olan zat-ı Vacibü’l-Vücud’a müteveccih, zerrattan seyya-
        
        
          rata kadar mahlûkatın ubudiyetlerinden ne noksan gelir?
        
        
          El cevap
        
        
          : Şu kâinatın Hâlık-ı Hakîm’i, kâinatı bir ağaç
        
        
          hükmünde halk edip, en mükemmel meyvesini zîşuur, ve
        
        
          zîşuurun içinde en cami’ meyvesini insan yapmıştır. Ve
        
        
          insanın en ehemmiyetli, belki insanın netice-i hilkati ve
        
        
          gaye-i fıtratı ve semere-i hayatı olan şükür ve ibadeti, o
        
        
          Hâkim-i Mutlak ve Amir-i Müstakil, kendini sevdirmek ve
        
        
          tanıttırmak için kâinatı halk eden o Vahid-i ehad, bütün
        
        
          kâinatın meyvesi olan insanı ve insanın en yüksek mey-
        
        
          vesi olan şükür ve ibadetini başka ellere verir mi? Bütün
        
        
          bütün hikmetine zıt olarak, netice-i hilkati ve semere-i kâ-
        
        
          inatı abes eder mi? Hâşâ ve kellâ! Hem hikmetini ve ru-
        
        
          bubiyetini inkâr ettirecek bir tarzda, mahlûkatın ibadetle-
        
        
          rini başkalara vermeye rıza gösterir mi? Hiç müsaade
        
        
          eder mi? Ve hem hadsiz bir derecede kendini sevdirme-
        
        
          yi ve tanıttırmayı ef’aliyle gösterdiği hâlde, en mükemmel
        
        
          mahlûkatının şükür ve minnettarlıklarını, tahabbüp ve
        
        
          ubudiyetlerini başka esbaba vermekle kendini unutturup,
        
        
          kâinattaki makasıd-ı âliyesini inkâr ettirir mi? ey tabiat-
        
        
          perestlikten vazgeçen arkadaş, haydi sen söyle!
        
        
          o diyor: “elhamdülillâh, bu iki şüphem hallolmakla
        
        
          beraber, vahdaniyet-i İlâhiyeye dair ve Ma’bud-ı Bilhak
        
        
          o olduğuna ve ondan başkaları ibadete lâyık olmadığı-
        
        
          na o kadar parlak ve kuvvetli iki delil gösterdin ki, onla-
        
        
          rı inkâr etmek, güneşi ve gündüzü inkâr etmek gibi bir
        
        
          mükâberedir.”
        
        
          
            AsA-yı MûsA
          
        
        
          
            ü
          
        
        
          
            çüncü
          
        
        
          
            H
          
        
        
          
            üccet
          
        
        
          
            -
          
        
        
          
            i
          
        
        
          
            i
          
        
        
          
            ManiYe
          
        
        
          
            | 267 |
          
        
        
          23. lem’a / TaBiaT risalesi
        
        
          olmak.
        
        
          
            Ma’bud-ı Bilhak:
          
        
        
          “asıl ibadet edi-
        
        
          lecek, hakkıyla ibadete lâyık olan”
        
        
          anlamında Allah’ın bir sıfâtı.
        
        
          
            mahlûkat:
          
        
        
          Allah tarafından yaratı-
        
        
          lan, var olan her şey.
        
        
          
            makasıd-ı âliye:
          
        
        
          yüce gayeler,
        
        
          yüksek maksatlar.
        
        
          
            minnettarlık:
          
        
        
          iyilik yapan birisine
        
        
          teşekkür duygusu içinde olmak.
        
        
          
            mükâbere:
          
        
        
          gerçeği bildiği hâlde
        
        
          büyüklük taslayarak kabul etme-
        
        
          mek.
        
        
          
            mükemmel:
          
        
        
          olgun, kusursuz, tam.
        
        
          
            müsaade etmek:
          
        
        
          izin vermek.
        
        
          
            müteveccih:
          
        
        
          teveccüh eden, yö-
        
        
          nelen.
        
        
          
            netice-i hilkat:
          
        
        
          insanın ve varlıkla-
        
        
          rın yaratılış, neticesi, amacı.
        
        
          
            netice-i hilkat:
          
        
        
          yaratılışın, yaratıl-
        
        
          manın neticesi, amacı.
        
        
          
            noksan:
          
        
        
          eksiklik, kusur.
        
        
          
            rıza göstermek:
          
        
        
          razı olmak, ona-
        
        
          mak, uygun bulmak.
        
        
          
            rububiyet:
          
        
        
          rablık, Allah’ın bütün
        
        
          varlık âlemlerin kuşatan egemen-
        
        
          liği, yaratıcılığı, idare ve terbiye et-
        
        
          mesi.
        
        
          
            semere-i hayat:
          
        
        
          hayatın netice ve
        
        
          faydaları.
        
        
          
            semere-i kâinat:
          
        
        
          kâinatın meyve-
        
        
          si, neticesi.
        
        
          
            seyyarat:
          
        
        
          gezegenler.
        
        
          
            şükür:
          
        
        
          nimet ve iyiliğin sahibini ta-
        
        
          nıma ve ona karşı minnet duyma.
        
        
          
            tabiatperest:
          
        
        
          kâinattaki varlıkların
        
        
          ve olayların faili olarak tabiatı ka-
        
        
          bul eden, Allah’a inanmayan, tabi-
        
        
          atçı.
        
        
          
            tahabbüp:
          
        
        
          sevgi gösterme, mu-
        
        
          habbet etme.
        
        
          
            tarz:
          
        
        
          biçim, şekil.
        
        
          
            ubudiyet:
          
        
        
          kulluk.
        
        
          
            vahdaniyet-i İlâhîye:
          
        
        
          İlâhî birlik,
        
        
          Allah’ın bir, tek olması.
        
        
          
            Vahid-i Ehad:
          
        
        
          bir olan ve birliği
        
        
          her bir şeyde tecelli eden, görü-
        
        
          nen Allah (c.c.).
        
        
          
            Zat-ı Vacibü’l-Vücud:
          
        
        
          varlığı mut-
        
        
          laka gerekli olan, var olmak için
        
        
          hiç bir sebebe muhtaç olmayan
        
        
          zat, Allah.
        
        
          
            zerrat:
          
        
        
          zerreler, atomlar.
        
        
          
            zîşuur:
          
        
        
          şuurlu, bilinç sahibi.
        
        
          
            abes:
          
        
        
          boş, saçma, lüzumsuz
        
        
          ve gayesiz iş.
        
        
          
            Amir-i Müstakil:
          
        
        
          bağımsız,
        
        
          tek başına hareket eden, hiç
        
        
          bir ortağı olmayan amir, idare-
        
        
          ci.
        
        
          
            cami:
          
        
        
          ihtiva eden, kapsamlı.
        
        
          
            dair:
          
        
        
          ait, ilgili.
        
        
          
            delil:
          
        
        
          bir meseleyi ispata yara-
        
        
          yan şey, kanıt, bürhan.
        
        
          
            ef’al:
          
        
        
          fiiller, işler, hareketler.
        
        
          
            ehemmiyet:
          
        
        
          önem.
        
        
          
            elhamdülillâh:
          
        
        
          hamd ve şükür
        
        
          sadece Allah’a mahsustur.
        
        
          
            esbap:
          
        
        
          nedenler, sebepler.
        
        
          
            gaye-i fıtrat:
          
        
        
          yaratılışın gayesi,
        
        
          maksadı.
        
        
          
            hadsiz:
          
        
        
          sınırsız, sonsuz.
        
        
          
            Hâkim-i Mutlak:
          
        
        
          hiçbir şekil-
        
        
          de hâkimiyetine sınır konma-
        
        
          yan tam hüküm sahibi; kayıt-
        
        
          sız şartsız her şeye hükmeden,
        
        
          Allah.
        
        
          
            Hâlık-ı Hakîm:
          
        
        
          her varlığı belli
        
        
          bir gaye ve faydalara yönelik
        
        
          olarak yaratan Allah.
        
        
          
            halk eden:
          
        
        
          yaratan.
        
        
          
            halk etmek:
          
        
        
          yaratmak.
        
        
          
            hallolmak:
          
        
        
          çözümlenmek.
        
        
          
            hâşâ:
          
        
        
          asla, kesinlikle.
        
        
          
            hikmet:
          
        
        
          İlâhî gaye, fayda,
        
        
          maksat, ilim.
        
        
          
            hükmünde:
          
        
        
          değerinde ve ye-
        
        
          rinde olarak.
        
        
          
            ibadet:
          
        
        
          Allah’a karşı kulluk va-
        
        
          zifesini yapmak.
        
        
          
            inkâr:
          
        
        
          kabul ve tasdik etme-
        
        
          me, inanmama.
        
        
          
            kâinat:
          
        
        
          bütün âlemler, varlık-
        
        
          lar, evren.
        
        
          
            kellâ:
          
        
        
          hiç bir zaman, asla.
        
        
          
            lâyık olmak:
          
        
        
          uygun ve yakışır