Mektubat - page 398

evet, o kadîr-i zülcelâl, her şeyde, külliyatta ve cüz’i-
yatta, yıldızlarda ve zerrelerde birer sikke-i vahdet koy-
muştur ki, ona şahadet eder; ve birer mühr-i vahdaniyet
basmıştır ki, ona delâlet eder. Şu hakikat-i uzma, Yirmi
İkinci sözde ve otuz İkinci sözde ve otuz üçüncü Mek-
tubun otuz üç adet penceresinde gayet parlak ve kat’î bir
surette izah ve ispat edildiğinden, onlara havale edip sö-
zü keser, burada hatime veririz.
BEŞİNCİ KELİME
o
ór
ªn
?r
G o
¬ n
d
Yani, bütün mevcudatta sebeb-i medih ve se-
na olan kemalât onundur. öyle ise, hamd dahi ona aittir.
ezelden ebede kadar her kimden her kime karşı gelen ve
gelecek methüsena ona aittir. Çünkü, sebeb-i medih olan
nimet ve ihsan ve kemal ve cemal ve medar-ı hamd olan
her şey onundur, ona aittir. evet, ayat-ı kur’âniyenin
işaratıyla, bütün mevcudattan daimî bir surette dergâh-ı
İlâhiyeye giden bir ubudiyettir, bir tesbihtir, bir secdedir,
bir duadır ve bir hamdüsenadır ki, daimî o dergâha
gidiyor.
Şu hakikat-i tevhidi ispat eden bir bürhan-ı azama şöy-
le işaret ederiz ki:
Şu kâinata baktığımız vakit, bağistan şeklinde, sakfı ul-
vî yıldızlarla yaldızlanmış, zemini ziynetli mevcudatla şen-
lenmiş surette görünüyor. İşte şu bağistandaki muntazam
nuranî ecram-ı ulviye ve hikmetli ve ziynetli mevcudat-ı
süfliye, umumen her biri, lisan-ı mahsusuyla derler
ayat-ı kur’âniye:
Kur’ân’ın ayet-
leri.
bağistan:
bağ, bahçe.
bürhan-ı azam:
en büyük delil.
cemal:
güzellik.
cüz’iyat:
bir bütünün yapı taşları;
küçük parçalar.
daimî:
sürekli, devamlı.
delâlet etme:
delil olma, göster-
me.
dergâh:
büyük bir huzura girile-
cek kapı, kapı önü; makam.
dergâh-ı İlâhiye:
Cenab-ı Hakkın
dergâhı, kapısı, katı.
ebed:
sonu olmayan gelecek za-
man, sonsuzluk.
ecram-ı ulviye:
büyük gök cisim-
leri, yıldızlar ve gezegenler.
ezel:
başlangıcı olmayan geçmiş
zaman, öncesizlik.
gayet:
son derece.
hakikat-i tevhid:
Allah’ın bir ve
tek olduğu ve ondan başka İlâh
olmadığı gerçeği.
hakikat-i uzma:
en büyük haki-
kat, gerçek.
hamd:
methetme, övme; kulların
Allah’a karşı olan memnuniyetle-
rini onu överek ve şükrederek bil-
dirmesi.
hamdüsena:
şükür ve övgü.
hatime:
son.
havale etme:
bırakma, bir işi ve-
ya bir şeyi başka birine bırakma.
hikmet:
her şeyin belirli gayelere
yönelik olarak, manalı, faydalı ve
tam yerli yerinde olması.
ihsan:
lütuf, bağış, yardım iyilik
etme, bağışlama, ikram etme.
ispat:
delil ve şahit göstererek
doğruyu ortaya koyma.
işarat:
işaretler.
izah etme:
açıklama.
kadîr-i Zülcelâl:
sonsuz büyük-
lük, haşmet, izzet ve kudret sahi-
bi, Allah.
kâinat:
bütün âlemler, varlıklar.
kat’î:
kesin, şüphesiz.
kemal:
kusursuz, tam ve mükem-
mel olma; mükemmellik.
kemalât:
mükemmellikler, kusur-
suzluklar.
külliyat:
bütünler, parçalardan, bi-
rim elemanlardan meydana ge-
Y
irminci
m
ekTup
| 398 | Mektubat
lenler; büyük cisimler.
lisan-ı mahsus:
kendisine ait
dil, kendine ait tarz.
medar-ı hamd:
şükür sebebi.
methüsena:
methedip övme.
mevcudat:
yaratılmış şeyle-
rin tamamı, varlıklar.
mevcudat-ı süfliye:
küçük
varlıklar.
muntazam:
intizamlı, düzgün,
düzenli.
mühr-i vahdaniyet:
Cenab-ı
Hakkın birliğini gösteren mü-
hür, özellik, işaret.
nimet:
iyilik, ihsan, Allah’ın ba-
ğışladığı maddî ve manevî lü-
tuf ve ikramlar.
nuranî:
nurlu.
sakf:
tavan, çatı, dam.
sebeb-i medih ve sena:
met-
hedip övme sebebi.
sebeb-i medih:
övme sebebi.
sikke-i vahdet:
Allah’ın birli-
ğini gösteren kendi zatına has
sikke, mühür, işaret.
suret:
şekil, biçim, tarz.
şahadet:
şahitlik, tanıklık.
şen:
sevinçli, neşeli.
tesbih:
Allah’ı bütün kusur ve
noksanlardan uzak tutma, Ce-
nab-ı Hakkı şanına lâyık ifa-
delerle anma.
ubudiyet:
kulluk.
ulvî:
yüksek, yüce.
umumen:
bütün, hep; genel-
likle.
yaldız:
eşyaya altın veya gü-
müş görüntüsü vermek için
kullanılan sıvı veya yaprak du-
rumundaki altın, gümüş ve
bunların taklidi olan madde.
zemin:
yer.
zerre:
maddenin en küçük
parçası, atom.
ziynet:
süs.
1...,388,389,390,391,392,393,394,395,396,397 399,400,401,402,403,404,405,406,407,408,...1086
Powered by FlippingBook