23 Kasım 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Basından Seçmeler

TRAFİK KAZASI MAĞDURLARI, HAKLARININ NE KADAR FARKINDA?

Bir bayramı daha geride bıraktık. Ama acaba ‘kurban‘ bu bayramın mı, yoksa trafikte verdiğimiz canların mı adıydı? Bayram süresince trafik kazalarında hayatını kaybedenlerin sayısı 200’e yaklaştı. Yaralılar ise bu rakamın çok üzerinde. Yaralı derken ‘’Zaman içinde nasılsa iyileşirler‘’ diye düşünmemek lâzım. Çünkü bu yaralıların önemli bir kısmı daha sonra ya vefat ediyor ya da ömürleri boyunca belli oranlarda sakat kalıyorlar.

Geçen Ramazan Bayramında da durum bundan farklı değildi. En son Ramazan Bayramında meydana gelen 1527 kazada 97 vefat, 3455 yaralı var. Ne kadar tedbir alınırsa alınsın bu acı durum ne yazık ki değişmiyor. Şimdi bu tabloyu yıllık olarak ve rakamlarla daha da büyütelim. Halen trafiğe kayıtlı yaklaşık 15 milyon adet araç var. Ülkemizde her sene ortalama 1 milyon civarında trafik kazası meydana geliyor. Örneğin 2009 yılında bu rakam 1.034.435’dir. Yani her 15 araçtan biri kazaya karışmış. Bu kazalarda yaklaşık 8.000-10.000 insanımız vefat ederken bunun neredeyse 20 katı kadar da yani 200.000 kişi civarında insanımız ise yaralanıyor. Bu yaralıların ise hatırı sayılır bir miktarı ömürleri boyunca çeşitli derecelerde tam veya kısmi sakat kalıyor. Türkiye nüfusunun yaklaşık yüzde 11’i özürlü vatandaşlarımızdan oluştuğunu düşünürsek her sene bu sayıya trafik kazaları sebebiyle ciddî bir katılımın olduğunu söylemek mümkün.

Yine acı verici bir başka tespit de trafik kazalarında her yıl kaybettiğimiz insan sayısının 10 yılda ortalama bir ilçe, hatta bir ilimizin nüfusuna denk düştüğü gerçeğidir. Yasalardaki eksiklikler, hükümete, emniyet güçlerine, sürücü ve vatandaşlara düşen görevlerin neler olduğu, ne gibi tedbirlerin alınması gerektiği konuları ise ayrı bir yazı konusu olduğundan şimdilik bu konuya girmeden kaza mağdurlarının cezaî ve maddî haklarına değinelim.

CEZAÎ HAKLAR BAKIMINDAN DEĞERLENDİRME:

01.06.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu trafik kazası sonucunda ölüme veya yaralanmaya sebebiyet verme fiilini kasten işlenen bir suç değil taksirle işlenebilecek bir suç olarak öngörmüş ve düzenlemiştir. Peki bu ne demek? Bunun anlamı aslında şudur: Kazaya sebep olan sürücü kaç kişinin vefatına veya yaralanmasına yol açmış olursa olsun aslında çok da yüksek miktarda ceza almayacak demektir. Meselâ kazaya yol açan sürücü, bir veya birden fazla kişinin ölümüne ve /veya bir veya birden fazla kişinin de yaralanmasına sebebiyet vermiş ise yargılanacağı ceza miktarı 2 yıldan 15 yıla kadar olacaktır. Hakim, sürücünün bu fiili bilinçli taksirle (kişinin öngördüğü neticeyi istememesine karşın neticenin meydana gelmesi hali) işlediği kanaatindeyse arttırılabilecek miktar üçte birden yarıya kadar olabilecektir en fazla. Demek ki onlarca kişinin ölümüne de yol açsa bir araç sürücüsünün alabileceği ceza en fazla 22,5 yıl olacaktır. Peki kaza sonucu sürücü sadece bir kişinin ölümüne yol açmış ise ne olacak? Bu durumda istenecek ceza miktarı 2 yıldan 6 yıla kadar olacaktır. Sadece yaralanma halinde ise dâvâ açılması şikâyete tabi olup, mağdurun 6 aylık süre içinde savcılık veya polise şikâyetçi olduğunu bildirmesi gerekiyor. Gazetelerde, televizyonlarda gördüğümüz pek çok haberde kaza mağdurları veya yakınlarının mahkeme kararlarına karşı isyanlarının sebebi de aslında işte bu. Uygulamada verilen cezaların hiç de tatminkâr olmadığı acı bir gerçek. İyi hal indirimi, para cezasına çevrilip erteleme vs gibi suçlu lehine yorumlarla genelde cezalar alt sınıra yakın (2 yıl veya daha az) verilmekte ve bu durum kamu vicdanını rahatsız etmektedir. Mahkemelerin en azından kaza sonrası sürücüyü belli bir sürede olsa tutuklamaları, alt sınırdan değil üst sınıra yakın ceza takdir etmeleri, bu suçu taksirle ölüme sebebiyet verme değil olası kast veya en azından bilinçli taksirle ölüme sebebiyet verme olarak değerlendirmeleri halinde verilecek ceza miktarları artabilir ve bir nebze olsun mağdur yakınlarının acısını dindirebilir.

KAZA MAĞDURLARININ MADDÎ HAKLARI

Trafik kazalarında yaralanan, sakat kalan veya vefat eden kişilerin mirasçılarının ne gibi maddî hakları olduğu konusundan da kısaca bahsedelim. Bu hususta en önemli yasal dayanak 13.10.1983 tarih 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu (KYTK) dur. Bu kanun gereği motorlu araç sahibi herkes aracı için her yıl Zorunlu Malî Mesuliyet Sigorta Poliçesi düzenlemek zorundadır. Bu poliçenin yaptırılmaması durumunda araç bağlanır ve trafik cezası kesilir. Ancak poliçenin asıl önemi kaza vukuunda araç sahibi ve kusurlu sürücüsünü yüz binlerce TL tazminat külfetinden korumasıyla ortaya çıkıyor. Bu arada kaza durumunda aracın kendi maddî hasarını tazmin etme amacına dönük olan Kasko poliçeleri ile bahsettiğimiz zorunlu trafik poliçesini de ayırmak gerektiğini hatırlatalım.

Zorunlu Malî Sorumluluk Sigorta Poliçelerinde düzenlenmiş olan 3 temel koruma teminatı vardır: Vefat, malûliyet ve tedavi.

Bu her üç teminatların limitleri de 01. 03. 2010 tarihi itibarıyla kişi başına 175.000 TL’ye yükseltilmiştir. Şimdi bir örnekle nasıl bir korunma sağlandığını izah etmeye çalışalım:

Bir aracın şarampole devrilmesi sonucu araç içinde yolcu olarak seyahat etmekte olan Mustafa vefat etmiş, Mehmet ise ağır yaralanmıştır. Mustafa evli ve iki küçük çocuk babasıdır. Mehmet ise 25 yaşında olup herhangi bir işte çalışmamaktadır. Bu durumda Ahmet’in yasal mirasçıları olan eşi ve iki küçük çocuğunun aracın (ZMMS) Trafik poliçesini düzenleyen sigorta şirketinden destekten yoksunluk tazminatı talep etme hakkı vardır. Bu miktar, aktüer denilen hesap uzmanlarınca yapılacak hesaplamanın ardından tespit edilecek bir meblâğ olup 175.000 TL’ye kadar ödeme yapılması mümkündür. Mehmet ise aylarca süren tedavinin ardından yüzde 40 oranında malûl (sakat) kalmıştır. Bu durumda Mehmet’in yine sigorta şirketinden 175.000 TL’ye kadar tedavi masraflarını talep etme hakkı olduğu gibi, yine yapılacak aktüerya hesabı sonunda 175.000 TL’ye kadar da ayrıca malûliyet tazminatı alma hakkı vardır.

Yine hem Mustafa’nın mirasçılarının, hem de Mehmet’in, 175.000 TL’nin üzerindeki maddî zararlarını ayrıca açacakları bir dâvâ ile kusurlu araç sürücüsü veya araç sahibinden talep etme hakkı olduğu gibi manevî tazminat da isteyebilirler. Manevî tazminat talebi sigorta poliçesinin kapsamı dışında olup sigorta şirketince ödenmez.

Tekrarlayacak olursak trafik kazasında yaralanan herkes— kusurlu sürücüler hariç—istediği özel veya devlet hastanesinde her türlü ameliyat ve tedavi hizmetini 175.000 TL’ye kadar hiçbir ücret ödemeden alabilir. Meselâ 2005 yılında Samsun’da meydana gelen bir kazada sol ayağı ciddî bir şekilde kırılan bir mağdura İstanbul’da özel bir hastanede 4 defa 15’er gün özel odada refakatçi eşliğinde tedavi uygulatmış, bir ortopedi profesörüne de 2 defa ameliyat yaptırmıştık. Bu ameliyat ve tedaviler için mağdurun cebinden hiç para çıkmamıştı.

Halkımızın olduğu gibi medyanın da çokça karıştırdığı bir hususa daha kısaca değinelim. Garanti Fonu olarak bilinen ve 14. 06. 2007 tarih, 5684 sayılı Sigortacılık Kanunu ile Güvence Hesabı adını alan bu kurum, yukarıda sıraladığımız poliçelerdeki teminatları yine mağdurlara tanımaktadır. Ancak bazı şartlarla; Şayet aracın zorunlu trafik poliçesi yok ise veya araç çalıntı ise ya da aracın poliçesini düzenleyen şirket iflas etmiş ise gibi. Ancak Güvence Hesabı yaptığı ödemeyi poliçe yaptırmayan araç sahibi veya sürücüye rücu ederek talep eder.

Trafikteki yaklaşık 15 milyon araç sahibinin yüzde 20 kadarı halen daha bilerek ya da bilmeyerek zorunlu trafik poliçesi yaptırmamakta, unutmakta, süresini geçirmektedir. Oysa sadece 200-300 TL ödeyerek birkaç yüz bin TL’lik tazminat tehlikesinden kurtulabilmek söz konusudur.

Son olarak bu taleplerin de bir zamanaşımı süresine tabi olduğunu belirtmekte fayda var. Mağdurların, hak kaybına uğramaması için taleplerini süresi içinde ilgili şirket veya kuruma iletmesini tavsiye ederiz.

Ülkemizde meydana gelen kazalardan dolayı geride kalan pek çok mağdur insanımızın eş ve çocukların oldukları bu haklardan habersiz bir şekilde mağduriyetlerinin devam ettiği bir gerçek. Kazalarda vefat eden kardeşlerimize Cenâb-ı Hak’dan rahmet, yaralılara şifa, geride kalan yakınlarına ise sabır ihsan etmesini duâ ediyoruz.

(Sorularınız için: 0 [212] 660 15 00) (E-Mail: [email protected] ) Av. ALİ OTAY İstanbul Barosu Sigorta Hukuku Komisyonu Yönetim Kurulu Üyesi

23.11.2010


KEMALİST AYDININ HURAFECİLİĞİ

DOĞRUYA ve sahih dine inanmayan, hurafelere inanır; fanteziler ve kurgulamalarla meşgul olur. Kemalist-ulusalcı aydın, bu sahada insanlık tarihinde birinciliğe oynayabilir. Bunların hurafelerinden en önde geleni de, 1923-38 arası Türkiye’de ekonomik mucize yaşandığı, yurdun demir ağlarla örüldüğü, eğitimin “10 yılda 10 milyon genç yaratacak” ölçüde şaha kalktığı, yolsuzluğun görülmediğidir. Oysa:

1856-1922 yılları arasında 8619 km demiryolu yapılmış. 1876’da 1538 km olan demiryolu ağımıza II. Abdülhamid döneminde 4982 km yeni yol eklenerek, % 324’lük bir artış kaydedilmiş. 1923-50 döneminde ise sınırlarımız içindeki 4086 km.lik demiryollarımıza sadece 3578 km ilâve edilerek, % 87,5’lik bir artış başarılabilmiş. Ya karayolları?

Kemalist aydın, hurafeleri uğruna gerçekleri çarpıtmakta da ustadır. Meselâ, Mustafa Kemal’in maaşı konusunda sadece o günkü rakamı (ortalama 13.000 TL) verir, ama onun bugünkü değerinden söz etmez. M. Kemal’in maaşının altın üzerinden 2006 yılındaki karşılığı 620.000 liradır. 2006 yılında Cumhurbaşkanı’nın maaşı ise 14.000 liraydı. Yani, ilk Cumhurbaşkanı, 2006’daki Cumhurbaşkanı’ndan altın üzerinden 24, TL üzerinden 44 kat fazla maaş almaktaydı. O dönemde Türkiye’nin şimdikinden en az 15 kat daha fakir olduğu hesaba katıldığında, ilk Cumhurbaşkanı, 2006 yılı itibariyle Cumhurbaşkanı’ndan reel olarak en az 350 kat fazla maaş alıyordu. Ve İsmail Cem’in Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi’nde M. Kemal’in servetinin dökümü, 4 sayfa tutmaktadır. Bu servet gibi, İş Bankası ve CHP servetinin de ana kaynağı, Abbas Hilmi Paşa’nın verdiğinin dışında, Hint Müslümanlarının Kurtuluş Savaşımız için gönderdiği 500.000 lira idi (bugün için 20 milyon dolar civarında).

Şeflik dönemleri ekonomik mucizesi için 3 net göstergemiz var: Köylü nüfusun şehirli nüfusa oranı, 1923-38 arası hiç değişmemiştir. M. Kemal’in has adamlarından A. Hamdi Başar, 1930’da şöyle demektedir: “Köylü, sırtına giyecek ve boğazına sokacak bir şey bulamıyor. Memleketi kalkınmaya götürebilecek bir manivela ise henüz keşfedilmedi.” Hürriyet gazetesinin yıllar önce yazdığına göre, Türkiye ekonomisi, 1927’de % 12,8; 1932’de % 10,6; 1935’te % 3; 1940’ta % 5; 1941’de % 10,3; 1943’te % 9,8; 1944’te % 5,1; 1945’te % 15,3; 1949’da % 5,5 küçülmüştür.

Eğitime gelince: 1895 yılında Türkiye sınırları içinde yaklaşık rakamlarla 25.800 ilkokul, 2 milyon ilkokul yaşında çocuk ve 1 milyon 200 bin öğrenci vardır; okuma oranı, % 60’tır. 1938’de ise 6.700 ilkokul, 2.335.000 ilkokul çağında çocuk ve 765.000 öğrenci vardır; okuma oranı % 33’tür. 1925-38 arasında Türkiye’de sadece 173 yeni ilkokul açılmıştır.

1895’te Türkiye toprakları içinde ortaokul ve lise sayısı 830, ortaöğretim çağındaki nüfus 2 milyon 550 bin, öğrenci sayısı 98.000, okuma oranı % 3,8’dir. 1938’de ise 208 ortaokul ve lise, 3 milyon küsur orta öğretim çağında nüfus, 95 bin küsur öğrenci vardır ve okuma oranı % 3,2’dir. Cumhuriyet, Abdülhamid döneminin eğitim seviyesine ancak 1950’lerde ulaşabilmiştir.

1914’e gelindiğinde tek üniversitemiz, 7 fakültesi ve 4.600 öğrencisi ile İstanbul Üniversitesi idi. 1938’de de yine tek üniversitemiz vardır; fakülte sayısı 8 olup, öğrenci sayısı 5.700 civarındadır.

Kemalist aydın, 1923-38 arasını neden altın çağ olarak görür? Çünkü İslâm, bütünüyle baskı altındadır ve 1934’e gelindiğinde Türkiye’de din eğitimi bitirilmiştir. Bir de, yer yer halk açlıktan ölür, pek çoğu sehpalarda can verir, jandarma dipçiği ve tahsildar baskısı altında inlerken, kaymak tabakasını kripto-ecnebilerin oluşturduğu asker-eşraf-tüccar-bürokrat koalisyonundan oluşan CHP ve Cumhuriyet “seçkin”leri, arsa spekülasyonculuğu, ihtikâr, tefecilik, müteahhitlik, komisyonculuk ve savaş şartları istismarıyla zenginleşmekte, halk çullar-çuvallar içinde iken Kalgurisi’den, Fegara’dan Paris modellerini kapışmakta, kuyruklu ceket, silindir şapka, klak, makferlanlarla balolarda danstan dansa ve kutlamadan kutlamaya koşmaktadır.

Ali Ünal Zaman, 22.11.2010

23.11.2010


1 TL yetecek mi?

TÜRK toplumu yardımseverdir.

Kendi sıkıntısı olsa bile yardıma muhtaç birisi varsa mutlaka el uzatır. Hatta sıkıntının illaki yakın çevresinde olması gerekmez.

Dünyanın en ücra köşelerine bile koşar.

En yakın örneğini bayramda gördük, yaşadık. Binlerce yardım gönüllüsü Güneydoğu’nun ücra köşelerinden Afrika içlerine, Asya’nın uzak bölgelerine yardım götürdü.

Yani bağış yapmak ve darda olana yardım etmek bizim genlerimizde var.

Fakat dün gazetelere yansıyan bir bağış ve yardım toplama hikâyesi vardı ki üzerinde ayrıca durmak şart oldu.

Aslında konu yeni değil.

Bir önceki Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, görevi devretmeden önce verdiği (ve bu yönüyle de tarihe geçtiği) saatler boyu süren röportajlarından birinde ‘sanık TSK personeli için yardımlaşma vakfı kuracaklarını’ söylemişti.

O zaman gündemde daha sıcak konular olduğu için çok tartışılmadı. Hatta bu sözlerin son dönemde birçok askerin tutuklanmasına neden olan operasyonlar sebebiyle ‘duygusal bir tepki’ olduğu düşünülmüştü.

Fakat dün ortaya çıkan belgeler gösterdi ki o sözler duygusal bir tepki değil kurumsal bir kararmış.

Kaçıranlar için özetleyelim:

Türk Silahlı Kuvvetleri, Ergenekon sanıkları başta olmak üzere muhtelif davalardan tutuklu ya da hükümlü personeli için yardım sandığı kurdu.

Üstelik emirle.

Yayınlanan emirde ‘Gönüllük esastır’ dense de ‘Her TSK mensubu sandığa üye sayılır’ denilerek mecburiyette kayda geçildi.

Gizli emirle tüm personele konunun öneminin anlatılması isteniyor. Herkesten 1 lira bağış(!) talep ediliyor.

TSK’nın 270 bin maaş ödenen personeli olduğu gerçeğini göz önüne alırsak ayda 270 bin yılda ise 3 milyon liranın üzerinde bir meblağ demektir.

Fakat burada asıl gündem toplanan paranın miktarı değil. Zihniyetin sorgulanması gerekli.

Çünkü emirde açıkça görüldüğü üzere TSK, operasyonları ve medyada son dönemde çıkan bazı haberleri ‘asimetrik psikolojik harekât’ olarak görüyor.

Yeni kurulan TSK Hukuki Yardım Sandığı, TSK personelinin adının karıştığı skandallarla ilgili haber yapan gazete ve gazetecileri de takip edip dava açma yetkisine sahip kılındı.

Bunun anlamı şu, Heron Skandalı’nı yazarsanız skandala adı karışanlar değil haberi yapan gazeteler, gazeteciler yargılanacak.

Gelinen noktada ‘kitabın ortası’ndan konuşursak...

Böyle bir hareketi kimseye ‘mesleki ve sınıfsal dayanışma’ olarak kabul ettiremezsiniz.

Çünkü gerek Ergenekon gerekse de Fuhuş Çetesi gibi soruşturmalarda tutuklananlar TSK mensubu olduğu için ya da terörle mücadele ettikleri için cezaevinde değiller.

Haklarında vahim iddialar var. Özellikle son Fuhuş Çetesi operasyonunda olduğu gibi ülke güvenliğini bile tehdit edecek skandallar serisi mevcut.

Doğrudur, karar kesinleşmeden kimse suçlu ilan edilemez. Ama suçsuz da ilan edilemez.

Eğer komuta kademesi olarak içinizdeki çürük elmaları ayıklamaz, ayıklanmasına yardımcı olmaz üstüne de illegal işlere karışanlara ‘kurumsal bir sahip çıkma’ görüntüsü verirseniz toplumdaki algılaması çok farklı olacaktır.

270 bin kişiden bağış toplamak için yardım sandığı kuracağınıza ‘Hukuksuz hiçbir adım atılmayacaktır’ şeklinde bir emir yayınlasanız daha kolay olur.

Suça bulaşanları anında alıp kenara koysanız böyle bir yardım seferberliğine de ihtiyacınız kalmaz.

Yapılması gereken basit.

Komuta kademesinin tutuklu sanıklarla yardımlaşma vakfı kurmak yerine TSK’yı tartışmaların odağından çıkarması gerekir.

Onun yöntemi de basit.

Amerika’yı yeniden keşfe de gerek yok. Kanunların suç saydığı şeyleri yapmaz, hasbelkader yapanları da korumaz, çürük elmaları ayıklarsanız kimse size yan gözle bakamaz.

Bunca olumsuz örneğe rağmen hâlâ “Ergenekon fasa fiso, hiçbir personelimiz bu işlerin içinde olmaz, Fuhuş Çetesi’nin sattığı çok gizli belgeler önemsiz, Heron Skandalı yok, bütün istihbarata rağmen karakolların baskın yemesi de izah edilebilir” diyorsanız muhtemelen toplayacağınız bağış miktarı yetmeyecektir.

Çünkü toplumsal dinamikler, özgürlük-değişim talepleri çok güçlü.

Artık hiçbir şeyin üzerini örtmek mümkün değil.

Adem Yavuz Arslan Bugün, 22.11.2010

23.11.2010

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Son Dakika Haberleri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.