’a karşı yapılan pek çok eleştiri ve itiraza cevap verildi.

Okuyucularımızdan gelen sorular cevaplandırıldı.

Enstitümüzün faaliyetlerinin duyurusu ve tanıtımı yapıldı.

Risâle-i Nur’u şerh ve izah çalışmaları olarak değerlendirilebilecek olan bu yayınların önemli istifadelere medar olduğuna inanıyoruz.

Şimdi daha genç, daha dinamik ve daha geniş bir kadroyla, yeni bir solukla bıraktığımız yerden başlıyoruz.

Bu sayfaların yeni yazarların, yeni araştırmacıların yetişmesi için bir okul olmasını da amaçlıyoruz. Bu çerçevede genç kardeşlerimiz önemli sorumluluklar üstlendiler.

Bu haftadan itibaren her Cuma, iki sayfa olarak huzurlarınızda olacağız İnşaallah.

Temennimiz odur ki, sizlerin de katkıları ve duâlarıyla bu kudsî iman-Kur’ân dâvâsına daha uzun yıllar, lâyıkıyla hizmet edebilelim.

Gayret bizden, tevfik Allah’tan…

01.10.2010


İBADET VE UBûDİYET HAKİKATLERİ

Kur’ân’ın temel hakikatlerinden biri ibadet meselesidir. Kâinatın dört temel unsuru olması misâli, Kur’ân’ın “makasıd-ı esasiye”si ve “anasır-ı asliye”si de dörttür.

Bu esaslar, tevhid/ispat-ı Sâni, risâlet/nübüvvet, haşir, adalet ile ibadettir.1 Başka bir ifadeyle “Kur’ân’ın vazife-i asliyesi, daire-i Rububiyetin kemâlât ve şuunâtını ve daire-i ubudiyetin vezâif ve ahvâlini talim etmektir”.2 Tevhid ve nübüvvet daire-i Rububiyetin, haşir ve adalet ile ibadet de daire-i ubûdiyetin meseleleridir.

Sözlükte “boyun eğme, alçak gönüllülük, itaat, kulluk, tapma, tapınma” anlamlarına gelen ibadet, dinî bir terim olarak insanın Allah’a saygı, sevgi ve itaatini göstermek, O’nun hoşnutluğunu kazanmak niyetiyle ortaya koyduğu belirli tutum ve gerçekleştirdiği davranışları ifade eder. Daha genel olarak, aynı mahiyetteki düşünüş, duyuş ve sözleri de kapsar; ancak kelimenin dinî içerikli belirli ve düzenli davranış biçimleri için kullanımı daha yaygındır. İslâmî literatürde genellikle bu tür davranış biçimleri için ibadet, insanın hayatını daima Allah’a karşı saygı ve itaat bilinci içinde sürdürmesi şeklindeki kulluk duyarlılığı için de ubûdiyet ve ubudet terimlerine yer verilmiştir. Bir tanıma göre ubûdiyet “kulun Allah’ın yaptıklarından memnun olması”, ibadet ise “O’nun razı olacağı işleri yapması”dır.3 Buna göre ibadette belirli davranış şekilleri öne çıkarken ubûdiyette ahlâkî ve mânevî öz ağır basmaktadır. Bununla birlikte böyle bir özden yoksun olan davranışlar ibadet sayılmaz. Nitekim ibadetin bütün tanımlarında “taat, hudu’, zül” kelimelerinin tekrar edildiği görülmektedir. Meselâ Fahreddin er-Razi ibadeti “saygının en ileri derecesi” diye tanımlarken4, İbn Kayyim el-Cevziyye, ibadet kavramının hem sevgi hem de itaat unsurlarını içerdiğini, bu özelliklerinin ikisini birden taşımayan davranışların ibadet sayılamayacağını belirtir.5 Genellikle tasavvufî kaynaklarda yukarıdaki anlamıyla ubûdiyete daha çok önem verilirken6, Ragıb el-İsfehani ibadeti “alçakgönüllülüğün dışa vurulması” şeklinde açıklamakta, dolayısıyla ibadeti ubûdiyetten daha önemli görmektedir.7 Yine Ragıp el-İsfehani, ibadetin biri zorunlu, diğeri iradeye bağlı olmak üzere iki şeklinin bulunduğunu belirtir.8 Kâinattaki bütün varlıkların Allah’ın karşı konulamaz yasalarına boyun eğmiş bir halde işlevlerini sürdürmeleri zorunlu ibadet olup bazı âyetlerde bu ibadet söz konusu varlıkların “Allah’a secde etmesi” şeklinde ifade edilmiştir.9 İradeye bağlı ibadet ise, akıl sahibi varlığın hür iradesiyle yapması istenen, bu sebeple de sorumluluğa, mükâfat veya cezaya konu olan kulluk şeklidir.10

Fıtrat ve yaratılışın amacı, Allah’ı tanımak ve O’na kulluk etmektir. Fıtratta var olan bu ilahi şuura ulaşmak ve bunun gerektirdiği bir düzen ve davranışı koruyup geliştirmek değişmez bir ilahi kanundur. Cin ve insanın yaratılış amacı da aynıdır.11 Ancak diğer varlıklar için zorunlu olan bu kulluk ilişkisi cin ve insan için isteğe bağlıdır. İrade ve şuur taşımayan varlıkların ibadeti, onların tabiatta yürürlükte olan İlâhî kanunlara göre hareket etmesidir. Kur’ân’da ifade edildiği üzere kâinatta her şey kendini Allah’ın iradesine teslim etmiştir. Fakat insan Allah’a hem itaat hem de isyan etme imkânıyla donatılmış olduğundan12 sadece Allah’a ibadet etmeye, kendi bencil arzuları dâhil bütün yalancı tanrıları terk etmeye çağrılır.13 İnsanın, kendisi için mümkün bir yol olan isyana yönelmeyip istek ve iradesiyle Allah’a itaat ve duâ etmesi, son derece anlamlı ve değerli bir davranıştır. Esasen böyle bir davranış hem kâinat düzenine, hem de insanın kendi fıtratına uygunluk arz eder. Bu bakımdan insanın Allah’a ibadet etmesi dinî bir görev olduğu kadar, insanlık güçlerini geliştirip olgunlaştırmasının da en etkili aracıdır. Öte yandan varlıklar arasındaki değer sıralamasının en üstünde yer alan insan,14 Allah ile kurduğu ibadet ilişkisi sayesinde tabiat ötesi âleme açılmakta, Allah’a yakınlaşmakta, böylece ruhânî yüceliş ve olgunlaşmanın en üst sınırına ulaşarak varlıkla Allah arasındaki bağı tamamlamaktadır.15

Tasavvufta kulluğun ibadet, ubûdiyet ve ubudet olmak üzere üç şekli vardır. İbadet ilme’l-yakîn, ubûdiyet ayne’l-yakîn, ubûdet de hakka’l-yakîn mertebesindeki salikler için söz konusudur. İbadet ve ubûdiyet daima Rab ve Mevlâ kavramlarını çağrıştırır. Kendini abd olarak gören Allah’ı Rab, kendini âbid olarak gören O’nu Ma’bûd ve Mevlâ olarak görür.16

İbadet ferdin kendisini Ma’bûd’una çok yakın hissettiği, O’nunla derunî münasebetler içinde bulunduğu hissini veren özel bir tecrübe ve bu tecrübeye dayalı her türlü eylem ve işlemdir, dinî hayatın uygulamaya yönelik ifadesidir.17 Nitekim Ezelî Kelâm’da insanın Allah’ın huzuruna çıkması ve yakınlığını kazanmaya çalışması, apaçık bir şekilde emredilmiştir: “Bana ibadet et ve beni anmak için namaz kıl”18. “Yakîn gelinceye kadar Rabbine ibadet et”19…

İbadetlerin daha çok batîni özellikleri, ruhu ve özü üzerinde duran sûfiler bundan başka ihlâs, huşu, Allah sevgisi ve korkusu gibi gönül hallerini; sabır, şükür, tevazu, cömertlik, af, merhamet gibi ahlâk esaslarını; kısaca kalp temizliğine, ruhun olgunlaşmasına vesile olan ve sonuçta insanı Allah’a yaklaştıran her türlü iyi halleri ve davranışları ibadet sayarlar. Tasavvufta ibadet kavramının bu kapsamlı anlamı “ubudiyet” kelimesiyle ifade edilmiştir.

İbadetin en geniş manadaki tariflerinden biri şudur: “[İbadet], Allah’ın emirlerini yapmaktan ve nehiylerinden sakınmak”tır. “[İbadet], abd ile Ma’bud arasında en yüksek ve en lâtif olan nisbet”tir tarifi ise insanın yaradılış gayesi noktasında ibadetin ehemmiyetini vurgulayan bir ifadedir.20

İbadetin üç temel şartı vardır: 1- Ma’bud’un mevcut olması, 2- Ma’bud’un tek olması, 3- Ma’bud’un ibadete lâyık olmasıdır.21

Nur Külliyatı’nda varlıkların ibadetleri-–en genel manada—iki tabirle ifade edilmiştir: 1- Fıtrî ibadetler, 2- İhtiyârî ibadetler.22 İhtiyârî ibadetler ise iki kısma ayrılmıştır: 1- Müspet ibadetler (namaz, zekât, oruç, duâ vs.) 2- Menfî ibadetler (hastalıklar, musibetler vs.)23 Menfî ibadetin bir nevi de takva’dır. Takva, günahlardan ve yasaklardan kaçınmak manasına gelir. Takva içinde büyük sevap gizlidir. Meselâ, bir haramı terk etmek vaciptir. Bir vacip işlemenin ise çok sünnetlere karşılık bir sevabı vardır. Günümüz şartlarında günahtan kaçınmak kastıyla ve takva niyetiyle küçük bir sakınmayla, binlerce günah terk edilebilir. Bunun sonucu olarak ise binlerce vacip sevabı, on binlerce sünnet sevabı kazanılabilir.24 İnsan menfî ibadetlerde aczini, zaafını ve kusurunu fark ettiği için halis bir ubudiyete mazhar olur. Ucb, riya, gurur gibi ihlâsı bozan hallerden kurtulur.

İbadetin bir türü de “ibadet-i tefekküriye”dir. Kur’ân’ın birçok âyetinde tefekkür emri vardır.25 Tefekkür ibadeti o kadar ehemmiyetlidir ki, hadis-i şerifin beyanıyla bazen bir saat tefekkür bir sene ibadet sevabını kazandırabilmektedir.26 Bir tefekkürün ibadet-i tefekküriye olabilmesi için ise Kur’ân’a ait olması, yani Kur’ân ve iman hakikatlerine dair olması gerekmektedir.27 İbadetin hakikatinde Allah’ın yakınlığını hissetme ve O’nu görüyormuşçasına bir huzuru yakalama hâleti vardır. İşte ibadet-i tefekküriye insana bu hâleti yaşatan bir ibadettir.

İbadetin özünde iç içe üç mükellefiyet vardır: 1- Kalple teslim ve inkıyad, 2-Akılla iman ve tevhid, 3-Kalıpla amel ve ibadete mükellefiyettir. Bu mükellefiyetlerin sonucu ortaya çıkan ağırlıklar, Ma’bud-u Ezelî’ye muhatap olmaktan kaynaklanan zevk ve lezzetle hafifletilmiştir. Aciz bir abd olan insanın ubudiyetin aşağı mertebesi olan “gaibâne” ubûdiyetten, huzurun yüksek mertebesi olan “hazırâne muhataba” makamına çıkması ancak ibadetle mümkün olabilmektedir.28

Ubûdiyet sonradan verilecek ödüllerin bir başlangıcı değil, önceden verilen nimetlerin bir sonucudur.29 Ubudiyetin edebinde teslimiyet vardır; tecrübe ve imtihan yoktur.30 Ubûdiyetin sebebi Allah’ın emridir ve meyvesi Allah’ın rızasıdır.31 Ubûdiyetin esası acz, fakr, kusur ve noksanını bilmektir.32

Nur Külliyatı’nda ibadetin mânâsı şöyle özetlenmiştir: “Dergâh-i İlahide abd, kendi kusurunu ve acz ve fakrını görüp, kemal-i Rububiyetin ve kudret-i Samedaniyenin ve rahmet-i İlâhiyenin önünde hayret ve muhabbetle secde etmektir.”33 Kul nefsinde fakrını görünce rahmet-i İlâhiyeye yönelmeli, sonsuz rahmetin zenginliğini fark etmeli ve bu hâlet-i ruhiyesini “elhamdülillah” kudsî kelimesiyle dile getirmelidir. Nefsinde sonsuz aczini hissedince kudret-i Samedaniyeye sığınmalı, sonsuz kudretin gücünü yanında hissetmeli ve bu hâletini “Allahuekber”le tercüme etmelidir. Mahiyetinde noksan ve kusurunu görünce de, kemâl-i Rububiyeti aramalı ve O’nun kudsiyetini, kusursuzluğunu anlamalı ve hâlini “Sübhanallah” ile ilân etmelidir. Bu demektir ki, ibadetin özü tesbih (Sübhanallah), tekbir (Allahuekber) ve hamd’dir (Elhamdülillah). Ma’bud-u Hakiki’nin celâline karşı tesbih, kemâline karşı tekbir ve cemâline karşı da hamd edilmelidir.34 Ma’bud-u Hakiki’nin rahmetiyle yakınlığı hissedildiğinde hamd; zatıyla yüce oluşu, varlıklardan uzak oluşu düşünüldüğünde ise tesbih vazifesi yapılmalıdır. Bu makamların farkları gözetilerek ubûdiyette tekâmül edilir.35

İnsan hayatının iki yüzü vardır. Birinci yüz, dünya hayatına bakan “enaniyet”idir. İkinci yüz ise, ebedî hayata bakan “ubûdiyet”idir.36 Ubûdiyetin de iki mertebesi vardır: Birincisi “gaibane”, ikincisi ise “hazırane muhataba” sûretinde ubûdiyettir.37 Birincisinde kâinata ve İlâhî sanata bakılarak ubûdiyet vazifeleri îfâ edilir. İkincisi ise huzur ve hitap makamıdır. Bu makam Cenab-ı Hakk’ın Esmâ-i Hüsna’sının tecellîlerine tanıklık ederek ibadet etme mertebesidir.38

Ubûdiyetin en yüksek mertebesi “ubûdiyet-i Muhammediye”dir (asm). Hz. Muhammed’in (asm) ubûdiyetinin ünvanı “mahbubiyet”tir. Mahbubiyetin esasları ise niyaz, şükür, tazarru, huşû, acz, fakr, halktan istiğna gibi hakikatlerdir.39

DİPNOTLAR:

1- İşaratü’l İ’caz, s. 17, 172; Mesnevi-i Nuriye, s. 197.

2- Sözler, 20. Söz’ün 2. Makamı, s. 240.

3- Lisanü’l-’Arab, “‘abd” md.; Tacü’l-’arus, “‘abd” md.

4- Mefatihu’l-gayb, XIV, 159.

5- Medaricü’s-salikin, I, 58

6- Mesela bk. Kuşeyri, II, 428-432

7- el-Müfredat, “‘abd” md.

8- a.g.e., “scd”, “‘abd” md. leri

9- Mesela bk. Rad 13/15; Hac 22/18; Rahman 55/6.

10- Mustafa Sinanoğlu, “İbadet Maddesi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C. 19, Diyanet Yayınları, İstanbul 1999, s. 233.

11- Zariyat 51/56.

12- Kehf 18/29; Şems 91/7-8.

13- Mesela bk. En’am 6/14-15; Meryem 19/90, 92.

14- İsra 17/70.

15- Hac 22/37; Buhari, “Tevhid”, 15; “Rikak”, 38; Müslim, “Zikir”, 20; Müsned, VI, 256

16- Süleyman Uludağ, “İbadet Maddesi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C. 19, Diyanet Yayınları, İstanbul 1999, s. 247.

17- Süleyman Uludağ, “İbadet Maddesi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C. 19, Diyanet Yayınları, İstanbul 1999, s. 248.

18- Taha 20/14.

19- Hicr 15/99.

20- Bediüzzaman Said Nursi, İşaratü’l İ’caz, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2001, s. 142.

21- İşaratü’l İ’caz, s. 149.

22- Bkz: Şualar, s. 530-531.

23- Lem’alar, 2. Lem’a, s. 16; 25. Lem’a, 2. Deva, s. 207.

24- Bkz: Bediüzzaman Said Nursi, Kastamonu Lahikası, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2001, s. 110.

25- “Belki düşünürsünüz” Bakara Suresi 2/219, 266; “Umulur ki düşünürler” A’raf Suresi 7/176, Nahl Suresi 16/44, Haşir Suresi 59/21;

“Onlar kendi üzerlerindeki İlâhi san’at mu’cizelerini hiç düşünmezler mi? Gökleri, yeri ve her ikisi arasındakileri Allah yaratmıştır”

Rum Suresi 30/8; “Düşünen bir topluluk için âyetler, deliller vardır” Yunus Suresi 10/24, Ra’d Suresi 13/3; Nahl Suresi 16/11, 69,

Rum Suresi 30/21, Zümer Suresi 39/42, Câsiye Suresi 45/13.

26- Keşfü’l-Hafâ,1:1004.

27- Sözler, s. 416; Şualar, s. 218

28- İşaratü’l İ’caz, s. 151.

29- Sözler, 24. Söz, 5. Dal, 2. Meyve, s. 324. “Ubudiyet, mukaddeme-i mükâfat-ı lahika değil, belki netice-i nimet-i sabıkadır.”

30- Lem’alar, 17. Lem’a, s. 182; Mesnevi Nuriye, s. 126.

31- Lem’alar, 17. Lem’a, s. 183.

32- Lem’alar, 17. Lem’a, s. 184.

33- Sözler, 9. Söz, s. 45.

34- Sözler, s. 44.

35- Mesnevi-i Nuriye, Habbe, s. 106.

36- Sözler, 23. Söz, 2. Mebhas, 2. Nükte, s. 290.

37- Sözler, 23. Söz, 2. Mebhas, 5. Nükte, s. 297.

38- Sözler, 11. Söz, s. 114-115.

39- Mektubat, s. 439.

01.10.2010


İnsan, cemaat ve siyaset

Yüce Yaratıcı her insanı, daha doğumunda, küçük ya da büyük bir cemaatin içine atarak yaratır. Aile denilen bu birlik ve grup fıtrî olduğu gibi, irade sahibi olan her insanın kendi iradesiyle çeşitli sosyal gruplara dâhil olmasını da aslında fıtrat iktiza eder.

İnsanın bu dünyadaki vazifesi ilim ve duâ ile tekemmül etmektir. Hem ilim, hem de duâ ve dolayısıyla gelişme “diğerleriyle birlikte” olursa daha güzel olur. Sadece “ben” ve “sen” diyen nefisler ve eneler, “biz”e ulaşamaz. “Biz”den sonra gelen ve tanınması gereken asıl varlık olan O’na ise ulaşmayı dahi düşünmez.

Kur’ân, kâinatı, O’nun dilinden, “biz”e okur. Bu yüzden biz de Bediüzzaman Hazretleri gibi “Kur’ân’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa!..” diye korkup titreriz, Kur’ân’ın muhataplarını arttırmaya gayret ederiz.

Kur’ân’ı anlamak ve Kur’ânla yaşamak için bir araya gelip cem’ olmak, farklı kişilerle, çeşitli şekillerde ve değişik mekânlarda olur: Namazda camide, zikirde tekkede, ilim meclisinde medresede, bir hocanın ders sırasında, bir kitabın mütalâa halkasında, bir gazetenin müdavimliğinde, bir internet paylaşım sitesinde, bir chat odasında…

Hepsi, kendi makamında en üstünü olabilir. Yeter ki ihlâsla olsun, içten pazarlıklı olmasın, başka gizli maksatlara ve bilhassa dünyevî amaçlara âlet edilmesin.

İnsanlar elbette dünyevî maksatlar için de cem’ olacaklardı. Bu, sosyalleşmenin de bir gereğidir. Şirketler, dernekler, sendikalar, partiler, hep dünyevî organizasyonlardır ve bir tür dünyevî cemaattirler.

Otoriter yönetimler muhalefet istemedikleri için muhalefet ve rekabet edebileceğini düşündükleri dünyevî ve sivil bütün örgütlenmeleri yasaklar. Onların yerine, “vatandaşlık bağı” ile bağlanılacağını bildirdiği tek bir resmî cemaat tarif eder. Bu cemaatin içinden de kendisine uygun yapıda çeşitli sun’î sosyete/societé’ler ve bir de bürokratik elitler cemaati diyebileceğimiz imtiyazlı gruplar çıkararak bunların gücüne dayanır.

Yine bu tür yönetimler, iktidarı sürdürmek ve resmî toplum denen devleti ve onun vatandaşlarını dilediği gibi yönetebilmek için, insanı tek-tipleştirmeye çalışır. Bu sebeple, kimlik farklılığının önemli kaynaklarından biri olan dinî aidiyeti ve dinî cemaatleri de yasaklar. Dünya için dini de tek-tipleştirir ve dolayısıyla bunun ihlâsa aykırı sonuçları ile ilgilenmez.

Türkiye’de ve birçok İslâm ülkesinde dinî hizmetlerin ve faaliyetlerin önündeki en önemli engel, devletlerin bu yanlış algısı ve yanlış kurgusudur.

Cumhuriyet idaresi de bu yanlışı, uzun zaman, ısrarla sürdürmüştür.

Ancak dinî cemaatlerin, özellikle jakoben siyasetçiler ve sahibinin sesi bürokratlar nezdinde korku kaynağı ya da tepki sebebi olduğu günler geride kalmaya başlamıştır. Cemaatler, halk arasındaki meşrûiyetlerini devlet nezdindeki legalite ile pekiştirmeye başlamışlardır.

Cumhuriyet Halk Partisi’nin yeni genel başkanının geçen hafta gazetelere akseden sözleri ve görüşleri de bu değişimin işaretlerinden biridir. Ancak Kılıçdaroğlu’nun dahi sözlerinde yer verdiği, dinî cemaatlerin dünyevîleşmesi ve siyasîleşmesi endişesini—o dediği için değil, gerçekten gerektiği için—doğru şekilde okuyup algılamak ve riskleri bertaraf etmek için gereğini yapmak lâzımdır.

Bu bağlamda önümüzdeki süreçte özellikle şu soruların ortak cevaplarını aramalıyız:

nNur göstererek hizmet eden Nur cemaatlerine mi, yoksa ‘topuz’u elde etmeye ve elde tutmaya çalışan siyasî-dinî cemaatlere mi daha fazla ihtiyaç var?

nDinî cemaatlerle ilgili peşin hükümlerin ortadan kaldırılması için gereken tedbirler nelerdir?

nCemaatlerin maddî büyüme isteğinin riskleri nelerdir? Bu riskler nasıl kontrol altına alınabilir?

nDinî cemaatlerin siyasetle ilişkisinin sınırları neler olmalıdır?

nDinî cemaat içinde ve din hizmeti için faaliyet gösteren dünyevî ve maddî organizasyonların işleyişi ve cemaatle bağının sınırları nelerdir?

nDinî cemaatlerin uluslar arası ilişkilerinde ve maddî-mâlî kaynakları kullanmada uymaları gereken prensipler nelerdir?

nCemaatlerin birbirleriyle ilişkileri, birbirlerine yardımı, desteği ve nasihati, birbirini ikazı ve yapıcı tenkidi nasıl olacaktır?

Sorular ve çalışma konuları çoğaltılabilir.

Ancak unutmamalıyız ki, Bediüzzaman Hazretlerinin en temel eserlerinden olan İhlâs ve Uhuvvet Risâlelerindeki prensipler, sadece “Nurcular” için değil, bütün ehl-i iman için temel rehber ve kaynak durumundadır. Bencillikle ya da bizcilikle değerini düşürmek hakkımız değil, her ihtiyaç sahibi ile paylaşmak suretiyle değerini yükseltmek boynumuzun borcudur.

01.10.2010


Ziya Nur Aksun [1930-2010]

ZİYA NUR, 29 Mayıs 1930 tarihinde Konya’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini doğduğu şehirde yaptı. Ankara Hukuk Fakültesinden 1955 yılında mezun oldu. Hukuk Fakültesi mezunu olmakla birlikte mesaisini daha çok Osmanlı ve İslâm tarihini öğrenmeye ayırdı. Bu alanda önemli bir birikime sahip oldu. Günlük siyasî olayları irdeler ve eleştirirken söz konusu birikimini kullandı. Yazılarını tarihî muhakeme içinde ortaya koydu.

Osmanlı ve İslâm tarihi hakkındaki bilgileriyle bir cazibe merkezi oluşturan Ziya Nur’un etrafında her zümreden insanlar toplanmaya başladı ve sohbetlerinden istifade etmeye çalıştı. Memleketin meseleleriyle ilgili Dündar Taşer ve Erol Güngör ile yaptığı sohbetler kendisi tarafından kitaplaştırıldı. Bu eser Dündar Taşer’in vefatından sonra yayınlandı. Eserini Z. N. rumuzu ve Dündar Taşer’in Büyük Türkiyesi adı altında yayımladı. 1974 yılında neşredilen eserin altı baskısı yapıldı.

Ziya Nur’un Hukuk Fakültesindeki öğrenciliği sırasında Bediüzzaman ve eserleri hakkında bilgi sahibi olduğu ve yakından takip ettiği bilinmektedir. Hatta Konya’da lise öğrenciliği sırasında Risâle-i Nur’u tanıdığı ve istifade ettiği nakledilmektedir. Eserlerin neşri konusunda da, öğrenciliği sırasında önemli bir gayretin içine girdiği ve çalıştığı görülmüştür. “Bediüzzaman Kimdir?” sorusunu cevaplayıp “Hukuk Fakültesinden Ziya Nur” imzasıyla yazdığı ve Risâle-i Nur’a dâhil edilen bir yazısından bu neticeyi çıkarmak da mümkündür. Risâle-i Nur’da ismi, bu yazısı vesilesiyle zikredilmiştir. Bediüzzaman ve yaptığı iman hizmeti hakkında Ziya Nur şu ifadeleri kullanmıştır:

“Bediüzzaman, mâhut ve mühlik uçurumlarla dolu olan içtimâî seyrimizi, mânevî değerler bakımından bir nûr-ı imânî ve ziyâ-yı irşâdî ile taht-ı emniyete almaya çabalayan ve bu hususta bilmenin, kendi kendini idare etmek; bilmemenin, körü körüne idare olunmak hakikatine vücut vereceğini halk kitleleri arasında temessül ettiren insandır.

“Bediüzzaman, ahlâkî kıymetler ve millî hasletlerin pozitif ilimlerle muvazi olarak kat-ı mesafe edemediğini, bu mânâ ve şekil muvacehesinde yetişen çöl kadar kuru ve boş ruhlarla bulanmış gençliğin, istikbalde milletimizin rüyet ufkunda bir kara belâ olacağı hakikat-i kat’iyesini gözlere sokan ve çare-i halâsı da gösteren kimsedir.

“Bediüzzaman, şark ve garp arasındaki azîm mufarakatın, şahsiyet mefhumunun daralma ve genişlemesinden neş’et ettiğini gören ve asrın maymun taklitçiliğine varan şahsiyetsizliği önünde şahsiyet mefhumunun İlâhî yüksekliğini gönüllerin mihrak noktasında sembolleştirmeye tevessül eden âlimdir.

“Bediüzzaman, hür adamların, hür memleketinin ilâhî kuruluş felsefesini, akıllara ve gönüllere nakşeden din adamıdır. Bu necip millet, Bediüzzaman gibi nefsindeki menfaat putunu deviren insanların hizmetine çok, ama çok muhtaçtır.” (Tarihçe-i Hayat, 1994, s. 552)

Ziya Nur, Filibeli Şehbenderzade Ahmet Hilmi’nin “İslâm Tarihi” adlı eserini sadeleştirerek neşretti. Esere notlar yazdı ve eserin müellifi hakkında ilâveler yaptı. Yaptığı ilâveler eserin asıl hacminden daha fazla oldu. Söz konusu ilâveleri yaparken usûl bakımından farklı bir metot takip etti. Türklerin İslâm tarihindeki yerlerine daha fazla yer verdi. Eserde, Sünnî ve Şiî tarikatlarıyla ilgili akla gelebilecek bazı soruların da cevabını vermeye çalıştı. Dinî ve siyasî cereyanları farklı bir değerlendirmeye tabi tuttu. Bu eser ilk defa 1974 yılında neşredildi. Eser, 1982 yılında bir kez daha yayımlandı.

Neşredilen bu iki eser dışında bazı makaleler de neşreden Ziya Nur, yazılarını daha çok Diriliş adlı dergide yayımlattı. Makalelerini yazarken de Z. N. rumuzunu kullanıyordu.

Ziya Nur’un büyük emek verdiği, en önemli çalışması Osmanlı Tarihi hakkındadır. Eserini vücuda getirmek için çok sayıda kaynak ve vesika taramış ve önemli bilgiler toplamıştır. Eserini, Birinci Dünya Savaşı yıllarına kadar gelen tarihî gelişimi yazmak üzere tasarlamıştır. Bu eseri tamamlamak için 1965 yılında çalışmaya başlamış ve on bir yıl devam etmiştir. Ziya Nur Osmanlı Tarihi adını taşıyacak eserine 150-200 sayfalık geniş bir önsöz yazmak isteyip bunun hazırlıklarını da yapmıştır. Bütün bu arzularını gerçekleştiremeden 1976 yılında bir felç geçirmiştir. Yazar ve düşünür bunun neticesinde hem yazma, hem de konuşma melekesini önemli ölçüde kaybetmiştir. Bu rahatsızlığından kurtarılması için yapılan tedaviler de netice vermemiştir. Osmanlı Tarihi hakkındaki eseri daha sonra altı cilt halinde basılmış ve neşredilmiştir.

Ziya Nur’un, tarihe olan merakının yanında iyi bir san’atsever olduğu da bilinmektedir. Özellikle resim san’atına özel bir ilgi duymuş ve bu alandaki kabiliyetini yaptığı eserlerle ortaya koymuştur. Yağlı boya tabloları bir sergi açmak için yeterli miktara ulaşmıştır. Yazma ve konuşma melekesini kaybetmesine rağmen hayata küsmemesi takdire şayan bir durum olmuştur. Bütün bunların dışında şiir ve musikîye de hayranlık duyan bir kişiliğe sahip olmakla tanınmıştır.

1976 yılında geçirdiği kaza sonrası konuşma ve yazma melekesini yitiren Aksun 34 yıldır gazeteci kardeşi Belma Aksun’la yaşamaktaydı. Sevenleri ve okurlarınca “Şeyhülmünevverihîn” lâkabıyla da anılan tarihçimiz bir süredir yoğun bakımda tutulduğu İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesinde, bu yıl 5 Eylül’ü 6 Eylül’e bağlayan Kadir Gecesinde vefat etti. Aksun’un kabri Karacaahmet mezarlığındadır.

01.10.2010

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Son Dakika Haberleri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.