22 Ekim 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Enstitü

 

Şeyh Yusuf Efendi (1873-1956)

BEDİÜZZAMAN on altı yaşına kadar olan hayat devresinde, Doğu’da çoklukla bulunan klâsik medrese hayatı içerisinde büyümüştür. Eğitimi, ilmî tartışmaları, medrese talebeleri ile yaşadığı tatlı rekabeti hep o medreselerde geçmiştir.

Mardin hayatındaki ilklerden, bir ilk ile daha tanışmış ve klâsik medrese hayatından kurumsallaşmış bulunan Mardin medrese hayatının içerisinde kendini buluvermiştir. Burada mevcut bulunan ve çoğunluğu Artuklu dönemi eseri olan on bir medrese asırlarca her biri İslâm âlemine ilim ve irfan adamı yetiştirmiş, ilme büyük hizmetleri geçen kurumlar olarak tarihteki yerlerini almışlardır.

İşte Said Nursî bu medreselerden biri olan Şehidiye’de, Şeyh Yusuf Efendi ile karşılaşıp tanışmış ve hayatında ilk kez, kurumsallaşan bu ilim yuvasında müderris ve talebelerle ilmî tartışmalarda bulunmuştur.

Bediüzzaman’ın Mardin hayatında yer alan ve çok değerli âlimlerden olan Şeyh Yusuf Efendi, 1873 yılında Mardin’de doğmuştur. Mardin’deki Ensar ailesinin büyüklerindendir. Hz. Peygamber’in (asm) ashabından olan ve hâlen İstanbul Eyüp semtinde Eyüp Sultan Camii adıyla anılan yerin meşrûtasında medfun olduğu rivayet edilen Ebû Eyyub El-Ensârî’nin torunlarındandır. İbtidai, Rüşdi ve İdadi tahsilini bitirdikten sonra Mardin Merkez Kasım Paşa Medresesine girmiştir. Orada çok değerli hocalardan ders okumuştur. Daha sonra ayrıca o tarihlerde bugünkü Cumhuriyet meydanında üç katlı binada bulunan Fransız Kolejine devam etmiştir (kolej binası şimdi yıkılmıştır). Arapça, Farsça ve Fransızca’yı çok iyi derecede biliyordu. Kur’ân-ı Kerim hafızı olup, Kırâatü’s-seb’a ile Kur’ân-ı Kerim’i yedi vecih ve tecvid üzerine okuyordu. 500 adet sahih hadisi ezbere biliyordu. Bütün bunlara ulaşmak için gençliğinde tavana merbut (bağlı) ipe—uyumamak için—saçını bağlayarak gaz lambası ışığında gece yarılarına kadar çalışıyordu. Bunun neticesinde Osmanlı İmparatorluğu padişahlarından V. Sultan Mehmet Reşat döneminde ve onun bizzat talimatı üzerine profesörlük ünvanını almıştır. Şehidiye, Kasım Paşa Medreselerinde yirmi yedi yıl ders vermiş ve aynı zamanda bu süre zarfında İl Merkez Vaizliği görevini ifa etmiş olup, bilâhare kendi isteği ile istirahata çekilmiştir.1

Şeyh Yusuf’un gençliğinde Şehidiye Camii’nde Molla Said ile tartışmaya giriştiği, Said Nursî’yi “Delâil-i zâhire hakkında milleti şüpheye düşürmekle” suçladığı, sertleşen tartışmanın sonunda Said Nursî’nin, Şeyh Yusuf’un girişimiyle Mardin’den sürüldüğü anlatılmaktadır.

Şeyh Yusuf hakkındaki bir rivayet de; Şeyh Sunusi’nin, Şeyh Yusuf’un çağdaşı, adaşı ve onun gibi esmer olan Mesafteli Şeyh Yusuf Haki’yle ikisini kastederek, Mardin diliyle ‘Levlel esvedeyn kenkil heleket Merdin’ (İki esmer olmasaydı Mardin helâk olurdu) demiş olduğudur. Şeyh Sunusi, İttihatçıların Trablusgarb Savaşı sırasında ilişki kurdukları, Birinci Dünya Savaşı sırasında cihad ve Teşkilât-ı Mahsusa çalışmaları kapsamında İstanbul’a gelen, mütarekede Bursa’ya, daha sonra Millî Mücadele döneminde Ankara’ya giderek, Doğu gezisine çıkan ve bu sırada Siverek mebusu bulunan Abdülgani Ensari’nin kendisine refakat ettiği şeyhtir. Bu rivayet, Mardin’in iki şeyh olmasa neden yıkılmayı hak ettiğini cevaplamasa da, Şeyh Yusuf’un, Said Nursî ile kurduğu ilişki de düşünüldüğünde, İttihatçılarla ilişki kurmuş olabileceğinin ipucunu vermektedir. Şeyh Yusuf’un, Şapka Kanunu karşısında tavrı da bu düşünceyle uyuşmaktadır.

1926’da Şapka Kanunu çıktığında Şeyh Yusuf, Şehidiye Medresesi Camii’nde yeni kanun hakkında bir vaaz vermekteydi. Mardin Valisi Tevfik Hadi de dinleyiciler arasındaydı. Yusuf Efendi’nin vaazı halkı kanunlara uymaya, yeni kıyafetleri giymeye dâvet eden muhtevada, anlaşıldığı kadarıyla oldukça da etkili bir vaazdır. Vaaz bittikten sonra Tevfik Hadi, Yusuf Efendi’yi kutlayarak kendisinden halka örnek olmak için şapka giyerek sokağa çıkma ricasında bulunmuş, bunun üzerine Yusuf Efendi ulemadan olduğunu, kanunun kendisini kapsamadığını, leffe denilen sarığını takmaya devam edeceğini söylemiş, Vali’nin ısrarlarına rağmen şapka giymeyi reddetmiştir. Şeyh Yusuf sonunda Emniyete dâvet edilmiş, sorgusunda, “Müderris, imam, müezzinim; giymemem lâzım” demiştir. Sahip olduğu, Evkaf Vekâleti’nden alınma belgelerini göstermiş, emniyet müdürü belgeleri yırtmıştır. Yusuf Efendi, yerden parçaları toplayarak “Bu yaptığınızı Mustafa Kemal’e bildireceğim. Yaptığınız, kanunu suiistimal etmektir” deyince, kâğıtları elinden alarak yakmışlardır.

Bundan sonra, evinin bulunduğu sokağın başına sürekli polis nöbeti koyup Yusuf Efendi’nin çıkışı gözlenmeye başlanmış, Yusuf Efendi altı yıl boyunca hiç çıkmadan evde oturmuştur. Altı yıl sonra bir gün, başında bir fötr şapkayla sokağa çıkmıştır. Hayatının sonuna kadar bu fötr şapkayı evinin dışında asla başından çıkarmayan Şeyh Yusuf, anlatılanlara göre namazı dahi başında fötr şapkasıyla kılarmış.

Şeyh Yusuf, 1950 yılında Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Akseki’nin ısrarını reddedemeyerek, emre riâyet anlayışı ile Mardin Müftülüğünü kabul etmiş ve ölene kadar bu görevi sürdürmüştür.2

Cumhuriyet Halk Partisi idarecilerinin inançlı insanlara, özellikle değerli âlimlerimize karşı yapmış olduğu bu çirkin davranış tarihe kara bir leke olarak geçecektir. Bediüzzaman da bu nevî binlerce zulüm ve işkencelere maruz kalmış; ama dâvâsından ve inancından zerrece taviz vermemiştir. Şeyh Yusuf Efendi gibi âlimlerimizin susturulmaya çalışıldığı bir zamanda Risâle-i Nurlar en zor şartlar altında dünyaya tanıtılmaya çalışılmıştır.

Şeyh Yusuf, 1956 senesinde vefat ettiğinde Mardin’den başka Diyarbakır, Siirt, Halep, Şam ve Kahire’de gıyâbî cenaze namazı kılınan, öğrencileri hâlâ Kahire’de El-Ezher’de hocalık yapan, geniş bir bölgede tanınmış bir din bilginidir. “Fetava” adlı henüz basılmamış Arapça bir eseri vardır.

Dipnotlar:

1- Mardin Müftüleri Albümü, s. 17.

2- Suavi Aydın, Süha Ünsal, Kudret Emiroğlu, Oktay Özen, Mardin Aşiret-Cemaat-Devlet, Tarih Vakfı Yayınları, İst. 2001, s. 367, 368.

22.10.2010


 

soru - cevap

SORU: Risâle-i Nur’u okuyup anlamak için derslere katılmak veya birinden izahlı dinlemek şart mıdır? İnsan kendi kendine yetmez mi? CEVAP: Risâle-i Nur eserlerinde anlatılan hakikatler bir öğretmenin eğitimine gerek olmadan da okunabilir ve anlaşılabilir. Bediüzzaman bir mektubunda bu gerçeği şöyle dile getirmiştir: “Risâle-i Nur da ekseriyet itibarıyla kendi kendine ders verip muallimlere ihtiyaç bırakmadığından…” ve “İhsan-ı İlâhî ile Risâle-i Nur, başka ilimler gibi meşakkatli derslere muhtaç değil” (Emirdağ Lâhikası, s. 441) Çünkü Risâle-i Nur’larda Kur’ân’ın eşsiz bir özelliği yansımıştır. Nasıl ki Kur’ân temsili hikâyelerle her yaştan ve eğitim derecesinden insana hitap etmekte ve onları hayatları boyunca aydınlatmaktadır; Kur’ân’ın bu asırdaki manevî bir tefsiri olan Risâle-i Nur’da da aynı anlatım metodu takip edilmiştir. Öyle ki, eski zamanlarda medreselerde on beş senede alınan bir eğitimi, Risâle-i Nur, Cenâb-ı Hakk’ın ihsanıyla on beş ayda verebilmekte ve tahkiki imanı kazandırmaktadır. Fakat bunun bir fiyatı vardır. O da “tam ve halis bir sadakat ve daimî ve sarsılmaz bir sebat”.

Nur risâleleri bir öğretmene muhtaç olmadan, kişinin kendi gayretiyle anlayabileceği bir eser özelliği taşır. Yediden yetmişe, cahilden âlime toplumun her sınıfından insanın ihtiyacı olanı, en güzel bir kıvamda verebilen bir eserdir. Fakat herkesin faydalanma derecesi elbette aynı oranda olmayacaktır. Risâle-i Nur’daki her bir mesele hemen anlaşılamaz; fakat hiç kimse de hissesiz kalmaz. Bediüzzaman, Risâle-i Nur’un bir kısım yerlerinde bunun nedenini şöyle bir örnekle açıklamıştır: “Büyük bir bahçeye giren bir kimsenin, o bahçenin bütün meyvelerine elleri yetişmez. Fakat eline girdiği miktar yeter. O bahçe yalnız onun için değil; belki, elleri uzun olanların da hisseleri var.” Bu nedenle Risâle-i Nur okuyucusuna düşen fazla hırs göstermeden, boyunun yettiğine kanaat etmek ve halis bir teveccühle iman hakikatlerini tekrar ederek daha fazla anlamaya çalışmak olmalıdır.

Nasıl ki yanmayan yakmaz, dolmayan taşmaz, anlamayan anlatamaz. Bu sır gereği, Risâle-i Nur gibi manevî mücevher kıymetindeki hakikatleri barındıran bir eserin tam anlamıyla kavranması için de zamana ihtiyaç vardır. Cenâb-ı Hakk’ın kâinata koymuş olduğu hikmet kanunları gereği hakikatlere basamak basamak çıkmak gereklidir. Her şeyde olduğu gibi Risâle-i Nur’a muhatap oluşta da acemilik devresinin yavaş kavrayışları, sıkılmaları, duyguların hazmetmekte güçlük çekişleri elbette yaşanacaktır. Yani bir anlamda Nur dersinin heceleme safhası olacaktır. İhlâsla, sabırla ve tam bir teveccühle hakikatlere muhatap olundukça, okumalar sürdükçe ise akılda, kalpte, ruhta ve bütün duygularda canlanmalar başlayacak ve ömür boyu sürecek bir eğitimin tohumları atılacaktır. Bu süreçte bir cemaatin içinde bulunmak ve o cemaat içinde yıllarını Risâle-i Nur’a vermiş kişilerin bilgi, tecrübe ve yaklaşımlarından faydalanmak ayrı bir motivasyon ve sinerji verecektir. Nur Talebelerinin şahs-ı manevisinin atmosferini teneffüs ettiren—mahallerde düzenli olarak sürdürülen—derslere katılım Risâle-i Nur’a yeni ve farklı bakış açıları kazandıracaktır.

Derslere iştirak cemaat şeklinde yaşamayı sağlayacaktır. Âhir zamanda, münferit olarak İslâm’ı yaşamak neredeyse mümkün değildir. Cemaate katılmak hem pek çok bilgiyi kısa sürede öğrenmeyi, hem pratik olarak yaşamayı, hem de Sünnet-i Seniyye dairesinde hareket etmeyi kolaylaştıracaktır. Yaşayarak öğrenmenin hızı muazzamdır. Umumî derslerde sayının fazla olması ortak noktalarımızın daha çok olduğu kişilerle tanışmamıza ve yardımlaşmamıza vesile olacaktır. Bu da pek çok soruya, soruna kolay çözümler bulunmasını sağlayacaktır.

Diğer önemli bir husus ise, Risâle-i Nur hizmetinin bize uygun bir yerinde mutlaka görev alınmasıdır. Bu hem bazı konuları daha iyi anlamamıza vesile olacak, hem de görevimizi başarabilmek için ne tür bilgilere ihtiyacımız olduğunu daha iyi görmemize vesile olacaktır. Bunun bir sonucu olarak Risâle-i Nur eserlerini daha çok okumamızı ve öğrenmemizi sağlayacaktır. Ayrıca bu hizmet Allah’ın rızasını kazanmaya vesile olacağı için O'nun inayetini ve rahmetini celp edecek ve kısa zamanda büyük mesafeler almamızı sağlayacaktır.

Risâle-i Nur okurken anlamakta zorluk çekilen ya da tamamen anlaşılmayan konuların not edilmesi ve uygun bir ortamda Risâle-i Nur’un meselelerine hâkim kişilerle soru-cevap tarzında müzakere edilmesi bir ihtiyaçtır. Bu açıdan kendi okumalarımızla yetinmeyip, Risâle-i Nur’a yıllarını vermiş kişilerin birikimlerinden azamî derecede istifade edilmelidir.

Vakit buldukça kişinin kendisine yakın bulduğu bir arkadaşıyla birlikte risale okuması ya da özel bir kısım konuları mütalâa etmesi, Risâle-i Nur’a daha iyi muhatap olmak için faydalı bir metot kabul edilir. Hatta Risâle-i Nur hakikatlerinin inceliklerine ve derinliklerine ulaşmaya meraklı bir arkadaş grubuyla belirli periyotlarla ve planlı bir ders programı çerçevesinde yapılacak münâzaralı dersler organize etmek, kişiyi kendi okumalarının çok ötesine ulaştıracaktır.

Bütün bunlarla birlikte Risâle-i Nur’dan öğrenilen hakikatler en yakın çevreden başlanarak diyalog kurulan herkesle, onların durumları da göz önünde bulundurularak paylaşılabilir. Bu bir sohbet havasında gerçekleşebileceği gibi, özel bir ortamda ders yapmak tarzında da olabilir. Böylece, teorik olarak edinilen bilgiler bir anlamda pratiğe dönüşmüş de olacağından çok daha iyi hazmedilmiş olacaktır.

Bediüzzaman ve Risâle-i Nur’un konularıyla ilgili yazılı ve görsel kaynakları takip etmek de çok geniş dairede kişiyi geliştirici rol oynayan imkânlardır. Risâle-i Nur hakikatlerinin daha iyi anlaşılması amacıyla gazetelerde, dergilerde, kitaplarda ve internet ortamında yayınlanan yazı ve makalelerden mümkün olduğunca istifade edilmesi gelişimi çok daha hızlandıracaktır.

22.10.2010


 

Sosyal iletişim aracı olarak meşveret ve siyasete bir yolculuk

Günümüzde demokrasinin temel ilkeleri, önemli bir sosyal iletişim ve uzlaşma aracı olarak görünmektedir.

Demokrasinin ruhu ise, belli bir olgunluğa erişen ortak akla ihtiyaç duymaktadır. Said Nursî “Hakikî, samimî bir ittifakta her bir fert, sair kardeşlerinin gözüyle de bakabilir ve kulaklarıyla da işitebilir. Güya on müttehit adamın her biri yirmi gözle bakıyor, on akılla düşünüyor, yirmi kulakla işitiyor, yirmi elle çalışıyor bir tarzda mânevî kıymeti ve kuvvetleri vardır.” (Lem’alar, s. 165) diyerek söz konusu ortak aklın önemine dikkat çekmektedir. Bir hadiste, bu anlama işaret eden bir anlayışla, “Bir millet istişare ettiği müddetçe zillete düşmez” (Keşşaf, 3:32) denilerek ortak aklın öne çıkarılmasını emretmektedir. O, ortak akıl/anlayış olarak nitelendirebileceğimiz, meşveret ve şûrânın gereği gibi yapılmamasını, özelde Müslümanların ve genelde Asya kıt'asının (Doğu toplumlarının) geri kalmasının esas sebebi olarak görmektedir. “...Asya’nın ve âlem-i İslâm’ın istikbalde terakkîsinin birinci kapısı, meşrutiyet-i meşrûa ve şeriat dairesindeki hürriyettir. Ve talih ve taht ve baht-ı İslâm’ın anahtarı da meşrûtiyetteki şûrâdır.” “Müslümanların hayat-ı içtimâiyye-i İslâmîyye’deki saadetlerinin anahtarı, meşveret-i şer’iyyedir. (...) Evet, nasıl ki, nev-i beşerdeki telâhuk-u efkâr ünvanı altında, asırlar ve zamanların tarih vasıtasıyla birbiriyle meşvereti, bütün beşeriyetin terakkiyâtı ve fünunun esası olduğu gibi, en büyük kıt'a olan Asya’nın en geri kalmasının bir sebebi, o şûrâ-yı hakikiyeyi yapmamasıdır.” (Münâzarât, s. 23-24)

Demokrasilerde, meşveret ve şûrâ kavramının yanında siyasal iletişimin de önemli bir rolü bulunmaktadır. Siyasetin temel amacının iktidar olma, iktidara talip olma olduğunu düşündüğümüzde, iman eksenli bir iletişimle, siyasal iletişim arasında bazı olumsuzlukların olacağını düşünmek gerekmektedir. Siyasal iletişim tabiatı gereği tarafgirlik üzerine kurulmuştur. Oysa imanî değerler, asla tarafgirlik üzerine kurulu bir anlayışla bir araya gelemeyecektir. Zira din/iman, “umumun malıdır.”

Her inanan insanın sahip olması gereken mukaddes değerlere, bir kişi veya bir sınıfın/siyasî akımın sahip çıkması durumunda, karşı fikirler kaçınılmaz olarak ortaya çıkar. “İnhisarcılık” (tahsis etme) dinî değerlerde ortaya çıkarsa, “Umumun mâl-ı mukaddesi olan dini, inhisar zihniyetiyle kendi meslektaşlarına daha ziyade has göstermekle, kavî bir ekseriyette dine aleyhdarlık meyli” uyandırır. (Sünûhat, s. 66) Bundan dolayı, dinî değerler/mesajlar, bir siyasî partinin tekelinde olmamalıdır. İmana herkesin ihtiyacı olduğundan, din namına siyasete girmek/siyasette dinî değerleri kullanmak, dini kendi tekeline altına almak olacağından, din namına siyasete girilmemelidir.

En birinci görevi iman hakikatlerini gereği gibi anlamak olan insan, ölçüyü kaçırınca siyasal iletişim ortamında, farkında olmadan, “masumların hakkını” da ihlâl edebilecek bir noktaya gelebilmektedir. “Çünkü mezkûr hissiyatla hareket ve taarruz eden insanlar, bir iki adamın hatasıyla yirmi otuz adamı, âdi bahanelerle vurur, perişan eder. Eğer ehl-i hak, hak ve adalet yolunda yalnız vuranı vursa, otuz zayiâta mukabil yalnız biri kazanır, mağlûp vaziyetinde kalır. Eğer mukabele-i bilmisil kaide-i zâlimânesiyle, o ehl-i hak dahi bir ikinin hatasıyla yirmi otuz biçareleri ezseler, o vakit, hak namına dehşetli bir haksızlık ederler.” (Şuâlar, s, 260)

Bu değişime, siyasal, sosyolojik ve kültürel arka plan açısından bakıldığında, “terbiye-i İslâmiyenin zedelenmesi”nin sebep olduğunu görürüz. Emirdağ Lâhikası’nda, Türkiye’deki siyasal partilerin bir değerlendirilmesinin yapıldığı mektupta, İslâmî partinin/İslâmî değerleri ön plana çıkaran partilerin iktidara gelmesinin ya da iktidara talip olmasının göz ardı edilemeyecek bazı risklerinin bulunduğu belirtilmektedir: “İttihad-ı İslâm Partisi, yüzde altmış, yetmişi tam mütedeyyin olmak şartıyla, şimdiki siyaset başına geçebilir. Dini siyasete âlet etmemeye, belki siyaseti dine âlet etmeye çalışabilir. Fakat çok zamandan beri terbiye-i İslâmiye zedelenmesiyle ve şimdiki siyasetin cinayetine karşı dini siyasete âlet etmeye mecbur olacağından, şimdilik o parti başa geçmemek lâzımdır.” (Emirdağ Lâhikası, s. 65) İslâmi terbiyenin yerleşmediği bugünün İslâm toplumlarında, kurulacak bir parti mutlaka dini siyasete âlet etmek zorunda kalacaktır. Siyaset, ancak dine hizmet amacıyla yapılmalı, kesinlikle dâhilde siyaset ve din aynı vitrinde insanlara sunulmamalıdır.

Risâle-i Nur eserlerinin muhtelif yerlerinde, bu değişmelere dikkat çeken Said Nursî, maddî cihad döneminin kapanıp, artık manevî cihad döneminin başladığını belirtmektedir. O, “Dinde zorlama yoktur; doğruluk sapıklıktan iman küfürden iyice ayrılmıştır.” (Bakara Sûresi, Âyet: 256) mealindeki âyetin asrımıza bakan bir açıklamasını yapmakta ve maddî cihad döneminin kapanıp, manevî cihad döneminin başladığını belirtmektedir. 1928’li yıllarda, Türkiye’de laikliğin yerleştirilmesine dair çabaların sarf edildiği bu dönemlerde, vicdan hürriyetini sağlamak hükümetlerin görevi olacağından, manevî cihadın önü açılmış; “dinde ikraha ve icbara ve mücahede-i diniyeye ve din için silâhla cihada” (Şuâlar, s. 243) gerek kalmamıştır. Bundan sonra, “mânevî bir cihad-ı dinî, iman-ı tahkikî kılıcıyla olacak”, dindeki hakikatler “iman-ı tahkiki” kılıcıyla insanlara ulaştırılacaktır. Önümüzdeki süreçte, manevî cihadın “iman-ı tahkikî” kılıcının iletişimi ise Risâle-i Nur eserleri ile olacaktır.

Kaynaklar

Nursî, Said, Emirdağ Lâhikası, Yeni Asya Neşriyat, İst. 1994.

Nursî, Said, Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat, İst. 1994.

Nursî, Said, Münâzarât, Yeni Asya Neşriyat, İst. 1994.

Nursî, Said, Sünûhat, Yeni Asya Neşriyat, İst. 1994.

Nursî, Said, Şuâlar, Yeni Asya Neşriyat, İst. 1994.

22.10.2010


 

Mardin Şehidiye Medresesi ve Camii

BEDİÜZZAMAN Said Nursî’nin Mardin hayatında önemli bir yere sahip olan Şehidiye Medresesi ve Camii, onun Mardin âlimlerine karşı rüştünü ispat ettiği mekânlardan biridir.

Burada şiddetli fikir tartışmalarının yaşandığı ifade edilmektedir. Bu tartışmalardan biri de, Mardin’de yaşamış bulunan Şeyh Yusuf Efendi (1873-1956) ile Bediüzzaman arasında geçmiştir. Bu tartışma neticesinde Şeyh Yusuf’un girişimiyle, Said Nursî’’nin Mardin’den sürüldüğü bazı hatıralarda iddia edilmektedir. Ancak bu iddianın ne derece doğru olduğunu bilemeyiz. Bilinen bir şey varsa, o da Molla Said’in bu mekânda Mardin âlimlerine üstadlığını kabul ettirmiş olmasıdır.

Ana caddenin güneyinde PTT’nin karşısında, cami ile birlikte bir kompleks oluşturan yapı “Şehidiye”, “Nasıriye” ve seksen hücreli olmasına izafeten “Semanin” adlarıyla da anılmaktadır. Nasıreddin Artuk Arslan tarafından yaptırılmıştır. Abdulgani Efendi’nin aktardığına göre, caminin bilinmeyen bir tarihte yıkılmış olan doğu tarafı, aslına uygun olmayan bir biçimde yapılmıştır. Büyük mihrabın 1920’lerdeki görüntüsü ve o tarihte mevcut mezarlık, burasının bir dönem kabristan olarak kullanıldığına işaret etmektedir.

Aynı yıllarda, medresenin batı tarafı da harabe görünümündedir. Yapının bu kısmında ayakta kalan iki büyük oda okul olarak kullanılmış, arsa haline gelmiş bölüm üzerinde kahvehane ve dükkânlar yapılmıştır. 1920’lerde, doğu tarafında yer alan altlı ve üstlü sekiz oda ayaktadır ve içinde yoksullar barınmaktadır. Medrese revaklı avlulu ve ayvanlı medrese şemasına uygundur.

Kompleksin güneyinde bulunan ve bugün müftülük merkezi olarak da hizmet veren, iki nefli Şehidiye Camii’nin minberi cevizden yapılmış ve üzerindeki bezeme yer yer kırılmış ya da çürümüştür. Minberin Arapça yazıtında ustasının Ali bin Sencer olduğu ve nakışlarını Kirmanlı Tacüddin’in şakirdi Muhammed’in yaptığı yazılıdır. Minareli olarak yapıldığı halde minaresi yıkılmış ve 1914’te Belediye Başkanı Gönüllüzade Hıdır Çelebi ile vakıflar memuru ve askerî amirlerin girişimiyle, minare Ermeni mimar Lole Giso’ya yeniden yaptırılmıştır. İki şerefeli olan minare, iskelesiz olarak inşa edilmiştir.

Camiye “Şehidiye” adının verilmesi, Abdülgani Efendi tarafından, caminin temeli atıldığında ortaya çıkan birkaç şehid mezarına ve Vezir Nazameddin Bakış’ın savaşta şehit düşen kölesi Lulu’nun cami yapılmadan önce buraya gömülmesine bağlanmaktadır.

Çok sayıda onarım geçirmiş olan yapının ilk onarımı, 1787 tarihini veren yazıtın ilk onarıma işaret ettiği düşünülürse, bu tarih olmalıdır. 1975’te cami, Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından onarılmıştır. Cami minaresi ile 1515-16 tarihinde yapıldığı

bilinen türbenin sandukaları 1925 yılında Vali Tevfik Hadi Baysal döneminde yıkılmıştır.1

Dipnot:

1- Suavi Aydın, Süha Ünsal, Kudret Emiroğlu, Oktay Özen, Mardin Aşiret-Cemaat-Devlet, Tarih Vakfı Yayınları, İst. 2001, s. 438, 439.

22.10.2010

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Son Dakika Haberleri

Bütün haberler

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.