Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 18 Eylül 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


M. Latif SALİHOĞLU

Bir mukayese



Vatan'dan Ruşen Çakır, 15 Eylül günkü yazısında "Aczimendiler ve İsmailağacılar" şeklinde isim yapan iki dinî grup arasında mukayeseli bir değerlendirme yaptı. Ehemmiyetine binaen, dikkatinize sunuyoruz. Özellikle Müslüm Efendiyle ilgili birileri tarafından "kullanma/kullanılma" noktasını hayli düşündürücü bulduğumuzu bu vesileyle bir kez daha belirtmek istiyoruz. İşte Ruşen Çakır'ın değerlendirmesi:

"Aczimedilik ne olduğu, nerden çıktığı, ne dediği belirsiz bir gruptu. İsmail Ağa ise çok derin tarihsel kökleri olan bir tarikat.

"Aczimendilik bir gecekonduydu. Bir avuç işsiz güçsüz gençten ibaret, yerel bir hareketti. Ülkenin her yanında, hatta Avrupa’da da örgütlü olan İsmail Ağa’yı ise kocaman bir siteye veya bir gökdelene benzetebiliriz.

"Aczimendilerin değneklerinden başka kaybedecek pek bir şeyleri yoktu. İsmail Ağa ise genellikle alt orta sınıflara seslenmekle birlikte epey varlıklı bir cemaattir.

"Özetle, Aczimendiler her türden provokasyona fazlasıyla teşneydiler. Liderleri Müslüm Gündüz’le yaptığım bir sohbeti hatırlıyorum. Birileri tarafından kullanılmak istendiğini kabul ediyor, ama esas kendisinin onları kullandığını ima ediyordu. Yanıldığını çok kötü anladı. Ama onun yanılgısının faturasını tüm Türkiye, özellikle de İslâmî grup ve cemaatler ödedi.

"İsmail Ağacılar ise, paranoyak denecek ölçüde provokasyondan uzak durmaya çalışırlar. Çünkü Mahmut Hocanın 1980 başlarında cinayete azmettirmekten yargılanmış olması cemaatte çok derin izler bırakmıştır.

ŞOK

Şoke olan kim?

Haftalık bir dergide röportajı yayınlanan Hollanda Adalet Bakanı Donner, bir sorunun cevabı kısmında İslâm ve demokrasiyle ilgili dikkat çekici şu sözleri sarf etti: “İslâmiyet, şeriat kànunlarının getirilmesi anlamına gelse de, Hollanda tarafından kucak açılmalı. Hollanda’da halkın üçte ikisi şeriat yasalarını isterse, bu mümkün olmamalı mı? Bunu yasal olarak engelleyemezsin ki. Çoğunluk ne derse o olur. Demokrasinin özü işte budur.”

Hollandalıların bu sözlere nasıl bir tepki gösterdiğini henüz bilemiyoruz. Ancak, bu sözlerin Müslüman Türkiye'de bazılarını şoke ettiğinden eminiz.

Çünkü, 14 Eylül günkü Hürriyet'in konuyla ilgili haber başlığı aynen şöyle idi: ŞERİAT ŞOKU

İyi de, şoke olan kim? Hollandalılar mı, siz mi, yoksa içimizden başka birileri mi? Haberde bu sorunun net bir cevabı yok.

LİNÇ

Yakın tarih çetelesi

27 Mayıs 1960: Silâh zoruyla ülke idaresine el konularak, iktidardaki DP hükûmeti linç edildi.

30 Mayıs 1960: İçişleri Bakanı Namık Gedik linç edildikten sonra pencereden aşağı atılmak suretiyle, olaya intihar süsü verildi.

15–17 Eylül 1961: Yassıada'da kurdurulan Yüksek Adalet Mahkemesince verilen karar gereği, biri başbakan ve ikisi bakan olmak üzere üç devlet adamı idam edilmek sûretiyle, esasında hukuk ve adâlet mefhumu linç edilmiş oldu.

12 Mart 1971: Bir cunta tarafından hükûmete yönelik verilen muhtıra ile anayasadaki "kuvvetler ayrılığı" prensibi linç edilmiş oldu.

12 Eylül 1980: Demokrasiyi hançerleyen ve siyaseti parçalayan bir askerî ihtilâl hareketi ile de "hür düşünce" linç edilmiş oldu, netekim.

Günün Tarihi

Misyon sahibi bir parti: Ahrar Fırkası

18 Eylül 1908: Resmî müracaatı kabul edilen Ahrâr-ı Osmaniye Fırkasının (Osmanlı Hürriyetçiler Partisi) kuruluşu tamamlandı. Bazı kaynaklarda müracaatın dört gün evvel (14 Eylül) yapıldığı belirtiliyor.

İttihatçıların en ciddî rakibi olarak kurulan ve pek yakın zamanda yapılacak olan genel seçimler için hazırlık çalışmalarını başlatan Ahrar Fırkasının yönetim kadrosunda yer alan isimler şöyle: Nureddin Ferruh, Ahmet Fazıl, Kıbrıslı Tevfik, Celâleddin Arif, Melih Said, Namık ve Şevket Beyler.

Bu siyasî hareketin arka planda ise, Prens Sabahaddin Bey, Mizancı Murad Bey ve Hasan Fehmi Bey gibi ilim ve fikir adamları da vardı.

Bir kadro ve fikir hareketi olarak dikkati çeken Ahrar Fırkasının genel başkanının kim olduğu tam olarak bilinmiyor. Zira, bir türlü açıklanamadı. Partinin Genel Sekreteri ise, Nureddin Ferruh.

Bununla beraber, umumî kanaat, Meşrûtiyetin ilânından sonra kısa süreli de olsa iki kez sadrâzamlık yapan Kâmil Paşanın, partinin gizli genel başkanı olduğu yönündeydi.

Genel seçimler

1908 yılının sonbaharında kademeli şekilde genel seçimler yapıldı. Kasım ayında taşradaki vilayet ve sancaklarda başlayan seçimler, Aralık ayına kadar devam etti. Ahrar Fırkasının katılma şansını bulduğu İstanbul'daki seçimler ise, en son safhaya bırakıldı.

Hızla teşkilâtlanan ve tabandan büyük ilgi gören Ahrar Fırkası, ne yazık ki taşrada yapılan seçimlere katılamadı. Zira, komitacı İttihatçılar ona bu fırsatı tanımadı. Tıpkı, 1946 seçimlerinde Halkçıların Demokratlara yaptığı gibi.

Ahrar Fırkası ile Demokrat Partinin benzeşen bir başka yönü de, çok partili ilk genel seçimlerde sadece İstanbul'dan aday gösterip seçime katılabilmesidir.

Ama ne yazık ki Ahrarlar, o günkü şartlarda İstanbul'dan da mebus çıkartamadılar. Partiye bazı mebusların katılması, ancak Meclis'in açılmasından sonra mümkün olabildi. Bu da, kurulacak hükümette Ahrarların da yer almasını netice verdi. Nitekim, 31 Mart Vak'ası esnasında Ahrar ağırlıklı bir hükümet vardı.

Ahrarın misyonu ve akıbeti

Ahrar Fırkasının siyasî misyonunda öne çıkan unsurlar şunlar: Hürriyetçilik, ferdiyetçilik, şahsî teşebbüs, yerel parlamento zarureti, eşitlik, adâlet, hamiyet ve kalkınma.

Kanlı 31 Mart Hadisesinden sonra Ahrar Fırkası üyelerinden bir kısmı tutuklanıp yargılandı. Bazıları idam edildi. Ayrıca ülkeyi terk edenler oldu.

30 Ocak 1910'da yurda dönen parti genel sekreteri Ferruh Bey, fırkanın kapatıldığını ilân eden bir bildiri yayınladı. Bu tarihten sonra, muhalefet boşluğunu Miralay Sadık Bey liderliğinde kurulan Hürriyet ve İtilâf Fırkası doldurmaya başladı.

1913'teki kanlı "Babıâli Baskını" öncesinde hükümette kısa süreli görev yapan Ahrar mensupları, bir kez daha iktidardan uzaklaştırılmış oldu.

Ahrarın devam mahiyetindeki parti—Üstad Bediüzzaman'ın da ifadesiyle—1946'da kurulan ve 1950'de tek başına iktidar olan Demokrat Partisi oldu.

Yani, bu köklü partinin misyonu bitmedi, devam etti; "hürriyetçi demokrat" olarak hâlen de devam ediyor. Bunu bilmemek, bunun olmadığını göstermez.

Son olarak, şunu da belirtelim ki: Emirdağ Lâhikası isimli eserinde Ahrarların başına gelen iki dehşetli darbeye (31 Mart 1909 ve Bâbıâli Baskını 1913) atıfta bulunan Üstad Bediüzzaman, Demokratların başlarına da "iki darbe–i müthişenin" gelmesi ihtimaline işaret ediyor.

18.09.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

İstihare üzerine



İsim belirtmeyen okuyucumuz: “İstihare ne demektir? İstihare esnasında hangi duâ okunur? Nasıl okunur? İstiharenin kabul olduğu nasıl anlaşılır?”

Allah’tan hayır istemeye “istihare” demekteyiz. Kul her işinde, her teşebbüsünde, her gayretinde, her adımında Allah’tan hayır ister, Allah’a güvenir, Allah’a dayanır.

Hiç şüphesiz Allah’tan hayır istemek, yani istihare yapmak kişisel görevleri yapmaya ve sebeplere başvurmaya engel olmadığı gibi, istişare yapmaya, danışmaya, konu hakkında uzun uzadıya düşünmeye ve bir sonuca ulaşmaya çalışmaya da engel değildir. Hatta istihare yapmanın “lâzımı” bunlardır. Yani bunlarsız istihare, esasen istihare değildir.

Nasıl tevekkül eden, yani Allah’a güvenen birisi, yatmıyorsa, sebepleri atlamıyorsa ve görevini ihmal etmiyorsa; istihare eden, yani Allah’tan hayır isteyen birisi de yatmaz, sebepleri atlamaz ve yapması gereken, meselâ düşünme, danışma, bilgi toplama... vs gibi ön görevleri ihmal etmez. Yani ne tevekkül tembelliktir; ne istihare yapılması gerekenleri atlamaktır!

Bilâkis tevekkül de, istihare de Allah’ın verdiği bütün imkânları sonuna kadar kullanırken; kalben bir yandan Allah’a güvenmeyi, diğer yandan da Allah’tan hayır ummayı sürdürmek demektir. Yani esas olan tevekkül ve istihâreyi birleştirmek ve bir “hal ve davranış” olarak her an yaşamaktır. Nitekim Resûlullah Efendimiz (asm) küçük-büyük her iş hakkında istihare yapmayı teşvik eder ve: “Her ihtiyacınız hakkında hayır dileyiniz. Nalınınızın tasması koptuğunda bile!” buyururdu.1

Hazret-i Cabir (ra) demiştir ki: Resul-i Ekrem Efendimiz (asm) Kur’ân’dan bir sûre öğretir gibi küçük-büyük işlerimizin hepsinde bize istihareyi öğretirdi ve buyururdu ki: “Sizden biriniz bir iş yapmak istediğinde nafile olarak iki rek’ât namaz kılsın, sonra şu duâyı okusun: “Allahümme innî estehîrüke bi ilmike ve estakdirüke bi kudretike ve es’elüke min fadlike’l-azîm. Fe inneke takdirü ve lâ akdirü ve ta’lemü ve lâ a’emü ve ente allâmü’ğuyûb. Allahümme in künte ta’lemü enne hâze’l-emre hayrün lî fî dînî ve meâşî ve âkıbeti emrî; fakdürhü lî ve yessirhü lî. Sümme bârik lî fîh. Ve in künte ta’lemü enne hâze’l-emre şerrün lî fî dînî ve meâşî ve âkibeti emrî ; fasrifhü annî vasrifnî anhü. Vakdür li’l-hayra haysü kâne. Sümme ardinî bih.”

(Mânâsı: Allah’ım! Hakkımda hayırlısını bildiğin için, Senden hayırlısını istiyorum. Ve hayırlı olana gücün yetiştiğinden, Senin beni güçlü kılmanı diliyorum. Yâ Rab! Hayırlı olan tarafın belirlenmesini ve bildirilmesini Senin o büyük fazl ü kereminden bekliyorum. Allah’ım! Senin her şeye gücün yeter; halbuki benim yetmez. Sen her şeyi bilirsin. Oysa ben bilmem. Muhakkak Sen, bize görünmeyen her şeyi çok yakından bilensin; Sen Allâmü’l-Guyûb’sun. Allah’ım! Şu azmettiğim işimde dînim, hayatım, dünyam ve âhiretim için hayır varsa, onu bana takdir et, onu bana kolaylaştır, onu bana mübârek kıl! Ya Rab! Şu azmettiğim işimde dînim, hayatım, dünyam ve âhiretim için şer ve zarar varsa, onu benden uzaklaştır, benim gönlümü de ondan çevir. Ve her nerede hayır varsa, bana onu takdir et! İçimi de ona ısındır!) (Duayı okuyan, “şu azmettiğim işimde” cümlesi yerine, işini ve ihtiyacını ismen belirtebilir.)2

Allah’tan hayır diledikten sonra, Allah’ın hayır takdir edeceği umulur ve beklenir. İstihareden sonra kalbin ve ruhun bir taraf için yatıştığı ve razı olduğu, bir tarafa meylettiği, bir tarafı tercih ettiği hissedilirse, o tarafın hayırlı olduğu kabul edilir. Eğer kalpte her hangi bir temayül, arzu, yöneliş ve tercih uyanmaz ise, Allah’tan hayır dilemeye ve istihare etmeye devam edilir. Kalbin temayülü ve arzusu belirene kadar istihare bırakılmaz.

Esasen istiharenin yediye kadar tekrar edilmesi sünnettir. Resûlullah Efendimiz (asm) Enes bin Malik’e (ra): “Ya Enes! Bir işe teşebbüs etmek istediğinde o iş hakkında yedi def’a istihare eyle. Sonra kalbinden geçen ruhî temayül ve arzuya bak. Çünkü hayır, kalbinde doğan o arzuda, tercihte ve yöneliştedir” buyurmuştur.3

Dipnotlar:

1- Buhârî, 4/136,

2- Buhârî, 4/598,

3- Buhârî, 6/545.

18.09.2006

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Din ikinci planda olmayı kabul eder mi?



İnanç noktasında insanların yaklaşımları, az çok birbirinden farklılıklar arz etmektedir. Hayatın seyri içinde insanların inancının samimiyeti konusunda bazı sonuçlara ulaşılabilmekle birlikte, tam olarak kimin hangi inanç mertebesinde olduğunu ortaya koyabilmek de mümkün değildir.

Kimin hangi seviyede bir inanca sahip olduğunu bilen, sadece kalblerde geçen her duyguyu da bilen Allah’a mahsustur. Bu sebeple insanların davranışlarını ve yaklaşımlarını hemen kötüye yorumlamak insanları yanlış yargılara götürebilir.

Kalblerde geçeni tam olarak bilme imkânına sahip olunmamakla birlikte, bazı zihniyetler konusunda umumî bir yorumda bulunmamızda da bir sakınca bulunmaması gerekir. Kimseyi şahıs bazında itham etmeden gördüğümüz bazı yanlışları nazara vermenin ve yanlış gördüğümüz noktaları ifade etmenin de bir mahzuru olmaması gerekir. Mesele şahısların değil, zihniyetlerin yorumlanmasıdır.

İnsanların ideallerine yön veren ana unsurun dinler olduğunu, insanlık tarihi boyunca yaşanan olaylardan öğrenebilmemiz mümkündür. Ancak dinin dışında da bazı yaklaşımlar bir kısım kitlelere kısa bir süre de olsa ideal belirleyici olmuştur ve olmaktadır. Özellikle son iki yüzyılda ırk eksenli yaklaşımların bazı toplumlara ideal olarak oturtulmak istendiğini görebilmemiz mümkündür. Ancak ırkın, öne çıkıp asırlarca toplumları etki altında bırakması olayına tarih boyunca rastlayabilmemiz mümkün görülmemektedir.

Burada, insanları, yaratılıştan bu yana ayrıştıran en önemli unsurun inanmak veya inanmamak olduğunu ve bu durumun gönümüzde de önemli bir yer tuttuğunu söyleyebiliriz. Kendi toplumumuz nokta-i nazarından meseleye bakarsak, İslâmın, toplum için ideal hayat tarzının en önemli bir kaynağı olduğunu göreceğiz. Zaten İslâm da insanlardan bunu istemektedir. İslâm, insanlara kazandırdığı ve kazandırmak için kurgulandığı güzel ve insanî hasletlerin menbaını oluşturmaktadır. Bu sebepledir ki İslâm, insanların kendisine ikinci sırada bakmasını ve dünyevî bazı emellerini ön plana almalarını kabullenmemektedir.

“Önce dünya veya dünyaya yönelik arzular, ondan sonra din” yaklaşımını İslâm kabul etmemekte ve insanların her şeyden önce Müslüman olmasını istemektedir. Çünkü insanlara kazandıracağı huzur açısından kendi nasslarına güvenmekte ve insanların ancak bu nasslara iman etmek ve bu çerçevede yaşamakla hem dünyada hem de ölüm sonrasındaki âlemde huzuru yakalayabileceğini ortaya koymaktadır.

İslâm hiçbir zaman bir süs malzemesi, pilav üstü kuru veya çorbada tuz şeklindeki bir yaklaşımı kendisi için kabul etmemektedir. Bu sebeple önce ırkını yücelten, sonra da ırkının dini olduğu için İslâm’a sahiplik rolünü oynayan insanlara İslâm, insanlar için huzur kaynağı olan cevherlerini sergilememektedir. Çünkü İslâm teslimiyeti gerektirir ve zikredilen durum da İslâm açısından bir teslimiyetin ifadesi değildir. Bu durumdaki insanların da zaten huzuru İslâmın düsturlarında aramak ve tam anlamıyla İslâm’ı kendi hayatına yerleştirmek gibi bir derdi bulunmamaktadır.

Samimiyet noktasından meseleye baktığımız zaman, ırkını her meselede öne çıkaran, ancak İslâmın ruhuna uygun yaşamadığı halde sağlam bir Müslüman olduğunu da ifade etmekten çekinmeyen insanlara şüpheyle bakmak gerekir. Bu durumun samimiyetle bağdaşmadığı açıktır.

İnsan, içinde ne geçiyorsa, açık bir şekilde bunu ifade etme erdemini gösterebilmelidir. Aksi takdirde davranışlar “münafıklık”la ifade edilebilecek bir mahiyet kazanır. İslâm’ın münafıklığı küfürden de eşedd olarak ifade etmesi, münafıklığın toplumda yaptığı tahribattan dolayıdır. Açık bir şekilde küfür üzerine inşâ edilen rejimlerin gün gelince yıkılması, münafıklıkla yerleştirilen rejimlerin ise varlıklarını daha uzun süre devam ettirmesindeki hikmet buradan kaynaklanmaktadır.

18.09.2006

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Sözlü “şiddeti” dahi yasaklayan İslâm, nasıl “şiddetin” kaynağı olur!



Mazisi savaşlar tarihi olan; dün Haçlı seferleriyle İslâm ülkeleri, hatta Roma’yı yağmalayan, kan gölüne çeviren, vahşi Batı ünvanına sahip, I. ve II. Dünya Savaşlarında yüz milyonlarca insanı katleden… Bugün, Filistin, Irak, Afganistan, Lübnan, Bosna gibi yerlerde vampirlerden beter kan döken; savaş teknolojisini üreten Batı terörist savaşçı olmuyor da… Kelime mânâsı sulh, barış, emniyet/selâmet olan İslâm ahlâkını alan bir Müslüman nasıl fundamentalist, terörist olabilir?

Ana ilkesi tevhid (birlik) olan bir dinin; ayrılığı, tefrikayı, zulmü, kavgayı hoş görmesi asla düşünülemez.1 Müslümanın kelime anlamı ise, kendinden emin olunan kişi demektir. Ne var ki, geçtiğimiz yıllarda Hıristiyanlık, hattâ Protestanlığın kavramı olan fundamentalizm, bugün ise, İslâm terörü bütün dünyada, İslâm hakkında gelişigüzel kullanılır oldu.

Buyurun Batı’da, Amerika’da insan önemli değildir. Araba insandan daha önemli. Dolayısıyla araba olmak daha iyi! New York şehrinde köpek olmak, insan olmaktan daha iyi. Zenginlerin köpeklerinin arkasında uşaklar altından yapılma pislik temizleyiciyle dolaşıyor. Köpeklerin özel ruh doktorları var. İnsanlar perişan. İnsanlık hâlâ Asya’da var. Amerika’da gördüğümüz sefaleti çok şükür Türkiye’de görmüyoruz.2 Bugün dünyayı saran şiddetin altında bilhassa Batı materyalizminin, insanlığı cinnete sürükleyen kartezyen ikiliğinin çok derin etkileri3 var.

“Karıncaya ayak basmayı, insanlara sert, haşin bakmayı, asık suratla karşılamayı, eziyet etmeyi; arkadan konuşmayı bile dehşetli günah ve gıybet” sayıp, sözlü şiddetten dahi men eden İslâmiyet, nasıl şiddetin kaynağı olabilir? Şu mantıklı yaklaşıma kim itiraz edebilir?

Aklı başında hiç kimse, İslâm dininden siyasî bir ideoloji üreten İslâmcılıkla, hele amaçlarına şiddet yoluyla ulaşmak isteyen totaliter İslâmcılıkla, temel düsturlarından biri ‘Dinde zorlama yoktur’ diyen İslâm dinini özdeşleştiremez. Nasıl ki, ondan üretilen totaliter ideolojiler, insanların özgür ve eşit yaşama ideali olan sosyalizm fikriyle özdeşleştirilemeyecek ise. Dinsel bağnazlık her yerde korkunç biçimlere bürünmüştür. Ama eğer şiddetin ölçüsü, derecesi de önemli ise, radikal İslâmcıların son yirmi yılda İran’da, Cezayir’de, Mısır’da, Sudan’da, Afganistan’da, Türkiye’de ve başka yerlerde işledikleri cinayetler, tarihte Hıristiyanlık adına yapılan katliamlar, sergilenen vahşet yanında çocuk oyuncağı gibi kalır... Ne din savaşları, ne Protestan katliâmları, ne Yahudi kıyımları ve soykırımı, ne de engizisyon İslâm’dan kaynaklandı.4

Cezayir’in İslâm Toplumu Hareketi lideri Mahfuz Nahnah, “İslâm topraklarının son zamanlarda bir takım İslâmî denen gruplar tarafından kana bulanmasına hangi faktörler sebep oluyor?” sorusuna, problemi teşhis eden gerçekçi, objektif bir cevap veriyor: Bunun birçok sebeplerinin başında cehalet ve İslâmı bilmemek yatıyor. Aynı derecede önemli bir başka sebebi ise bu ülkelerdeki siyasî liderlerin demokrasiyi bilmemesi, yani diktatörlük. Üçüncü sebep, millî gelirin kötü dağılımı. Bir yanda nimetler içinde yüzenler, diğer yanda sefalette bocalayanlar. Dördüncüsü hükümet ve rejimlerin hegemonyaya varan her şeyi kontrol etme tutkusu. Banka, televizyon, ordu, ekmek akla gelen her şey buna dahildir. Bütün bunlar halkı patlama noktasına getiriyor. Terörün objektif sebepleri bunlardır. Ama en önemli sebep cehalet ve İslâmı anlamamak. Bu tez tüm İslâm âlemi için de geçerli. İslâm sakaldan ibaret değildir. İslâm demokrasidir, değerlerdir, kardeşliktir, adalettir, ahlâktır, ilerlemektir.”5

Dipnotlar:

1. Prof. Dr. Ahmed Akgündüz vd., Kur’ân’da Evrensel Hoşgörü, Nesil, İst., 1997 s. 10.; 2. Prof. Sinanoğlu, agg.; 3. Prof. Aydın, Zamansız Sözler, s. 32.; 4. Şahin Alpay, Milliyet, 3 Şubat 2000.; 5. Mahfûz Nahnah, Yeni Şafak, 9 Haziran 2000.

18.09.2006

E-Posta: [email protected] [email protected]




Faruk ÇAKIR

Güneş üflemekle sönmez



Papa 16. Benediktus’un, memleketi Almanya’yı ziyareti esnasında yaptığı konuşma haklı olarak bütün dünyanın tepkisini çekti. Papa konuşmasında, İslâma ve ‘Kâinatın Efendisi’ Peygamberimiz Hz. Muhammed’e apaçık ‘iftira’ atmış, kelime anlamı bile sulh/barış olan İslâmın ‘kılıç’la/zorla yayıldığını ima/iddia etmişti.

Gerçeklere taban tabana zıt bu iddialar elbette tepki topladı. Üstelik tepki gösterenler sadece ‘Müslüman’lar değil, Hıristiyan ilahiyatçı ve siyasetçileri de oldu. Papa’nın beyanını yanlış bulanların başında, Katolik ilahiyatının en önlü isimlerinden biri olan Prof. Dr. Hans Küng de vardı. Küng, Papa’nın Müslümanları ‘incittiğini’ ifade etti. (Yeni Asya, 17 Eylül 2006)

İslâm dünyası Papa’dan ‘özür’ beklerken, Papa ‘sözcüsü’ aracılığıyla ‘üzgün’ olduğunu beyan etti. Dün de ‘Pazar ayini’nde yaptığı konuşmada ‘yanlış anlaşıldığını’ söyledi. Papa açıkça özür dilemedi, ama bu açıklama ve beyanlar aslında diplomatik dille ‘özür’ mahiyetindedir. Çünkü İslâm ve Peygamberimiz Hz. Muhammed (asm) aleyhindeki sözlerin ‘dünya barışına’ bir katkısı olmayacağını en başta kendisi bilir.

Papa bu sözleri ne maksatla söylemiş olursa olsun, son tahlilde bu beyanlar İslâmın daha fazla ilgi ve alâka ile incelenmesine ve tanınmasına—inşaallah—sebep olacaktır. İslâmın aleyhinde kurulan her tuzak, neticede kuranların başında patlamıştır.

11 Eylül ‘İkiz Kule’ saldırıları da böyle değil miydi? Tuzağı kuranların maksadı, Müslümanları dünya nezdinde ‘terörist’ gibi göstermek ve onların hak ve hürriyetlerini sınırlamak idi. Ancak netice farklı oldu ve başta Amerika olmak üzere bütün dünyada İslâma duyulan ilgi kat be kat arttı. Kur’ân ve İslâm konulu kitaplar, ‘en çok satan kitaplar’ sıralamasını değiştirdi.

Papa’nın Almanya’da sarf ettiği talihsiz söz ve beyanlar da (ne maksatla söylemiş olursa olsun) İslâmın yeniden dünya gündemine gelmesine ve belki de İslâma ‘teslim’ olan Hıristiyanların sayısındaki artışlara sebep olacak.

Bu vesile ile bir noktaya daha dikkat çekmek gerekecek: ‘Tuzak’ kuranların tuzağına düşmemek için her hal ve şartta, itidal ile hareket etmek gerekir. Öfke ile kalkanın zararla oturduğu tarihen sabittir. Ölçülü ve makul tepkiye her zaman evet. Ölçüsüz ve fayda yerine zarar veren tepkilere hayır.

Bir nokta daha önemli: Papa’ya gösterilen tepkiden belki de daha fazlasını hak edenlere karşı susulması nasıl izah edilebilir? Papa’nın beyanlarını duyanlar ‘Papadır, ne dese yeridir’ diye düşünüp iftiraları dikkate bile almayabilir. Ama ‘Müslüman’ kisvesi altında; dine ve dindarlara iftira atanlara ne demeli? Gövdenin içine giren ‘kurt’ misali, Müslümanları içten içe kemirenlere karşı da dikkatli olmamız gerekmez mi? Böylelerine de, makul ve ağır başlı, ama haklı tepkileri göstermeli değil miyiz?

Mevlâm görelim neyler, neylerse güzel eyler inşallah.

18.09.2006

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Papa çekilmelidir!



Hz. Mevlânâ Meram bağlarında namazını kılmış ve Konya’ya doğru revan olmuş. Karşısına uzun ve bembeyaz sakallı bir papaz çıkmış. Mevlânâ papazın hatırını sorduktan sonra:

-Sen mi daha yaşlısın, yoksa sakalın mı? demiş.

Papaz, hayretle cevap vermiş:

-Elbette ben sakalımdan yaşlıyım, çünkü onbeş yaşıma kadar sakalım çıkmadı, ancak o yaştan sonra sakalımı uzattım.

Mevlânâ derin derin papazın yüzüne bakarak:

-Öyle ise çok yazık demiş, zira o senden geç kaldığı halde olgunlaşmada seni geçmiş.

Bu hikâyenin fehvası, aynen Papa 16’ıncı Benediktus için de geçerli. Teni yaşlanmış, ama ne yazık ki aklı kemale ermemiş. Bırakın papa makamında olan birinin; bu yaştaki bir din adamının dahi, selefi John Paul gibi hikmet sahibi ve olgun birisi olması gerekirdi. Biz de Fransa’da Garaudy’ye destek veren Papaz Pierre gibi kendisine ‘bizim papaz’ diye hitap edebilmeliydik. Ama ne yazık! Yaşının gereği kemal ve olgunluk beklenirken yaşının muktezasına tezad tamiri zor bir toyluk göstermiştir. Bundan böyle her söylediği tartışmalı hale gelecektir. Bu nedenle olsa gerek başbakanı aracılığıyla attığı geri adım da tatminkâr olmamış ve özrü bile şimdiden tartışmalı hale gelmiştir. Danimarka Başbakanı Rasmussen’in “Karikatürlerin yayınlanmasının sorumlusu ben değilim. Ülkemizde özgür bir basın var. Üzgünüm, ama özür dileme merciinde değiim” demesine benzemiştir. Papa’nın manevraları da buna benzeyecek ve inandırıcı olmayacaktır. Zira, karikatür krizinden önce de Rasmussen dünya âlemin sahtekârlığını öğrendiği Ayan Hirsi Ali’ye İslâma hakaretten dolayı ödül vermiştir. Selefi Teslime Nesrin’e bazı Avrupalıların Sakharov ödülü vermeleri gibi. Daha sonra ne hikmetse hem Ayan Hirsi Ali’nin, hem de karikatürleri yayınlayan gazetenin kültür editörünün neoconlarla bağlantısı ortaya çıkmıştır. Editör daha önce ABD’de neoconların yanında kalıp yetişirken Ayan Hirsi Ali de Enterprise Enstitüsünün dâvetlisi olarak bu ülkeye gitmiştir. Dolayısıyla İslâm dünyasının aklından şüphe etmek, kör ve sersem olarak nitelendirmek ancak bu sığ düşüncenin sahiplerinin divaneliğini gösterir.

***

Nitekim, Papa’nın özrü şimdiden tartışılır hale gelmiştir. New York Times gazetesi meselenin kapanması ve tatlıya bağlanması için Papa’dan şartlı bir özür talep etti. ‘Deep and persuasive’ yani derin ve ikna edici bir özür. Ama özür gazetenin talep ettiği gibi derinden ve ikna edici gelmedi. Bu talepler üzerine Vatikan yasak savma kabilinden Latince, ‘Papa Müslümanları incitmiş olabilecek sözleri nedeniyle çok üzgün’ açıklamasını yaptı. Ancak Latince’den İngilizce’ye çeviri ‘Papa özür diledi mi ?’ polemiği başlattı. Üzgün kelimesini ‘sorry’ olarak çeviren ajanslar, haberi ‘Papa özür diledi’ diye verdi. Vatikan ise resmî çeviride ‘sorry’ yerine geri adım mânâsına gelen ‘regret’ kelimesini tercih etti. Yani özür dileme de açık değil, tartışmalı.

Papa’nın seçilmesi gibi icraatları da tartışmalı olarak yürüyor. Bu saatten sonra özür dilemesi de yeterli olmayacaktır. İki topluluk arasındaki ilişkileri tamir etmez. Bu ilişkiler üzerinde, Papa’nın sözlerinin gölgesi devam eder. Papalık makamını işgal ettiği sürece Müslüman ve Katolik âlemi arasında sağlıklı bir ilişki kurulamaz. Bu itibarla, iki toplumun ve onun ötesinde dünyanın selâmeti açısından görevinden feragat etmesinde veya azlinde fayda var. Bu kriz Kilise içinde de çalkantılara sebep olacaktır. Şimdiden Mısır katolikleri Papa’nın sözlerine tepki göstermişlerdir. İleride bu çatlak Kilise içinde sarsıntılara neden olabilir.

***

Maalesef Papa bugün Hitler veya neoconlarla birlikte anılmaya başlanmıştır. Bu yoktan bir yakıştırma değildir. Katolikliği kült olarak nitelendiren Amerikan dinî sağı ve neoconlar Ratzinger’in John Paul’un yerine gelmesini sitayişle karşılamışlardır. Dolayısıyla onun sözleriyle yıkıcılıkta Bin Ladin veya Eymen Zevahiri’nin sözleri arasında pek bir fark yoktur. Ratzinger baştan beri İslâmiyete karşı mesafeli dururken neoconlarla müttefik Amerikan dinî sağına ve İncilcilere yakın durmaktadır. Onların metodlarına sıcak bakıyor. Ve kendisi Engizisyon Mahkemelerinin devamı ve varisi olan bir kurumun başıydı. Velhasıl tehlikeli bir papa.

Çalkantılı dünyamızda bir bu eksikti.

18.09.2006

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Herşey seçim için



Yeni bir döneme girildi.

Bunun en iyi işareti Söğüt şenlikleri sebebiyle AKP ile MHP arasında yaşanan gerilimdi.

Şimdiye kadar partisinin maruz kaldığı krizleri büyümeden bastırmakla tanınan Devlet Bahçeli bile bu olayın üzerine atladı.

“Buradan milliyetçilere yönelik komploları tertip eden, âlet olan herkese açıkça sesleniyorum:

Biliniz ki, zamanı geldiğinde açmak üzere, biz de bunları not ettik.”

Bunlar Bahçeli’ye ait sözler.

“Sayın Başbakanın aradığı, sipariş üzerine terbiye edilmiş tek tip kölelerdir.”

Bu sözler de MHP liderinin...

‘İnanç hortumcusu’

“Sayın Başbakan, kendisini hiç ilgilendirmeyen bir konuya da el atmış ve suizan ile ülkücülerin namaz kılmadığı iftirasını basın yoluyla atarken, heveslisi olduğu ulema şapkasını kendi başına pişkince geçirebilmiştir.”

Bu sözler de yine Bahçeli’nin.

İki sayfalık konuşmada saydım iki yerde başbakan için, “inanç hortumcusu” diyor.

Onunla da yetinmiyor, “Sizleri çıktığınız Çankaya’dan TBMM kararı ile indirmek ve Yüce Divana yollamak Milliyetçi Hareket Partisine düşen millî görev olacaktır” diye tehdit ediyor.

Bu sözleri, “MHP’yi içime sindiremiyorum, canlar aldılar” diyen Rahşan Ecevit’e karşı söylememişti.

O zamanın suskun adamı Bahçeli nasıl oldu da şimdi, “bunları not eden” ve başbakana, “İnanç hortumcusu” diye sataşan, Çankaya’dan indirip Yüce Divan’a göndermekle tehdit eden bir lider haline geldi.

MHP’nin başına geçtiği günden beri olgun bir görüntü çizen MHP liderinin nasıl konuşacağını elbette ki biz tayin etmeyeceğiz. Ne öyle bir hevesimiz, ne de arzumuz var.

Ülkücü gençleri sokağa çekmek isteyenlere karşı tüm siyasî ağırlığını ortaya koyup, neredeyse, “Benim bedenimi çiğnemeden ülkücüleri sokağa çekemezsiniz” şeklinde bir tavır sergileyen, ülkücülerin elinde silâh değil, bilgisayar olması gerektiğini savunan bir lider nasıl oldu da bu denli yalın kılıç daldı siyaset meydanına?

Bahçeli’deki tavır değişikliğinin tek bir sebebi var.

Başbakan Erdoğan ne dedi, “Final dönemine girdik.” Peki bu neyin finali. Gözleri Çankaya’dan başka bir şey görmeyenler bunu hemen Erdoğan’ın Çankaya planı olarak yorumladılar, ama bu izah eksikti.

Türkiye artık seçim dönemine girdi. Erdoğan’ın kastettiği final bu. Artık bu iktidar topal ördek oldu. Hatta ABD şimdiden Erdoğan’a topal ördek muamelesi yapmaya başladı. Tüm ciddî müzakerelerin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül ile yürütülmesi sadece bir rastlantı mı?

MHP liderinin kükremesinin sebebi bu. Bahçeli, AKP ile Söğüt’te başlayan polemiği uzatmak istiyor. Öyle ki 5 gün sustuktan sonra birden kükremesinin sebebi bu. AKP ile gireceği bir çekişmenin MHP’yi milliyetçi-muhafazakâr seçmen karşısında cazibe merkezi yapacağını hesaplıyor Devlet Bahçeli. AKP iktidarından canı yanan ya da AKP’ye kızan ancak CHP’ye de gitmeyen milliyetçi-muhafazakâr oyların adresi olmak istiyor.

Bahçeli’nin tavrındaki değişimi, “Her şey seçim için” şeklinde özetlemek mümkün.

Türkiye ne yaparsa önümüzdeki yılın Nisan ayına kadar yapacak. Ondan sonrası seçim dönemi. Nisan ayında Cumhurbaşkanlığı seçimi başlayacak. Recep Tayyip Erdoğan Çankaya’ya çıktığı takdirde, bu kez AKP’de genel başkanlık seçimi için olağanüstü kongre süreci başlayacak. Haziran ya da Temmuz ayında Olağanüstü Kongre yapılırsa, bu kez seçilen AKP Genel Başkanı hükümeti kurmakla görevlendirilecek. 2007 yılı Kasım ayında ise Türkiye seçimlere gidecek. Seçim demek milletvekilinin can pazarı demek.

Türkiye her gün seçim ortamına daha çok girecek. Seçime yönelik salvolar daha çok artacak. Ancak şu bilinmeli ki, gerilim meydana getirilerek, seçimlerden kârlı çıkacağını kimse beklemesin.

Hele hele her kavgada “eli silâhlı geçmişi” hatırlanacağı için MHP’nin bu tür kavgalardan kârlı çıkacağını kimse beklemesin.

Artık 2007’den sonra Türkiye’yi yönetecek kadroların belirleneceği seçim takvimi işlemeye başladı. 2001 seçimleri bu açıdan ibretli bir örnek. Seçim kararı alındığında yüzde 17 oy oranı olan DYP yanlış bir seçim stratejisi sonucunda ikinci çıkacağı seçimlerde nasıl baraj altında kaldı, partiler bunu dikkate almalı. Şimdiye kadar seçimler uzak bir ihtimaldi. Artık seçmen kanaat oluşturmaya başlayacak. Çark dönmeye, şans topu çekilmeye, kanaatler biriktirilmeye başlanıyor. Bu süreçte seçmenle sağlıklı ilişki kuran partiler kazançlı çıkacak. Genç Parti’nin 2 ay içinde kurularak girdiği ilk seçimden yüzde 7.5 oy almasının tek sebebi, bu süreçte hedef kitlesi ile sağlıklı iletişim kurmasından geçiyor.

Kimseye akıl vermek gibi bir densizliğin içinde olmayız. Sadece seçim sathı mailine girildiğini ve bu süreci iyi değerlendiren partilerin sandıkta şanslarını arttırabileceklerine dikkat çekmek istedik.

18.09.2006

E-Posta: [email protected]




Yeni Asyadan Size

Büyük Dua Kitabı



6 yılı aşkın bir zamandır kesintiye uğramadan süren kültür hizmetimizin son halkası bir dua kitabı. Geçtiğimiz Ramazan’la birlikte Cüz Cüz Kur’ân’la başlayan, Kur’ân Meali, Mealli Büyük Cevşen ve Risâle-i Nur’da Hz. Muhammed (asm) adlı şaheserlerin ardından verdiğimiz Dua ve Namaz Seti ile Muhabbet Fedaileri isimli eserlerle süren kampanyamızda sıra Büyük Dua Kitabı'nda.

Kupon neşrine 1 Ekim’de başlayacağımız ve karşılamaya hazırlandığımız Ramazan ayı için anlamlı bir hediye olacak Büyük Dua Kitabı adlı eser, Peygamber Efendimizin günlük olaylar karşısında ettiği dualardan oluşuyor. Eser, piyasadaki benzerlerinden farklı olarak Risâle-i Nur eksenli bir bakış açısıyla hazırlandı.

“Duanız olmazsa ne ehemmiyetiniz var,” “Dua edin cevap vereyim” gibi emirlere muhatap olan insanın, hayatının her ânında duaya olan ihtiyacı izah gerektirmeyen bir husus. Bediüzzaman Hazretleri bu gerçeği “Dua eden adam anlar ki, birisi var; onun hâtırât-ı kalbini işitir, her şeye eli yetişir, herbir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder, fakrına meded eder” ifadeleriyle dile getirir.

Dua ile ilgili hemen her hususun işlenmeye çalışıldığı bu değerli eserde, ilgili konulara Risâle-i Nur’dan cevaplar aranmış. Onbeş bölüm halinde hazırlanan eserde; Kur’ân-ı Kerim’de bulunan peygamber duaları, günlük yaşayışımızda karşılaşılan hal ve olaylarda yapılması öngörülen, Peygamberimizden (asm) rivayet edilen dualar yer alıyor. Ayrıca kitapta, farz ve sünnet olan ibadetler yerine getirilirken yapılması tavsiye edilen dualar da bulunuyor. Eserde, Allah’ın sevgili kulları ile büyük zatların vird edindikleri “Tazarru ve Niyazlar,” “Salâvat-ı Şerifeler,” “İstiğfar duaları” ve “Esma-i Hüsna ile yapılan dualar” önemli bir yer kaplıyor.

Duaya ihtiyaç hissederek, esere müracaat eden herkesin faydalanabilmesi için, duaların Arapça orjinali, okunuşu ve anlamı veriliyor. Ayrıca kaynakça ile ana kaynağa ulaşma imkânı sağlanmış.

Böyle bir fırsat kaçmaz diyor ve bu fırsatı kaçırmamanızı diliyoruz.

***

Muhakemat çıktı

Yeni bir tanzimle hazırlanan renkli, büyük boy Muhakemat da satışa sunuldu.

Bediüzzaman Hazretlerinin ‘Eski Said’ tabir ettiği döneme ait eserlerden olan Muhakemat, 1911 yılında telif edilmiştir.

Eser, Mukaddime ile birlikte Unsuru’l-Hakikat, Unsuru’l-Belâgat ve Unsuru’l-Akide olmak üzere üç ana bölümden oluşur.

Eserin iki ana özelliği, Bediüzzaman’ın ifadesiyle ‘Tefsir Mukaddimesi’ ve ‘Saykalü’l-İslâmiyet’ (İslâmiyetin Parlatıcısı) oluşudur.

Eserin yazılış maksadını bizzat Bediüzzaman “Maksadım, ol elmas kılınca (İslâmiyete) saykal vurmaktır” şeklinde ifade eder. Yani İslâmiyeti, zamanın üzerine düşürdüğü manevî tozlardan arındırarak parlatmak. Nitekim kitabın baş tarafına düşülen “Mariz bir asrın, hasta bir unsurun, alil bir uzvun reçetesi veyahut Saykalü’l-İslâmiyet veyahut Bediüzzaman’ın Muhakemâtı” notundaki ‘Saykalü’l-İslâmiyet’ tabiri de bunu ifade eder.

Bediüzzaman bu maksadını, yine aynı eserde daha detaylı bir şekilde dile getirmektedir. Bediüzzaman’ın, “Münâzarât’ın büyük kardeşi olan ulema reçetesi” de dediği Muhakemat’ı telif sebebini kendi ifadelerinden yola çıkarak;

1. İslâmiyetteki sırat-ı müstakîmi, yani “doğru ve vasat yolu” göstermek,

2. Dinin meselelerine ilişen ve itiraz eden ehl-i tefritin ortaya attığı şüpheleri gidermek,

3. Bediüzzaman’ın “ahmak sadıklar” olarak tabir ettiği dinde ifrat eden zahirperestlerin vehimlerinin asılsızlığını ortaya koymak,

4. Dinin meselelerini tahkikle ele alan ‘muhakkikîn-i İslâm ve âkıl sıddık’lara yardım ve destekte bulunmak şeklinde özetlemek mümkündür.

Muhakemat’ın yeni tanziminde metne ait lügatçeye aynı sayfalarda yer verilirken; indeks, dipnot ve kronolojik bilgiler de eserin sonunda bulunuyor.

***

Reklâm’a taze kan

Erhan Zorba’nın ayrılmasıyla boşalan Reklâm Müdürlüğü görevine bir süredir vekâlet eden Esad Sivri bu göreve asaleten getirildi. Genç ve dinamik kardeşimiz Esad Sivri’ye aramıza hoş geldin diyor, görevinde başarılar diliyoruz.

Hepinize hayırlı haftalar.

18.09.2006

E-Posta: [email protected]




Hakan YALMAN

Din, beşerî akıl alanına indirgenmemelidir



Akıldan bahsedildiğinde genel olarak kullanılan anlam, insanların kendi beyin ve muhakemeleri ile ürettikleri kavramlar birikimidir. Bu anlamda din, beynin kognitif fonksiyonlarının alanı olan korteksin süzgecinden geçtikten sonra duyguların ve vicdanın alanı olan kalpte oluşan bir kavramdır. Varlığı genel olarak kuşatan ve vahyin arka planda yer alışını ifade eden küllî akıl Kur’ân ile temsil edilmekte ve eşyanın hikmet boyutunu temsil etmektedir. Bu anlamda aklın kuşatıcı ve varlık ötesi anlamını ifade ediyor ve beşerin kalbine duygular şeklinde yansıyor olmalıdır.

Günlük hayatta kullanılan akıl anlamı genel olarak beşerî bir üretim olma şeklinde sınırlı kalmakta ve maddî dünya ile beynin iletişim alanı sınırının ötesine geçmemektedir. Bu anlamda kaynağı semavî olan ve madde ötesi bir alandan zuhur eden din maddî alana hapsolmuş aklın sınırlılığında kalamaz. Aklın varlık âlemi ile doğru iletişiminden doğan kurallarla din arasında bir çatışma olması beklenmez. Ancak çelişkili olarak algılanan durumlarda dinin akla ya da aklın işleyiş alanına indirgenmesi, yani akla uygun hale getirilmesi kaynaktaki kudsiyeti fark etmemenin getirdiği bir ölçüsüzlük ve edep dışı bir hal olmalıdır.

Bu anlamda Muhakemat’ın Birinci Makale’sindeki Birinci Mukaddeme’de yer alan şu düstura dikkat çekmek istiyorum: “Takarrur etmiş usüldendir: Akıl ve nakil tearuz ettikleri vakitte, akıl asıl itibar nakil te’vil olunur. Fakat o akıl, akıl olsa gerektir.” Bu anlamda akıldan bahsederken kişinin kendi beyninin işleyiş ürünlerinden mi, yoksa varlığın genelini kuşatan ve vahiy ile nurlanan hakikatlar manzumesi olan küllî akıldan mı bahsettiği çok önemli olmalıdır.

Beşerî aklın dayattığı doğrular manzumesi ruhbanlık, dogmalar ve fanatizmi doğurmuş olmalıdır. Kur’ân’ın ya da İslâm dininin akla uymadığını ifade etmek, hele de bunun semavî kaynaklı bir dinin temsilcisi tarafından dile getirilmesi aslında din kavramı ile temelde çelişen ve o konum ile uyumlu bir şekilde izahı mümkün olmayan bir yaklaşımdır.

Din, madde ve insan üstü bir kavram ise onu beşerî alana sığdırmaya çalışmak ancak dinin gerçek anlamını bilmemek ya da belirli bir hedefe yönelmişken söylediklerinin ne anlama gelebileceğini fark etmemekten, yani kendini kaybetmekten kaynaklanabilir. Bu sebeple cisimleşmiş bir yaratıcının insanlara daha yakın olduğunu iddia edebilir. Yaratıcının cisimleşmekle insanlara daha yakın olacağını düşünmek ancak beşer aklının sığlığından ortaya çıkabilecek bir hükümdür ve bu, zamanla dogmaya, bu fikri temsil eden zümrenin etrafında ruhbanlık müessesesine dönüşebilir. Oysa cisimleşmek zaman ve mekâna sınırlılığı, sadece yakın çevresinde bulunanlara bir yakınlığı getirir. Oysa herkese ve aynı anda sürekli yakın olmak için zaman ve mekânın dışında olmak gerekir. O halde herkese aynı yakınlıkta olacak bir yaratıcı maddî âlemin dışında ve o âlemin sınırlılıklarından sıyrılmış olmalıdır. Bu noktada temel problem Yaratıcı kavramını ve dinin hükümlerini beşerî aklın algılama ve değerlendirme darlığına indirgemekten kaynaklanıyor olmalıdır. Bu mânâyı en veciz şekilde yine Muhakemat’ta yer alan Sekizinci Mukaddeme ifade ediyor olmalıdır: “Kur’ân’ın üslub-u hakimanesine yemin ederim ki: Nasarayı ve emsalini havalandırarak dalalet derelerine atan, yalnız aklı azl ve bürhanı tard ve bürhanı taklid etmektir. Hem de İslâmiyeti daima tecelli ve inbisat-ı efkâr nisbetinde hakaikı inkişaf ettiren, yalnız İslamiyetin hakikat üzerinde olan teessüs ve bürhan ile takallüdü ve akıl ile meşvereti ve taht-ı hakikat üstünde bulunması ve ezelden ebede müteeselsil olan hikmetin desatirine mutabakat ve muhakâtıdır. Acaba görülmüyor: Âyâtın ekser fevatih ve havatiminde nev’i beşeri vicdana havale ve aklın istişaresine hamlettiriyor.”

Hangi durumda olursa olsun dinlerin kudsiyeti, imanın bir akıl ürünü değil, çok güçlü hissedilen bir duygu olduğu ve aklın dine hakem konumunda olamayacağı unutulmamalıdır. Evet, din aslında ve özünde gerçek aklın ya da küllî aklın işleyişine uygun olmalıdır. Ancak bu gerçek akıl beşerî akıl olamaz. Madde ötesi ve beynin işleyişleri dışında cereyan eden hikmete uygun olmalıdır. Herhangi bir aklın üretimine dinin uymaması durumunda problem dinde değil, o aklın işleyişinde aranmalıdır. Zaten tüm dinlerin beşere yansımasındaki problem dini kendi akıllarına uydurma gayretinden kaynaklanıyor olmalıdır. Bu anlamda, hiç bir din beşerî aklın ürünü olamaz. Ancak hükümler beşerin varlıkla irtibatında önemli bir konumu olan akla tasdik ettirilir. Bu, tasdik kesinlikle hakemlik ya da onay anlamında değil sadece kişinin imanını güçlendirmek ve varlıkla irtibatını iman boyutunda gerçekleştirmek anlamındadır. Bu anlamda ölçüsüz bir tenkit ya da saldırıya cevap verirken aynı ölçüsüzlük düzeyine inmemek ve dini beşerî aklın sığlığına indiren yaklaşımın da farkına varmak gerekir. Aksi halde dinin aklın ürünü olduğu gizli telkinine âlet olmak ihtimali çok güçlenir. Asıl vurgu yapılması gereken kaynağın kudsiyeti ve din kavramının her türlü arzî ve maddî kavramın üstünde bir iltizam şeklindeki güçlü duygu olduğudur.

Bu arada, her hangi bir dine yönelik tahkir cümleleri cevaplanırken muhatap o cümleleri sarf eden değil de, o şahsın temsil ettiği din olursa bunu malzeme yapmak isteyen art niyetli yaklaşımda olanların işi kolaylaştırılmış olur. “Asıl sizin dininiz” şeklinde ortaya çıkan çekişmeler, birlik ruhu ile tevhid mânâsını yakalamaya çalışan insanlığın bu yolda gidişini sekteye uğratacaktır.

Şahısların yaklaşımı ile kurumlara ya da topluluklara düşman olmak dünya genelini toplum mühendisliğine açık hale getirecektir. Bu durum da dünya üzerinde farklı emellerle dinler ya da medeniyetler arası çatışma oluşturmak isteyenlerin işini kolaylaştıracaktır. Herhangi bir dinin diğerine üstünlüğünü böyle bir zeminde ele almak, beşerî zaafların etkilerini belirginleştirecektir. Maddî alanda, benlik duygusunun ön plana çıkması ile tartışmayı duygusal zeminlere taşıyacak ve müsbet etkileşimi baltalayacaktır.

Sağlıklı bir iletişim ortamında Hıristiyanlığın İslâm dininden öğreneceği en önemli bilgilerden biri gerçek aklın verilerine ve hikmete sağlıklı bir zeminde nasıl ulaşılacağı olmalıdır.

18.09.2006

E-Posta: [email protected]




Zeynep GÜVENÇ

Yeme-içme konusunda hassasiyet



Bir değişiklik yapalım, Türkiye özlemimizi bir nebze olsun dindirelim diye “lahmacun” yemeye karar verdik. Bu sebeple de bir Türk lokantasına doğru yola çıktık. Daha restoranın içine girer girmez mahzeni andıran bir görüntü gözüme ilişti. Düşünün şimdi, büyük içki şişelerinin arasından salona doğru yürüyorsunuz, ama kapının girişinde Anadolu motiflerinden esinlenilmiş kilimler, testiler ve bakır kaplarla karşılaşmışsınız. Siz olsanız, öyle bir girişten, böyle bir gelişme bekler misiniz? Ben de beklemiyordum.

Boşver, dedim. Burası Amerika, adamlar para kazanmak zorunda. Hem ben yemeğimi yerken bu mahzeni görmeyeceğim. Sonuçta bu memlekette çok fazla alternatifimiz yok. Daha önce gittiğim Amerikan restoranlarının hiçbirinde görmediğim bu manzara, dışardan sanki “Türkler içmeden yaşayamazmış gibi” algılanıyordu. Hemen o mekândan ayrıldım. Orada bir tepki koymak gerektiğini düşündüm. Benim milletimin temsilciliğini üstlenmiş (belki de bunun hiç farkında olmayan) bu yerde, başımdaki örtümle oturmayı kendime yakıştıramadım.

Gurbette olanlar küçük bir hatırlatma size: Her gördüğünüz Türk, Afganistan, Lübnan restoranlarını helâl sanmayın. Her gördüğünüz Çin, Hint restoranını da haram sanmayın. Sizden son derece farklı kültürlerin lokantaları (Çin, Hint, vs.) sizin yiyecekler konusundaki hassasiyetinizi bilip ona göre yemek hazırlıyabiliyor, (tabiî bunda maddî kaygılar da sözkonusu) fakat gel gelelim bir Afganistan lokantası “Hangi et helâl ki bu zamanda?” diyebiliyor.

Bunları duyduktan sonra, Türkiye’de güvenip gittiğim her yere, artık şüpheyle bakmaya başladım.

Yiyecek alış verişlerine gelince;

Önceleri, kendi ülkemizde alacağımız yiyecek malzemelerinin muhtevasını çok da fazla araştırmamıza gerek kalmadan alış veriş yapabiliyorduk. Fakat bu ülkede, nerede helâl et satılıyor, hangi ürünü rahatlıkla alabiliriz, çok iyi bilmek gerekiyor.

Helâl et satan Arap marketler dururken, nasıl olsa Müslüman memlekette yaşamıyorum diye herhangi bir marketten et alış verişi yapan (balık dışında) Türkler de var. “Dört mezhebin kestiği helâldir” anlayışında olan bu arkadaşlar, hayvanların şoklanarak öldürüldüğünden habersiz olmalılar. Çünkü bu ifade kesim için geçerli. Konu ile ilgili, dinî otoriteler, farklı açıklamalarda bulunsalar da, sonuçta en güzeli şüpheli şeylerden kaçınmak.

Amerika’da para kazanmak için, pizzanın içine “domuz eti koymak zorunda kalan” Türk pizzacıları var. Bu durum, benim uzun zaman aklımı kurcaladı. Acaba gerçekten gayr-i müslim memlekette yaşamak, kişiye böyle bir tavizi mübah kılar mı?

Bir İlâhiyat doçentinden öğrendiğime göre: “Haram lokmanın memleketi olmaz. Çünkü haramdan rızık olmaz.”

Bunun yanında birtakım hassasiyetleri bünyesinde barındıran ve bu devir için detaycı tabir edilen Türkler, şu hususlara çok dikkat ediyor. Pizza alırken, garsonların kesmek için kullanacakları bıçağı değiştirmelerini rica ediyorlar. Çoğu zaman dışarıda yiyebilecekleri yegâne şey balık oluyor. Her yerde rahatlıkla bulabilecekleri “Subway”den balıklı sandviç alacakları zaman, garsonların eldivenlerini değştirmelerini istiyorlar.

Marketlerden yaptıkları yiyecek alış verişleri sırasında, alacakları her şeyin (U) (D) (K) damgasına sahip olup olmadığını kontrol ediyorlar. (Bu işaretler, ‘Yiyeceklerin muhtevasında Yahudiler için yenmesi sakıncalı bir madde yoktur’ anlamına geliyor.) Müslümanlar da aynılarını yemedikleri için alınmasında bir sakınca olmuyor. Eğer bu damgalardan yoksa içindekiler kısmını tek tek okumanız gerekiyor. (Ben en çok ekmek bölümünde zorlanmıştım. Ekmekler genelde fazla dayansın diye yenmesi caiz olmayan “mono–and diglycerides” içeriyor. Sonunda “french bread’i” keşfettik çok şükür.) Yoğurtlarda da “gelatin” (domuz katkı maddesi) olmamasına dikkat ediliyor.

Neyin doğru, neyin yanlış olduğu konusunda fazlasıyla çelişkiye düşebileceğimiz bu zaman diliminde, hassas olmak, dengeyi bulabilmek insanı fazlasıyla yoran birşey.

Acaba Türkiye’de kaç kişi yediği etin helâl olup olmadığını, ya da aldığı ürünlerde İslâma aykırı bir madde bulunup bulunmadığını araştırıyor? Kasap Hasan hacca gitmiş, mahalle bakkalının duvarlarında âyetler asılı, onlarda da yanlış olmaz artık demeyin!

Siz yine tedbiri elden bırakmayın.

18.09.2006

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Papa ve Türkiye İslâm Akademisi



Görebildiğim kadarıyla, haricî tepkiler ve dışlayıcı etkiler karşısında kendimizi ve değerlerimizi daha fazla sahipleniyoruz. Yumruk yedikçe, hamurumuz kavileşiyor. “Asabiyet-i milliye,” müsbet tarafından dinî ve millî hasletlerimize şuur veriyor.

Daha doğrusu, hassasiyetimize yapılan saldırı ve müdahaleler, iç dünyamızın referanslarını harekete geçiriyor. Vicdanî kodlarımıza götürüyor. Tarihle hemhal bir psikolojiye sürüklüyor. Bir öğrenme merakı ve cevap verme görevi yüklüyor.

Bu şartlarda, kaybolmuş tarih hafızasının yüz yıllık enkazı altında çıkan parçaların muhasebesini ve geçmişe ait bağını kuracak ilmî bir atmosferden de uzağız. Tarihle ve dinle kavgası olan bir anlayışın mahsulü olan günümüz Türkiye’si; Ermeni, Rum, İsrail, Papa, Avrupa’dan yükselen menfi demeçler ve Amerika-İngiliz hattındaki işgaller yüzünden silkinme ve kendi aslına rücu etme iklimi yaşıyor.

Buradan hareketle; yurtdışına giden vatandaşlarımızın daha dindar ve tarihine bağlı olarak dönmeleri gösteriyor ki, görmezden geldiğimiz imparatorluk tarihi ve şuurunun mirası olan bir ülke, iç polemiklerin kısır döngüsü ve resmî hafızanın hakikati ketm eden vaziyeti yüzünden ihmal edilmiş, öğrenilememiş.

İnsan bilmediğine düşman olunca; kültür varlıklarına, san'at estetiğine, hukuk metinlerine, İslâmî eserlere ve millet olmanın manevî dokularına yabancılaşıyor. Buna kasteden “menhus ruh”un sakatladığı bireyler olarak, kılıçtan kaleme geçmiş saldırıları, ithamları ve tarihi çarpıtan beyanları tam mânâsıyla ilim, akıl ve mantık diliyle izah edemiyoruz.

Gelinen nokta, müjdeleyici bir dönemin işaretleri. Toparlanmak üzereyiz. Üstümüzdeki ölü toprağından kurtuluyoruz. İçe dönük husumeti azaltıp, dışa dönük menfi Batıya karşı kılıç değil, kalem kuşanmanın vakti. Marifetin nuranî yansımalarını Batıya göndermeliyiz.

Batı genellemesi ile Bush, Blair, Danimarkalı karikatürist, Salman Rüştü ve en son Papa 16. Benediktus’un talihsiz ve tahrikkâr beyanlarından hareketle hop oturup hop kalkmak yerine, inandığımız güçlü hakikatleri havi İslâm güneşinin kâinatı ısıtacak doğrularını, şefkatini ve sulhunu ikna edici şekilde dünyaya duyurmalıyız.

Bu meyanda, İKÖ enformasyon bakanlarının geçen hafta yaptığı toplantı sonrasında aldığı kararlar, İslâm imajının doğru anlaşılmasına katkı sağlayacaktır. İslâmî duyarlılığa uygun haber kaynakları, medyanın menfi telkinlerini kıracaktır.

Tahriklere kapılmadan, haklılığımıza hakaret katmadan dâvâmızı anlatmalıyız. Hıristiyanlarla Müslümanların yakınlaşmasını hazzetmeyen küresel ifsadın yanı sıra iki taraftan yükselen radikal unsurlara ve beyanlara karşı; hem Hıristiyanlık dünyasından, hem de İslâm dünyasından müsbet görüşleri öne çıkarmalıyız.

Menfi fikirler, sonuçta mevziidir. 1500 yıllık İslâmın mukaddesliğine ilgi ve alâkayı arttırır. Batının doğru İslâmı anlamasına vesile olur. İnternet sayesinde milyonlarca insanın İslâmı keşfetmesine ve münakaşadan çıkıp müzakereye geçmesine sebebiyet verecektir.

Batı karşısında, özelde Avrupa Birliği nezdinde İslâmın doğru verilerini ve mukni çözümlerini; ilmî perspektifte kolektif hafıza ile sunacak yüksek bir şûrâya ve onun müstakil yapılanmasına acilen ihtiyaç var. Bunun için Türkiye İslâm Akademisi kurulmalıdır.

Türkiye İslâm Akademisi; Polis, Adalet, Harp akademileri gibi özel statüde, özerk ve ilmî bir kuruluş olarak bütün tezlere, iddialara ve meraklara cevap veren bir kurum olmalıdır. Araştırma ve inceleme eksenli, TÜBİTAK gibi yapılanmalıdır.

Batıya daha organizeli, kurumsal ve süreklilik arz eden bir ciddiyetle muhatap olmanın ve cevap vermenin yolu kurum kültürüdür. Yoksa, mevsimlik tepkiler unutulur gider.

İlahiyat Fakülteleri, Diyanet İşleri Başkanlığı ve Türk Tarih Kurumu envanterinden yararlanılarak yasal çerçevesi oluşturulabilir. İlmi objektifliğe dayalı doğru İslâmı yorumlamaya ve günümüz evrensel normlarına hitap edecek bir mahiyette iç meselelerden ayrı, medeniyetler arası uzlaşma/ittifak ve dinler arası diyalogla dünya barışına ve İslâm ülkelerinin uyanışına ciddî vesile olur.

Devlet Bakanı sayın Mehmet Aydın hocanın nazar-ı dikkatine sunulur.

18.09.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004