Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 18 Ağustos 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Görüş

Eğer, “Devlet malı deniz, yemeyen domuz” ise, yiyenler acaba melek mi?

Daha 6 ay kadar önce ataması yapılan ve şimdiye kadar çalıştığı yerlerde ürettiği hiçbir hizmetten bahsedilmeyen bir vali, Ağustos ayının başında Bodrum’a tatile gitmiş. Devlete (İl Özel İdaresi’ne) satın aldırdığı son model Mercedes marka makam otosuyla tatile giden vali, memleketi olan Kahramanmaraş’a da uğramış. Kullandığı toplam 3150 km.’lik yolda, bu arada son model aracın benzin parasını da ayrıca devlete ödetmiş.

237 numaralı Taşıt Kanunu, makam araçları dahil, devlete ait bütün araçların sadece resmî işlerde kullanılacağına hükmetmiştir. 1950-60 yılları arasında bu konuda bazı suiistimaller olduğu dedikoduları yayılınca, 27 Mayıs 1960 askerî hareketinden hemen sonra, devlete ait bütün araçların kapılarının üstüne “Resmî hizmete mahsustur” ibaresinin yazıldığı, henüz hatırlardan silinmemiştir.

Ne var ki, bütün kanunlarda olduğu gibi, Taşıt Kanunu’nda da zamanla bazı değişiklikler yapılarak, o ibare kaldırıldı. Bu araçlara, “resmî araç” anlamında siyah plakalar takılmakla iktifa edildi. Bu arada, valilerin bazı özel tasarruflarına göz yummak amacıyla, onlara biraz daha serbestlik getirildi. Ancak, 1970’li yıllarda başbakanlık yapan Bülent Ecevit, bir genelge ile bu serbestliği ortadan kaldırdı ve valilerin de, makam araçlarını sadece resmî işlerde kullanabileceklerini duyurdu. Bu genelge, daha sonra kaldırılmadığı için, hâlen yürürlüktedir.

Bu valinin, yaptığının yanlış olduğunu söyleyen gazetecilere ilk tepki olarak, “Valiye bu yakışır” demesi, kendisinden önceki valileri “zan” altında bıraktığı gibi, kendisinin de işlediği suçu kabul ve itiraf etmesi anlamını taşır. Vali böylece, hukuku da, ahlâkı da, kendisine duyulan güveni de devre dışı bırakmıştır.

İlginçtir ki, l963-65 yılları arasında görev yaptığım Ordu’da, o tarihte Gümüşhane Valisi iken, Ordu Valisi olarak atanan ve eski İstanbul Valisi Vefa Poyraz’ın kardeşi olan Sefa Poyraz’ın başından da böyle bir olay geçmişti. Ne cesaret ise, vali hem ayrıldığı, hem de atandığı ilden, yani iki defa yol harcırahı almıştı. Olay, basına yansıyınca o zaman Başbakan olan İsmet İnönü’nün emriyle vali hemen merkeze alınmış ve bir daha da vali yapılmamıştı.

Başbakan Erdoğan’ın kamu mallarının ve haklarının korunmasındaki duyarlılığı, İsmet Paşa’dan her halde az değildir.

Şimdiki vali de, eğer “ahbap-çavuş” ilişkileriyle o göreve atanmamışsa, her halde hakkında gereği yapılır. Bu durum hem diğer valilere, hem de kamu görevlilerine iyi bir örnek olur.

Öte yandan, bu vali gibi düşünmeyen ve hareket etmeyen diğer valilerden biri olan Manisa Valisi ise, “Ben sokakta bulduğum bir iğneyi bile, bir gün lâzım olur diye yakama takarım. Devletin malını ise, yemek bir yana, kendi malım gibi korurum” diyor. Bir valinin, kamu malları hakkındaki düşüncesi ve duyarlılığı, işte böyle olmalıdır.

KAMU MALINI YEMEK HEM HARAM,

HEM DE AHLÂK DIŞIDIR

Bu devlete, eğitimin her alanında tam 34 yıl hizmet ettim. Yetkili ve sorumlu mevkilerde bulundum. İstanbul Millî Eğitim Müdürlüğü’nde görev yaptığım 21 yıl içinde tahsis edilen araçları, hakkım olduğu halde, kullanmayıp, çok defa otobüs ve vapurla evime gidip, geldim. Adıma tahsis edilen ve bütün masrafları daire tarafından karşılanan Ataköy’deki lüks bir “lojman”a ise, hiç taşınmadım, onu bir gün dahi kullanmadım ve kendi evimde oturdum.

Ama, başka meslektaşlarım benim gibi düşünmüyordu. Ayrıldıktan sonra yerime vekâleten atanan halefim, bu görevde 3 ay bile kalmadığı ve kalmayacağını da bildiği halde, eşyaları yeni ve çok temiz olan bu lojmanı yeniden tefriş ettirdi. Yoksul öğrencilere yardım olarak okullardan toplanan paralardan, 1995 yılının para değeri ile bu iş için tam 500 milyon lira harcattı. Bunu haber alınca, “‘Devlet malı deniz, yemeyen domuz’ sözü, her halde bunun için söylenmiş olmalı” demekten kendimi alamadım.

İyi, ama yemeyenler “domuz” olduğuna göre(!), yiyenler acaba “melek” miydi?

Aslında, sadece kendi teşkilâtımdan ve bunun gibi daha pek çok örnek vermem mümkündür. Meselâ, selefim olan Millî Eğitim Müdürlerinden biri, Beyoğlu Öğretmenevi’nin müsteciri ile işbirliği yaparak, Öğretmenevi’ne ait olup, 1990 ve 1991 yılının para değeri ile tam “357 milyon lira”yı zimmetine geçirmiş, bu durum müfettişlerce belgelenmişti. Ama, bu kişi bu olaydan 2 yıl sonra, Millî Eğitim Bakanlığı’nda çok önemli bir birimin başına getirildi ve genel müdür yapıldı. Şâyân-ı hayrettir ki, Bakanlık tayin ettiği ve yanında çalıştırdığı Genel Müdüre, “Bu parayı öde” demek yerine, İstanbul Millî Eğitim Müdürü iken bana bir yazı yazarak, “Bu parayı, bu kişiden sen tahsil et” deyiverdi. Ben de yazıyı geri çevirince, çeşitli “katakulli”ler çevrilip, “zaman aşımı” da kullanılarak, para tahsil edilemedi ve devletin parası yiyenin yanına “kâr” kaldı.

Örnekler bununla sınırlı değil tabiî. Alın size bir örnek daha. 1994 yılının ekonomik krizinde, 5 Nisan günü hükümetçe yeni kararlar alınıp, kamuda tasarrufa gidilince, makam sahiplerinin dışındaki herkesin altındaki arabalar alınmıştı. Bu arada, makam sahibi sayılmayan ve verilen araçları şahsî işlerinde kullanan İstanbul’daki müfettişlerin arabalarını da almam için Başbakanlıktan ve Bakanlıktan emir almış ve bu emri uygulamıştım. Kıyameti koparan müfettişlere, bu defa yazılı olmayan özel bir emirle ve alınan karara aykırı olarak, araçları geri verildi. Bunun üzerine, araçlarını ellerinden aldığım bu müfettişler, devletin malını ve parasını koruyan ve emirlere uyan benim hakkımda tahkikat yürüttüler.

Unutulmamalıdır ki, kamu mallarında ve parasında herkesin hakkı vardır. “Tüyü bitmemiş yetim hakkı” sözü, işte hep kamu mallarının korunması, israf ve zimmet edilmemesi için söylenmektedir. Şimdi bana kırılanlar olsa da, bir gerçeği söylemek bu yazımın özeti olacaktır. O da, şudur: Ülkemizde ne yazık ki, kamu malları, kimi kamu yetkilileri tarafından (istisnaları saklı tutarsak) hiç de iyi korunmuyor ve iyi kullanılmıyor. Devletin her kademesinde israf, son derece yaygın olduğu gibi, bu malları sözkonusu vali gibi hizmet için değil de, keyfi için kullananların sayısı ne yazık ki pek çok.

Ancak, bizim ülkemizin bir gerçeği var. Yolsuzluğun yoğun olduğu görevlerde oluşan bu ortamlara ayak uydurmak, namuslu insanlar için asla mümkün olamıyor. Ve onlar, uzun süre bu görevlerde kalamıyorlar. Çünkü, namuslu insanlar, namussuzlar kadar cesur olamıyorlar. Namuslu insanların “vicdan”ı, bu ahlâksızlığı yapmaları için onlara zaten, izin ve cesaret de vermiyor.

Bir ayağı “ahlâk” üzerine oturan yüce dinimize göre, kamu mallarını ve haklarını yemek hem “haram”, hem de “ahlâk dışı” bir davranıştır. Ancak, inancı zayıf olan bazı nefisler için, haram da, ahlâk dışılık da hiçbir anlam ifade etmiyor.

Hangi mevkide olursa olsun, bu durum bazı kişilerde bir “karakter zafiyeti” (kişilik zayıflığı), bazı kişilerde ise bir “karakter zaafiyeti” (kişinin menfaatine düşkünlüğü) olarak görülüyor. Her iki durum da, o kişide sağlam bir kişiliğin oluşmadığını göstermeye yetiyor.

Sözkonusu valiyi örnek almaktaki amacım, hiç de tanımadığım valiyi asla “hedef” yapmak değildir. Çünkü, bu memleketteki yolsuzluk batağında sadece o yüzmüyor. Yüzmesini bilenlere, bu batak adeta “plaj” olmuş. Ben, dürüst, cesur ve namuslu yöneticilerin kararlı tutumlarıyla, bir gün bu batağın mutlaka kurutulacağına inanıyorum.

Yıllardan beri ülkemizin gündeminden hiç düşmeyen yolsuzluklarla mücadelede, atılgan ve örnek olmaları gereken valilerin ise, sözkonusu vali gibi olmadıklarını ve onun gibi düşünmediklerini umut ve temennî ediyorum.

Naci AKAY / E.) İstanbul Millî Eğitim Müdü

18.08.2006


Bıçak kemiğe dayandığında...

Günlerdir izliyoruz, dinliyoruz, okuyoruz ve konuşuyoruz. Onlarca fikir üretiyoruz, çözüm yolları sunuyoruz, yorum yapıyoruz. Ve İsrail’e lânet ediyoruz… Dünya’nın gözü önünde bir İslâm ülkesi daha yanıyor. Lübnanlı çocuklar öldürülüyor, anneler çırpınıyor ve ağlıyor… Genç, ihtiyar, çocuk fark etmeksizin masum siviller can veriyor. İşin en korkunç yanı ise bebekler katlediliyor. Lâkin Dünya yine üç maymunu oynuyor ve umursamazlığını sürdürüyor. Kanla beslenen ve hâlâ doymayan İsrail pervasızca bildiğini yapmaya devam ediyor. Filistin’den sonra şimdi de Lübnan yanıyor, Lübnan ölüyor, Lübnan ağlıyor…

Herkesin ağzında ise, aynı cümle: “Uluslar arası toplum göreve!” Bu ifade Batı’nın zulme seyirci kaldığının ve bu taraftan da İslâm ülkelerinin zayıflığının bir göstergesi aslında… Gerçekten de insanlığın gözü önünde top taca atıldı, işgale göz yumuldu ve BM fonksiyonelliğini yitirdiğini bir kez daha ispatladı.

“Beşer zulmeder, kader adalet eder” düsturunu da atlamamak lâzım. Millî devletler kurmanın, menfî milliyetçiliğe esir olmanın, “İhtilâfa düşmeyin; sonra cesaretiniz kırılır, kuvvetiniz elden gider”1 âyetine aldırış etmemenin tokadını yiyoruz. Milliyetçilik akımı için “Fikr-i milliyet şu asırda çok ileri gitmiş. Hususan dessas Avrupa zalimleri, bunu İslâmlar içinde menfî bir sûrette uyandırıyorlar, tâ ki parçalayıp onları yutsunlar”2 diyerek, müsbet milliyetçiliği savunan Bediüzzaman’ın ne kadar haklı olduğunu bir kez daha anlıyoruz. Çeçenistan, Afganistan, Irak, D. Türkistan, Filistin derken bugün de Lübnan işgal ediliyor, zulüm görüyor…

Evet! Şunu unutmayalım ki, bizler sağır olduk, duymaz olduk; kör olduk, görmez olduk. Kendimiz için istediğimizi kardeşimiz için istemez olduk. Kur’ân’a sırtımızı döndük ve bu karanlığın içine düştük. Şairin de dediği gibi: “On binlerce telefon direklerine ve tellerine rağmen birbirimizi unuttuk ve birbirimizden koptuk…”

Babaları belirsiz askerler, Iraklı babaları öldürüyor. Grozni’de bacılarımız kirletiliyor. Filistin’de anneler kan ağlıyor. Lübnan’da emzikli bebekler çıkıyor, apartman yığınlarının altından… Bunları tekrar tekrar söylemenin ne faydası var değil mi? “Biliyoruz zaten” diye geçiriyoruz içimizden. Biliyoruz ama çabuk unutuyoruz. Kendimizi, ailemizi oradaki Müslümanların yerine koymuyoruz, koymak da istemiyoruz. Ve belki de en önemlisi; “Dünya zulme seyirci kalıyor” diyoruz ama şu soruyu sormuyoruz: “Peki biz nerede yaşıyoruz?”

Bir şeyler yapmadan oturmayı ne kadar da kolay kabullenmişiz. Bütün tepkilerimiz zihnimizde başlayıp, zihnimizde bitiyor, dile ve fiile uğramadan. Meselâ; gerçekten her gün duâlarımızda Lübnan’ı, Filistin’i ve diğer İslâm ülkelerini zikrediyor muyuz? Yoksa ev, araba, tarla, tapan ile mi dolu duâlarımız? Herkese ve her şeye harcama yapmayı bilirken, günde kaç kıyafet değiştirdiğimizi bilmezken; ne kadar da cimriyiz Filistin’e ve Lübnan’a yardımda... Abdest alıp, Kur’ân okuyup mazlûmlara göndermek, çok mu zor geliyor nefislerimize? Allah korusun, farkında olmaksızın bunları küçümsüyor muyuz? Yazla birlikte düğünden düğüne koşarken, kanaldan kanala zıplarken; Arap bir annenin feryadını duyabiliyor muyuz, Kana’daki bir bebeğin “ıngaa”larını işitebiliyor muyuz? Sazcının sesi mi çok baskın, TV’nin hoparlörü mü?

Artık kendimizi hesaba çekme vaktidir. Âlem-i İslâm’a hem maddî, hem manevî destek zamanıdır. İsrail tanklarına karşı korkusuzca taş atan Filistinli çocukları unutmayalım. Kendi çocuğumuzu, Siyonist tanklarının önünde düşünelim. Gözü yaşlı anaları, şehit olan bebeğine sarılıp, onu öpüp koklayan babaları unutmayalım. Kendimizi onların yerine koyalım. “Utanın!” haykırışlarıyla bizlere seslenen Filistinli kızın sesi kulağımızdan gitmesin. “Beş yüz senedir yattığınız yeter! Artık Kur’ân’ın sabahında uyanınız. Yoksa Kur’ân-ı Kerim’in güneşinden gözlerinizi kapatarak, gaflet sahrasında yatmakla vahşet ve gaflet sizi yağma edip, paramparça edecektir”3 diyen Bediüzzaman’a kulak verelim.

Ve ey zalim İsrail! Bebek kanıyla beslenen devlet! Gün gelir, devran döner elbet! Her gecenin bir sabahı, her kışın bir baharı vardır elbet! Ateş odunsuz, Cehennem zalimsiz olmaz elbet! Ağaçlar da dile gelir elbet! “Men dakka dukka” Siyonistleri de bulur elbet!

Karanlık en koyu olsun ki, şafak söksün. Âlem-i İslâm’ın güneşi tulû etsin. Biliyoruz ve tarih-i beşerden görüyoruz ki: Bıçak kemiğe dayandığında, karanlıklar dağılmaya ve zulmet perdesi yırtılmaya başlayacaktır. Siyonistler istese de, istemese de…

Dipnotlar:

1- Enfâl Sûresi: 8:46.

2- Mektûbât, s. 310

3- Tarihçe-i Hayat, s. 141

Said ÇEŞİTCİOĞLU

18.08.2006


Türkiye kararmadan

Türkiye Elektrik İletim A.Ş (TEİAŞ) tarafından hazırlanan, “elektrik enerjisi 10 yıllık üretim kapasite projeksiyonu” raporunda, elektrik arzında bugün yaşanan problemlerin gelecekte yaşanabilecek büyük problemlerin habercisi olduğu vurgulanıyor. Raporda, yalnızca işletmede olan santraller göz önüne alındığında bu yıl yüzde 15 düzeyinde olan güvenilir üretim yedeğinin 2008”de negatif değere yani yüzde - 0.3”e ineceği belirtildi. Raporda, düşüşün devam ederek 2015”te yüzde - 41”e gerileyebileceğine işaret ediliyor. Rapor, inşa halindeki 3 bin 752 meagavat, lisans almış 3 bin 350 megavat ve mevcut kurulu güce rağmen, 2009 yılından itibaren oluşacak elektrik ihtiyacının karşılanamayacağına da dikkat çekiyor. (Yeni Şafak 08.08.2006)

TEİAŞ raporunda, doğalgaz miktarının arttırılamaması, hidroelektrik santrallerinin zamanında devreye alınamaması gibi sebeblerle açığın 2009”dan önce de ortaya çıkabileceği uyarısı yer aldı. Türkiye’de sular akıyor biz bakıyoruz. 1980 yılından bu yana enerji politikamızda bu gerçeği yaşıyoruz. Sular akıyor, biz bakıyoruz… 1970’lede toplam elektrik enerjisi üretiminde hidrolik santrallerin payı yüzde 35,2’ iken bugün yüzde 25,1’ düşmüştür. Çünkü ülkemizin dört bir yanındaki nehirleri kendi hallerine bırakıp, topraklarımızdan çıkmayan doğalgaza bel bağladık. Doğalgaza dayalı elektrik santrallerini teşvik ettik. Şimdi doğalgaza dayalı üretim yapan firmalar şalterleri indirince karanlıkta kalıyoruz.

Demokrat Parti döneminde yapılan en büyük yatırımlardan biri Hirfanlı Barajı’dır. Kırşehir ve Şereflikoçhisar arasında, Kızılırmak üzerinde yapımına 1953 yılında başlanan ve 1959 yılında açılışı yapılan Hirfanlı Barajı için Adnan Menderes’e yapılan hücumları bugün çok az kişi hatırlar. “Ona buna iş çıkarmak için baraj yaptılar. Bu barajdan üretilecek elektriğe ülkenin ihtiyacı yok. Elektriği, tel bağlayarak toprağa vereceklermiş...” denildi. İstanbul’da Vatan caddesini yaparken de, “ne gerek var uçak mı indirilecek bu caddeye” denmişti. Ama o basiretli bir politikacıydı. İleriyi görüyordu. (Geniş bilgi, Demokrat Partinin İktisat Politikası, 1950-1954, Master Tezi, Mehmet Abidin Kartal)

Baraj inşa etmek çok pahalı ve çok zaman alan bir yatırımdır. Baraj sadece elektrik enerjisi elde etmek için inşa edilmez. Bu ülkede toprakların sulanması, topraktan ekmek kazananların refahının arttırılması için de baraj önemlidir. Dicle üzerinde inşa edilecek Ilısu Barajı gövde hacmi bakımından ülkenin 2’nci büyük barajı olacak. Elektrik üretim gücü bakımından Atatürk, Karakaya ve Keban barajlarından sonra ülkenin 4’üncü büyük elektrik üretim merkezi olacak. 135 metre yükseklikte, 1820 metre uzunluktaki setin arkasında 11 milyar metreküp su birikecek. Temeli 5 Ağustos 2006’da Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından atılan Ilısu barajı ile elektrik enerjisi üretilirken, 10 bin kişiye istihdam sağlanacak ve Nusaybin, Cizre, İdil, Silopi ovalarında 121 bin hektar arazi sulanacak. Bu topraklarda sulu tarım yapılacaktır.

Türkiye’nin kararmaması, daima aydınlık kalması, fabrikalarının çalışması için, çözüm, gözümüzün önünde duruyor. Sularımızı tekrar ekonomiye kazandırmalıyız. Baraj ve hidroelektrik santrallerinin inşasına ağırlık vermeliyiz. Ilısu barajını diğerleri takip etmelidir. Öncelikle gerek proje, gerek plan, gerekse başlanılmış olan ve bitirilmiş olan toplam 702 hidroelektrik santralın (sadece 510 adedinin ekonomiklik analizi yapılmıştır.) tümünün çalışmaları tamamlanmalıdır. Böylelikle hem ucuz enerji üretilecek hem de tüketime ucuz elektrik verilerek sanayinin rekabet gücü artırılacaktır. Elektrik enerjisi üretimindeki dışa bağımlılık en alt düzeye indirilecektir.

Gerekli yatırımlar yapılmaz ve tedbirler alınmazsa, dışa bağımlı enerji politikasıyla sadece karanlıkta kalmaz; boğazımıza kadar da borca batarız! Hatırlatırız…

Mehmet Abidin KARTAL

18.08.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004