Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 04 Ekim 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Sami CEBECİ

Göz mucizesi ve basiret gözü



Yüce Yaratıcının insana ihsan ettiği bütün organlar ve duygular şüphesiz fiyat biçilemeyecek kadar kıymetlidir. Onların değerini, geçici veya daimî olarak kaybettiğimiz zaman anlarız.

Bu organların içinde en kıymetlilerinden olan ve ruhumuza pencerelik görevi yapan gözleri-mizdir. Dünyaya geldiğimiz zaman, diğer organlarımız gibi onları da hazır bulduk. Herhangi bir dükkândan almadık veya bir atölyede yaptırmadık. Bu hakikati nazarımıza sunan Cenâb-ı Hak, âyet-i kerimede “Kimdir kulak ve gözler yaratıp size veren?” ferman eder. Buna açıklama getiren Bediüzzaman der ki: “Sizin âzâlarınız içinde en kıymettar göz ve kulaklarınızın mâliki kimdir? Hangi tezgâh ve dükkândan aldınız? Bu lâtif kıymettar göz ve kulağı verecek, ancak Rabbinizdir. Sizi îcat edip terbiye eden Odur ki, bunları size vermiştir. Öyle ise, yalnız Rab Odur; Ma’bud da O olabilir.” (Sözler, s. 675)

Göz, bütün organlarımız gibi Yaratıcı Kudretin îcat ettiği bir mucizedir. Gözün ön kısmında kornea adı verilen bir saydam tabaka, onun arkasında iris tâbir edilen ve ortasındaki deliği ışık şiddetine göre açılıp kapanabilen bir perde vardır. Gözün farklı renklerde olmasını sağlayan da odur. Onun arkasında da mercek bulunur. Bu mercek kirpiksi kaslarla göz cidarına asılmıştır. Daha arkada retina denilen ağ tabakası yerleştirilmiştir. Retinada ışığa duyarlı reseptörler yaratılmıştır. Retinada on tabaka halinde organize edilmiş koni şeklinde yedi milyon civarındaki hücreler renkli ve net görmeyi sağlar. Çomak biçimindeki basil denilen hücreler yaklaşık 125 milyon kadardır. Onların da alacakaranlıkta görme ile ilgili olduğu sanılmaktadır. Böylece gözün, ortalama 130 milyon hücreden yaratıldığı anlaşılır.

Göz kapaklarımızı açıp kapamak dışındaki görme mekanizması tamamen irâdemiz dışındadır. Hattâ, göz kapaklarının refleks kırpılması bile irâdemizle değildir. Gözyaşı bezlerinden salgılanan gözyaşı ile gözlerimiz sürekli yıkanarak mikroplardan arındırılmakta, göz kapakları ile de araba sileceği gibi devamlı temizlenmektedir.

Göze ışık düştüğü zaman bir ayarlayıcı mekanizma otomatik olarak ve bizim irâdemiz dışında, irisin ortasındaki pupilla denilen deliğin büyüklüğünü ayarlar. Bu öyle bir ayarlamadır ki, bu delikten geçen ışık miktarı, arkadaki ışığa duyarlı retina tabakası için en uygun seviyedir. Kirpiksi kaslarla göz cidarına bağlı olan mercek, bu kasların orantılı kasılma ve gevşemesiyle kalınlığı ve inceliği değişerek dış âlemden gelen görüntülerin net görülmesini sağlar. Göz merceğinden içeri giren görüntü retinadan görme sinirlerine geldiğinde görüntü ters vaziyettedir. Binlerce sinir ağlarıyla beyindeki görme merkezine ulaştığında, görüntü beyin tarafından düzeltilir. Böylece, biz her şeyi düzgün bir şekilde görmüş oluruz. Kaba taslak anlatılan bu görme fiili, gözün yaratılışı gibi bir mucizedir.

Katarakt denilen şey ise, göz merceğinin yaşlılıkla bağlantılı olarak özelliğini kaybetmesi, sertleşmesi ve matlaşmasıdır. Teknolojinin gelişmesiyle bulunan Fako sistemiyle merceğe yakın 3 milimetrelik bir delik açılmakta ve bozulan mercek alınarak yerine sun’î mercek konulmaktadır. 15 dakikalık dikişsiz bir operasyonla yeniden net görme sağlanmaktadır.

“Göz bir hâssedir ki, ruh bu âlemi o pencere ile seyreder” diyen Bediüzzaman, gözü Allah hesabına kullandığımız zaman onun mânevî değerinin yükseleceğini ve kâinat kitabının bir mütalâacısı, İlâhî san’atların bir seyircisi ve dünya bahçesindeki rahmet çiçeklerinin bir arısı derecesine çıkacağını söyler. İbret gözüyle bakılan varlıklardan mânevî öz suları alarak kalb kovanında iman balını yapacağını ifade eder. Aksi takdirde o gözün, nefsânî ve şehvânî arzulara hizmet eden basit bir âlet durumuna düşeceğini beyan eder.

İnsanda baş gözünün olması mevcudatı görmeyi, basiret gözünün bulunması da o varlıkların mûcidini görmeyi sağlar. Yaratıcıyı görmemek basiret gözünün kör olduğunu gösterir. Halbuki, her fiilin bir fâili, her kitabın bir kâtibi ve her san’atlı şeyin bir san’atkârı bulunmak gerektir. Bediüzzaman Hazretleri der ki: “Basar masnuâtı görüp de, basiret Sânii görmezse çok garip ve pek çirkin düşer. Çünkü, o halde Sâniin mânen, kalben görünmemesi, ya basiretin fıkdanındandır (yokluğundan) veya kalb gözünün kör olmasındandır.” (Mesnevî-i Nuriye, s. 192) Evet, Allah’ı inkâr etmek, gözün gördüğü bütün eşyayı inkâr edip yok saymaktan daha çirkin bir inkârcılıktır. Böyle insanların kalbleri ve kulakları mühürlenmiş ve gözlerine de perde çekilmiştir. O çe-kilen perde ise mânevîdir ve onların kendi kabahatlerinin neticesidir ve ondan sakınmak kâfirler için mümkün değildir. Göz ruhun aynası olduğundan, onlar gözlerinden de bilinebilirler.

Evet, baş gözü de, basiret gözü de Allah’ın bir mucizesi ve hediyesidir. Ancak, göz herkeste var, fakat basiret gözü ise îman hakikatine talip ve sahip olanlarda vardır.

04.10.2006

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Popstar’da bir kayıp



Televizyon kanallarında Ramazan’da da tahribat tüm hızıyla sürüyor.

Bir yandan “devlet” kademesinde “îrtica” senfonisi çalınırken, öte yandan özel kanallar, gençliği sefih duygulara özendirmek için ellerinden gelen çabayı sarf ediyor.

Star televizyonunda “Popstar Alaturka” yarışması var. Bu yarışmada Zeynep Fidan Durman isimli bir kız, yarışmanın finalistlerinden. Buraya kadar her şey normal.

Anormal olan, meğer bu genç kızın bir zamanlar Emniyet Müdürlüğü’nce aranıyor olması... Hem de bir zamanlar evli olduğu eşi tarafından verilen “kayıp” ilânıyla.

Eski eş, bir gazeteye verdiği açıklamada diyor ki:

“Zeynep’le evlendik ve Sakarya’ya yerleştik. Ancak Zeynep’in gözü yükseklerdeydi. Bir takım yerlerde çalışmak için evden kaçtı. Uzun süre aradım ama bulamadım. Bunun üzerine polise kayıp başvurusunda bulundum. Daha sonra Zeynep ortaya çıktı ve biz boşandık.” (Posta)

Meğer şöhret için genç kız evliliği bırakıyor, sırra kadem basıyor... İzmir’de bazı pavyonlarda çalışıyor ve televizyonda gördüğü “Popstar Alaturka”ya katılarak, şöhrete ilk adımlarını atıyor.

Genç kız “evliliği” elinin tersiyle iterek, şöhrete doğru koşarken, aslında “benliğini” ve “ruhunu” kaybediyor.

Nice “şöhret”ler bu gün nerede?

Asıl şimdi “kayıp aranıyor” ilânını vermek lâzım.

TARTIŞMA ve TARAF

Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt’ın sözleri tartışılıyor medyada.

Büyükanıt’ın TESEV raporunu eleştiren sözleri sebebiyle Gülgûn Feyman, raporu hazırlayan Lale Sarıibrahimoğlu’nu telefonla konuk ediyor haber programına. (Habertürk)

Ama o ne?

Tartışma “kavga”ya dönüşüyor.

Ve konuk, “terbiyesiz” diyerek canlı yayını terkediyor.

Feyman, yüzüne kapanan telefonun ardından, ‘terbiyeyi sizden öğrenecek değilim’ yorumunu yapıyor ve sonra yayınına hiçbirşey yokmuş gibi devam ediyor...

Bunca yıldır haber spikerliği yapan Feyman, bu konuda “taraf” olmayacağını bilmeli. Eğer “taraf”sa bunu belli etmemeli, üstelik canlı yayında.

Biliyorum, “tereciye tere satılmaz” ama profesyonellikle, duyguları birbirine karıştırmamalıydı.

TÜRBAN

Seda Sayan da, nasıl gündeme geleceğini, diğer meslektaşları gibi biliyor.

Önceki günkü yayınında, “türban” takarak sahneye çıktı.

Bir kıyamet, bir kargaşa.

Diyorlar ki, “Seda Sayan'ın ucuz şovu Kanal D’ye yakıştı mı?” (Basın)

Yine diyorlar ki:

“Her an dekolteleriyle ekrâna çıkan Seda Sayan bu kez reklâmını yapacağı türban firmasının (Tekbir Giyim) üç kuruşu uğruna türban takıp canlı yayına çıktı.”

Hatta:

“Bari Büyükanıt Paşa konuşurken bunu yapmasaydı” diyenler var.

Çünkü aynı saatlerde Büyükanıt’ın konuşması bir çok televizyon kanalında verildi.

Ne diyordu Büyükanıt:

“İnsanımızı çağdışı görünüme sokmak isteyenler yok mu? Var. O halde irtica vardır.”

Şu ekranda yaşananlar öylesine garip ki?

Komedi mi, yoksa trajedi mi?

Yoksa “drama” mı?

Adını siz koyun.

AŞAĞILAMA

Hani “Elif Şafak”a “Türklüğü aşağılıyor” diye dâvâ açanlar veya mahkeme kapısı önünde “tartaklayanlar” var ya... Onlar galiba “Survior”u izlemiyor. (Show TV)

Türk ve Yunan yarışmacıların ayrı ayrı adalarda kalarak yarıştığı bir yarışma bu.

Daha ilk elemelerde, Yunanlı sunucunun “Türkleri savaşçı, yabani” gibi sunmasından ve ileriki bölümlerde, “aşağılama”lardan kimse “rahatsızlık” duymadı mı?

Arz edelim dedik.

04.10.2006

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Hoş geldin Olli!



Avrupa Komisyonunun genişlemeden sorumlu üyesi Olli Rehn ülkemizde. Eğer popüler bir yazar olsaydım, bir de Brüksel’de Olli Rehn’le baş başa yemek yeme imkânı bulup, direkt telefonuma çıkacak kadar samimiyet kursaydım kendisine; “Hoş geldin Olli” derdim.

Geçici olarak böyle bir role soyunup, sayın Olli Rehn’le konuşmak istiyorum:

İyi ki geldin Olli. Nasılsın, iyi misin? Hayırlı Ramazanlar diliyorum. Ayrıca AB’ye gireceksek, bayramlarımız ve Ramazanlarımız da sizi ilgilendireceğine göre, belki de zamanla bizim inancımıza hürmeten “oruç günü” de AB takvimine dahil edilir. Sadece bir gün de olsa, dostlukların pekişmesi adına “Avrupa oruç günü” ilân edersiniz.

Türk-İş’in dâvetlisi olarak gelmene sevindim Olli. Sakin duruşun bir Avrupa klasiği. Soğuk demek istemiyorum. Çünkü artık dostuz. Akdenizli sıcaklığıyla Avrupa soğukluğu arasında bir yerde buluşacağız zaten.

Bizler tez canlı, sizler geç kanlı oldukça, bu işin ortasını bulacağız.

Sevgili Olli, seni çoktan bekliyorduk. Geçen yıl müzakereyi başlatmamızdan sonra siz de bizi unuttunuz galiba. Sezon başı açılışları gibi rapor öncesi değil de, her zaman bekleriz. Çünkü bizim okullarda zamanında ödev yapmayı kazandıran bir sistem yok. Öğretmen sık sık kibarca(!) hatırlatma ve uyarılarda bulunarak ödev bilincini geliştirir.

Görev verip, kaybolmak yok Olli! Bize daha ciddî zaman ayırın. Bizi anlamaya çalışın. Bizi daha çok dinlemeye göre zamanınızı planlayın. Gelin bol bol muhabbet edelim. Biraz espri de katın konuşmalarınıza. Fazla ciddî ve sistemli ilişkilere alışkın değiliz. Bizde “büyükler” vardır, hakkımızda en iyi kararları onların vereceğine bizi bir şekilde inandırmışlar. İnanmadığımızı hissettiklerinde ise, bizi kurtaracak operasyonlara hemen girişiyorlar. Allah bizi bu kurtarıcılardan ve sizdeki fanatik Türkiye muhaliflerinden korusun.

Dostum Olli, şükret ki 2006 Türkiye’sinde gelip konuşuyorsun. Ağzından bal damlıyor sanki. Demokrasi, insan hakları, ifade özgürlüğü, birey, kalkınma, sendikal haklar, büyüme, v.b. hoş konulara değiniyorsun. Söylemem gerekir ki, bir kısım vatandaşımızın hoşlanmadığı alanlara giriyorsun.

Evet lehimize diyorsun, “ancak, velâkin, zaten, fakat, olur mu, o kim, olmaz” gibi beni tahrik eden bir çok bariyer kelime beni tıkıyor ve statükomu devam ettirmemi söylüyor. İtiraf etmeliyim ki, sana tepki verme kolaycılığı daha hoşuma gidiyor.

Olli, anla beni! Kararlı ol, beni incitme, değerlerime itina göster ve beni AB müktesebatı içinde Müslüman bir olgu olarak kabul et! Beni AB’ye alırken, biraz gönlüme de hitap et! Özellikle “büyük”lerimiz, öylesine dünyada eşi menendi olmayan bir sistemimizin olduğuna bizi saf saf inandırdılar ki, sizleri duyunca aklımızın hoşuna gidiyor, “ancak, zaten, fakat” deme alışkanlığımızın ezberiyle konuşmak ve “büyük”lerimizin son hiddetine maruz kalmadan güvenli geçiş korkusuyla kendimizi güvencede tutmakta, tecrübelerimizin kazandırdığı bir gerçek. Bunları sizinle paylaşmakta artık beis görmüyorum. Öyle ya, artık dostuz.

Bir ufak ricam. Papa dikkatli konuşursa, sizinle dostluğumuz daha anlamlı olur. Ayrıca sizdeki ayrılıkçı, fanatik, din ayırımı yapan, haçlıdan kalma dürtülerle bizi sorgulayan ve tarihimizi yargılamaya çalışan şu “soy” işi ile uğraşanlara da bir tembihte bulun.

Olli, seninle dostluğumuzu geliştirmek için benimle ilgilenmen ödevini de ben vermek istiyorum: Bizde yakında iki seçim var. Bir de bu işle ilgili geçim var. Bir de laiklik ve irtica paranoyası ile inançlı kesimi sorgulayanlar var. Diğer tarafta mukaddeslerimizi bir müddet politik istismar alanı yapanlar var. Şimdilerde karşılıklı rahatlamaya götürecek bir hoş-beş noktasında değil devlet kurumları ve organları.

Ancak AB süreci ile birlikte bizde de müzakereler artmaya başladı. Taraflar tartışıyor. Çok seslilik, yok sesliliğe dönüşmeden devam edecek inşallah.

Olli, bizim mirasımızla, sizin teknoloji ve modern altyapınızın demokratik ölçekte buluşacağına inanıyorum. İnce, uzun ve insanî bir buluşmaya doğru gidiyoruz. Bu kolay bir yol değil. Kesilmeden devamı halinde, insanlığın iki dev bloğu ve inancını temsil eden medeniyetlerin buluşması gerçekleşecek.

Olli, tekrar hoş geldin… Güle güle git. Bizi ihmal etme. Yine bekleriz. Beni ara emi?

04.10.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Muhtelif cevaplar



Orhan Bey: “Esmâü’l-Hüsna’nın ‘Allah (c.c.), Rahman...’ diye devam eden, bilinen bir sırası var. Bunun hakkında bilgi verebilir misiniz? Kim, ne zaman ve neye göre yapmış.”

Esmâü’l-Hüsnâ ile ilgili tüm bilgiler vahiy kaynaklıdır. Cenâb-ı Allah Kendi zatına mahsus güzel isimlerinden dilediklerini Kur’ân ile ve Peygamberinin (asm) diliyle haber vermiştir. Sayısı bini bulur. Allah’ın bildirmediği isimleri de vardır şüphesiz. Nitekim Allah Resûlü (asm) bir niyazında şöyle buyurmuştur: “Allah’ım! Sana, Zat-ı Bârî’ni isimlendirdiğin, Kitabında inzâl buyurduğun, Peygamberine tâlim buyurduğun ve ezelî ilm-i gaybında Kendin için tahsis ettiğin Esma-i Şerîfenin hepsiyle niyaz ederim.”1

Hazret-i Âişe validemiz (ra); “Allah’ım! Esma-i Hüsna’ndan bizim bildiğimiz, bilmediğimiz bütün isimlerinle Sana münâcât ederim. Büyüklerin büyüğü olan İsminle Sana niyaz ederim. Kim ki Sana bu isimlerinle duâ ederse cevap verirsin Rabb’im!” diye niyazda bulunmuştu. Bunu işiten Allah Resûlü (asm), “İsabet ettin! İsabet ettin” buyurdu.2

Cenâb-ı Hak (cc) bizim bilmemizi irade buyurduğu Esmâ-i Hüsnâ’sından bir kısmını sırf vahiy olan Kur’ân-ı Kerim’inde zikretmiş, bir kısmını ise Resûl’üne (asm) yine vahiyle bildirmiştir. Resûlullah Efendimiz (asm) Esmâ-i Hüsnâ’dan hiç olmazsa doksan dokuzunun ihsân edilmesini, yani bilinmesini, kavranmasını ve gerekleriyle amel edilmesini tavsiye buyurmuş, doksan dokuz ismi kavrayanı Cennet’le müjdelemiştir.3

Esmâü’l-Hüsna’dan doksan dokuzunu “Allah, Rahman, Rahîm...” diye bilinen sırası ile Peygamber Efendimiz (asm) bildirmiştir. Ayrıca ilk on dört isim, sırasıyla, Haşir Sûresinin 22-24 âyetlerinde geçmektedir.

***

Erdal Bey: “Peygamber Efendimiz (asm) bazen başka kabilelerin geleneksel kıyafet ve elbiselerini giyerdi. Peygamber Efendimiz (asm) Müslümanlara aynı zamanda başka milletlere benzemeye çalışmayınız diyor. Eğer kendisinin öyle yaptığı doğru ise, başka milletlere benzememek nasıl olacaktır?”

Peygamber Efendimiz (asm) cahiliye döneminden gelen örf ve geleneklerden İslâma uygun olanları almış, İslâm’a uygun olmayanları ise ya kaldırmış veya değiştirerek İslâma uygun hale getirmiştir. Giyim kuşam bunlardandır.

Fakat öte yandan elbise üretimi ve tekstilin teknik ve meslekî yanı da vardır. Hangi elbiseyi kimin ürettiğinden önce, hangi elbisenin İslâmın edep ve ahlâk kriterlerine uygun olup olmadığı önemlidir. İslâmın edep ve ahlâkına uygun düşmeyen giyim kuşamın alınmasına elbette cevaz verilmemiştir. Fakat İslâm ahlâkına uygun kıyafeti gayr-i müslim üretmişse eğer, bunu alıp giymekte bir sakınca görülmemiştir.

Bununla beraber Müslümanların güçlü olmaları ve kendi zevklerine uygun tekstili, teknolojiyi ve sanayii kurmaları elbette teşvik edilmiştir.

DUÂ

Allah’ım! Dünya musîbetlerinin çâresiz bırakan şiddetinden, belâlara karşı sabırsızlık âfetinden, günlük alışkanlıklarımızın yakıcı felâketinden, devâsız hastalıklardan, çözümsüz düğümlerden, gaflet veren sıkıntılardan Sana sığınırız! Allah’ım! Günahlar ile ruhumuz arasına bir engel olarak, kalbimize korkunu ve heybetini yerleştir! Nimetlerin ile ruhumuz arasına bir duâ ve şükür vesîlesi olarak, kalbimize hamdini ve senânı yerleştir! Bize, Cennete girdiren itaat nasip eyle, Cennete girdiren teslimiyet nasip eyle, Cennete girdiren îmân nasip eyle! Bize, rızâ yollarını aç! Bizi Cehennem ateşinden koru!

Âmîn... Âmîn... Âmîn...

Dipnotlar:

1- Ahmed b. Hanbel, Müsned, I/391; Tecrit Terc., 8/192. 2- Tecrit Terc. 8/192. 3- Buhârî, 8/1165; Tirmizî, Daavât, 86.

04.10.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Nasıl döndü?



Hak ve hakikat o kadar güçlüdür ki onun karşısında ne tanklar, toplar, ne de nükleer silâhlar durabilir. Allah Resûlü (asm), “Hak yücedir. Onun üstünde bir kuvet yoktur. Ona galip gelinemez” buyurmuyor mu?

610 yılında doğan İslâm güneşinin kısa zamanda karşılaştığı onca dirence rağmen galip gelmesinin temelinde bu vardır. Amerikalı ilim adamı M. Heart’ın dünyanın en etkili olmuş yüz adamı içerisinde ilk sırayı Efendimize (asm) vermesinin temelinde de aynı sır yok mudur?

Arabın dört dahisinden birisi olan Amr bin Âs’ın, Habeşistan’a Müslümanları iade etmesi için Necaşi’ye ricada bulunmak maksadıyla gittiği anlardı. Değerli hediyelerini takdim etmiş, kralın hoşnutluğunu kazanmıştı. Bunu fırsat bilip, huzurundan çıkan bir Müslümanı öldürmek için istedi. Bu Necaşi’yi kızdırmaya yetmişti. Amr bin Âs ise “Yer yarılsa korkudan yerin dibine girerdim” diyecek kadar korkmuş, “Ey Melik, memnun olmayacağını bilseydim, hiç istemezdim” demişti. Necaşi çıkışmış, “Musa’ya gelen Namus-u Ekber’in kendisine geldiği bir zatın (asm) elçisini nasıl sana teslim etmemi; sonra da öldürmeyi düşünebiliyorsun?” demişti.

Sonra da aralarında şu konuşmalar geçti:

“Gerçekten söylediğin gibi mi?”

“Yazık sana ey Amr! Allah’a yemin ederim ki gerçekten o doğruluk üzerindedir. Musa bin İmran’ın Firavun ve ordusuna galip geldiği gibi o da kendisine karşı çıkanlara mutlaka galebe çalacaktır.”

Bu sözler etkilemişti Amr İbni Âs’ı. Öyle ki Necaşi’ye, “İslâma girmek üzere Hz. Muhammed (asm) adına biatımı kabul eder misin?” deme zorunda hissetti kendini.

Necaşi, “Evet” deyip elini uzatmış, biatını kabul etmiştir. Ancak Müslüman olduğunu dışardaki arkadaşlarından gizlemiş, dönüşte Müslüman olduğunu ifade etmek üzere Resûlullaha ulaşmak için yola çıkmıştı. Yolda Halid bin Velid’e rastlamıştı. Onun da Müslüman olmak için yola çıktığını öğrenmiş, birlikte huzura çıkıp Müslüman olmuşlardı.

Bu, hak ve hakîkatin zaferiydi.

04.10.2006

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Kısa bir ara...



Bir yakınımın geçirdiği kaza sebebiyle yazılarıma bir süreliğine ara veriyor, durumu anlayışla karşılayacağından emin olduğum tüm değerli okuyucularımın bu mübarek ayda şifa duâlarını istirham ediyorum. Selâmlar... (A.F.)

04.10.2006

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

"Kürt Teâli" iftirası



Müfteri iftiraya doymaz.

Siz bir dizi iftirasını çürütün, ona en sağlam, en keskin delillerle cevap verin, o kısa sürede ortaya yeni bir iftira daha atar.

Çünkü, müfteri iftira üretmekte hiç sıkıntı çekmez. Malzemesi boldur onun.

Son birkaç senedir, müfterilerin ürettiği yeni bir iftira var: Güyâ, Bediüzzaman Said Nursî 1917–1918 yıllarında kurulan Kürt Teali Cemiyetinin aktif bir üyesi imiş.

Bu katmerli iftiranın başını çeken, Selçuk Üniversitesinde öğretim görevlisi olan bir avuç "Kemalist Türkçü" akademisyendir.

Bunlar, 1998'de kitap çıkardılar. Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi isimli bu kitapta, Bediüzzaman Hazretlerine açıktan açığa iftira ettiler. Onu Kürt (Kürdistan) Teali Cemiyetinin kurucusu üyesi diye ilân ettiler.

Şimdi, aynı yalan ve iftirayı kurdukları internet sitesinde devam ettiriyorlar.

Biz, 1999 yılı Temmuz'unda bu akademisyen gruba gereken cevapları verdik. Attıkları iftirayı madde madde çürüterek yanlışlarını yüzlerine vurduk.

Ayrıca, bu konuyu istedikleri platformda tartışmak üzere kendilerine meydan okuduk.

Hazırladığımız yazı dizisi tam on gün sürdü.

Bunlar ise, cesaret gösterip karşımıza çıkmadılar. Bize cevap verme ve yalanlarını savunma cihetine de gitmediler. Dönüp dolaşarak, sanal âlemde sallama kolaylığını tercih ettiler.

Söz konusu yazılar gazetemizin arşivinde duruyor. İsteyenlere, yahut ilgi duyanlara bunların bir nüshasını gönderebiliriz.

Yine de, bu vesileyle birkaç noktayı nazara vermek icap ediyor.

* Kürt Teali, İngilizlerin desteğiyle kurulan ve faaliyet gösteren siyasî, ideolojik ve ayrılıkçı bir cemiyettir. Üstad Bediüzzaman ise, hayatı boyunca bu tür teşekküllere müsbet değil, daima menfi bakmış ve onlardan uzak durmuştur. Nitekim, eserlerinde de aynı tavrı takınmış, zararlı cemiyetlere hiçbir surette iltifat etmemiştir. Hatta, esarette iken bu cemiyetlerle teması olan bir talebesi (Müküslü Hamza Efendi) için de "Eyvah! Ne kadar bozulmuşsun" diyerek, bir hafta uğraşıp onu "eski hamiyetine" döndürmüş.

* Üstad Bediüzzaman'ın Kürt Teali Cemiyeti kurucusu gösterenler, belgelerde yüzde yüz tahrifat yaparak bir yalanı yutturmaya kalkışmışlardır. Bu tahrifatın detaylı bilgisi, söz konusu dizi yazımızda mevcuttur.

* Üstad Bediüzzaman'ı o cemiyetin kurucusu gösterenler, bu harp gazisi hamiyetli zâtın o tarihte (6 Kasım 1917) Rusya'da esarette olduğundan bile bihaberdirler. Bundan dolayı da, gerçekleri bilenlerin nazarında madara ve maskara olmuşlardır. (Bkz: Age, s. 144)

* Said Nursî, iki buçuk yıllık esaretten kurtulduktan sonra, 1918 yılı ortalarında (Haziran–Temmuz) ancak İstanbul'a vasıl olabilmiş ve zihnen, bedenen, ruhen yıprandığını söyleyerek, uzun süre sosyal hayattan uzak durmuş, Eyüpsultan Kabristanı ve Yuşa Tepesi gibi sakin yerlere gitmiş, buralarda yalnızlık içinde istirahate çekilmiştir. Öyle ki, aradan aylar geçtikten sonra kendisini tanıyanlar ona şu suâli yöneltmişlerdir: "Neden geldin geleli siyasete karışmıyorsun?" (Bkz: Sünûhât, s. 64)

Esaretten sonra siyasete hiç karışmayan, şeytandan kaçar gibi siyasetten kaçarak Allah'a sığındığını söyleyen Üstad Bediüzzaman gibi bir şahsiyet, nasıl olur da "Kürt Teali" gibi ayrılıkçı siyaset fışkırtan bir cemiyete dahil olur. Hiç mümkün mü? Bizler de bu gibi müfterilerin iftirasından Allah'a sığınırız.

* Bir zamanlar, yine bir iftira furyası başlatılarak Bediüzzaman Hazretlerinin "zararlı cemiyetler"le irtibatlı olduğu yalanı uyduruldu. Öyle ki, bu konu Meclis'in gündemine dahi taşındı. Konunun muhatabı olan dönemin Adalet Bakanı Fuat Sirmen, çıkıp Said Nursî'nin geçmişte zararlı hiçbir cemiyetle ilişkisi olmadığını resmen ilân etmek durumunda kaldı. (1950 öncesi iki kez Adalet Bakanlığı yapan Sirmen hakkında "komünistlik" iddiasında bulunanlar dahi olmuştur. İşte, bu derece menfi birisi bile, Said Nursî'nin zararlı cemiyetle bağlantısı olmadığını açıklamak zorunda kalmış.)

* Üstad Bediüzzaman'ı zararlı cemiyetler içinde gösterenler, akademisyen de olsalar, eğer müfteri değilse hiç tereddütsüz cahildir. Yıllar önce ortaya attığımız bu iddiayı bugün de aynen tekrarlıyor ve aykırı düşünmeye devam edenleri bir kez daha fikir meydanına dâvet ettiğimizi hatırlatarak yazımızı noktalıyoruz.

Neden?

Büyükanıt paşa, aslında büyük konuştu.

Ancak, gazeteler—ne hikmetse—haberi beklenenden küçük verdi.

Neden acaba?

Sebebini tam olarak bilemiyoruz.

Ama, biz yine de "Hayırdır inşaallah" diyerek gelişmeleri hayra yoruyoruz.

Günün Tarihi

Çöküşün başlangıcı: Kırım Harbi

4 Ekim 1853: Uzun süren bir gerilim döneminin ardından nihayet büyük savaş patladı: Osmanlı Devleti Rusya'ya resmen harp ilân etti.

Rusya'nın kısa bir süre önce Eflak ve Boğdan'ı (Memleketeyn) işgal etmesi, savaş ilânını da hızlandırmış oldu. Bu savaşın tarihe mal olan ismi "Kırım Harbi" olmakla birlikte, netice itibariyle ortaya topyekûn bir savaş hali çıktı.

Kırım bölgesi başta olmak üzere birçok cephede Rusya ile savaşa tutuşan Osmanlı, hem büyük toprak kaybına uğradı, hem de tarihinin en büyük borç yükü altına girdi. Meşhur "Düyun–u Umumiye" belâsı, işte bu savaşın ağır maliyeti sebebiyle Osmanlı'nın başına açıldı.

İkiyüzlü diplomasi

Başlangıçta, İngiltere ile Fransa Osmanlı'nın yanında göründüler. Ancak, özellikle İngiltere kelimenin tam anlamıyla ikiyüzlü davranıyordu.

İngiliz diplomatlar, bir yandan Rus temsilcilerle gizliden görüşüp destek verdiklerini, hatta Osmanlı topraklarını onlarla bölüşmek istediklerini iletmek suretiyle Rusya'yı kışkırtıyorlardı. Aynı İngilizler, bir taraftan da Osmanlı diplomatlarla görüşerek Rusya'ya karşı kendilerine her türlü desteği sağlayacaklarını belirtiyorlardı.

Dolayısıyla, Kırım Harbini bir bakıma İngilizler Osmanlı'nın başına sarmış oldu.

Neticede, yer yer küçük muzafferiyetler elde edildiyse de, Osmanlı bu savaşı hem toprak, hem insan gücü, hem de iktisadî yönden kaybetmiş oldu. Bu kayıp, beraberinde çok ağır bir "dış borç" yükünü getirdi.

Avrupa devletlerine karşı tarihinin en ağır borç faturası altına giren Osmanlı, tarih sayfasından silindiği (1922) zamana kadar da bu borcu ödemeye devam etti.

04.10.2006

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Kemerleri sıkı bağlayın



ABD Başkanı Bush’un, “arkadaşım ve barış adamı” olarak tanımladığı Başbakan Erdoğan, Beyaz Saray’daki görüşmesinden sonra umutluydu.

Sadece mutlu olması değil, umutlu olabilmekte önemli elbette ki. Görüşmenin bir saat olarak açıklandıktan sonra konuların yoğunluğu sebebiyle 1 saat 45 dakika olarak gerçekleşmesi bilinen bir Beyaz Saray yöntemi aslında. Erdoğan’ın görüşmesine verdikleri önemi böyle vurguluyorlar.

Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlarının her Beyaz Saray randevusundan sonra, “büyüledi,” “ikna etti” türünden kimi sonradan içi boş çıkan manşetlere kurban etmemek lâzım Erdoğan’ın görüşmesini.

Her görüşmenin muhatapları kadar, gündemi de, çerçevesi de çok daha önemlisi dünyanın ve Türkiye’nin içinde bulunduğu konjonktür de farklı oluyor. ABD ile çıkarlarımızın uyuştuğu noktalarda elbette ki bu karşılıklı bir alış verişe dönüyor.

Türkiye açısından görüşmenin ana eksenini PKK’nın oluşturduğu anlaşılıyor, Erdoğan’ın açıklamalarından.

“Sayın Başkan’ın kararlılığını gördüm” dedi Erdoğan. Başkan Bush’un “Terörle mücadele de benim uluslar arası boyutta tavrımı biliyorsunuz” dediğini aktardı. “Bu konuda kararlıyız dediler” cümlesini üstüne basa basa birkaç kez tekrar etti.

PKK tarafından yayılan “genel af” konusunun, ağız yoklama şeklinde dahi geçmediği anlaşılıyor. Erdoğan bırakın genel affı, ateşkes diyenleri dahi, “Biz ateşkes ifadesini kullanmadık, kullanmayız. Ateşkes sadece devletler arasında olur” diye müdahale etti. İçinde bol PKK geçen sözcüklerle soru yönelten yabancı bir gazeteciye ise, “Terör örgütünün oyununa gelip, onun propagandasını yapmamak lâzım. Ben ismini ağzıma alıyor muyum” uyarısında bulundu.

Başbakan ağzına almıyor, Genelkurmay Başkanı, “Sadece silâhlarını bırakıp, teslim olabilirler” diyor, ama işte görüyorsunuz, ABD Başkanı ile görüşmede, Türk-Amerikan münasebetlerinde bile pis bir ahtapotun kolları gibi sarıyor bizi.

Bizi olduğu kadar dünyayı da yakından ilgilendiren bir gündem maddesi de İran konusuydu. Erdoğan, Bush’un, “Ben bu konuyu diplomasi ile çözmek istiyorum. Yeter ki iş o noktaya gelsin” dediğini aktardı. İran konusunda diplomasiye şans tanımak, onun tüm imkânlarını kullanmak aslında Türkiye’nin tezi. Rice’nin Türkiye’yi ziyaretinde de Bakan Gül başta olmak üzere Türkiye bu noktayı telkin etmişti. Yanılmıyorsam Gül o zaman, tek çözümün savaş olarak anlaşılmasının yanlışlığına Irak’ta gelinen durumu örnek göstererek, itiraz etmişti. Bu sebeple kendi tezimizi Başkan Bush’un ağzından duymak Erdoğan’ı memnun etmişe benziyordu.

Başbakan Erdoğan, “Dünyanın neresine gidersem gideyim konuşuyorum” dediği Kıbrıs konusunda Başkan Bush’un, referandumu işâret ederek, “Kıbrıs’ta liderliğinizi gösterdiniz” dediğini aktardı. Biz de aynı liderliği kendisinden beklediğimizi söyledik” ifadesini kullandı.

Türkiye’deki gelişmeler Beyaz Saray çıkışında da Başbakan Erdoğan’ın peşini bırakmadı. Büyükanıt’ın “Erdoğan’ın Bush’la randevusundan 5 saat önce konuşacak” diye günler öncesinden duyurulan ünlü konuşmasından söz ediyorum. Erdoğan “Türkiye’ye dönünce konuşacağım” dedi. Bir aksilik olmazsa, Başbakan siz bu satırları okurken, Türkiye’ye dönmüş olacak. Bir süredir askeri kışkırtan yayınlar yapan Milliyet gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni Sedat Ergin, yeni dönemi, “türbülansa girildi” diye özetledi. Kafayı kuma sokup, hiçbir şey yokmuş gibi hareket etmenin de, “Eyvah uçak yere çakılıyor” tarzında bir paniğinde anlamı yok. Aymazlık da, korku ve panik içinde hareket etmek de aynı ölçüde yanlış.

Başbakanın ABD’ye gitmeden önceki son randevuları medya patronları Aydın Doğan ve Turgay Ciner’leydi

Uçakta, “Aydın Bey mal varlığının 10 kat arttığını söyledi. Turgay Bey de 6 kat artırmış” diye özetlemişti kendi dönemlerinde iki patronun nasıl kazandığını. “Bu denli kazandınız, peki biz yıkmak size ne sağlar” havasındaydı.

Bizans entrikaları bile kimi zaman onların yanında masum kalır. O patronlarda oyun çoktur. Ben tekrar Sedat Ergin’in, “türbülans” dediği noktaya dönmek istiyorum. Başbakan, Kıbrıs konusu görüşülürken Başkan Bush’a, “Liderliğinize ihtiyaç var” demişti. Türkiye’nin içine çekilmek istenen türbülanstan çıkabilmesi için de Erdoğan’ın liderliğine ihtiyaç var.

Sedat Ergin, “Bu durumda kemerleri sıkı bağlamak lâzım” dedi. Evet şimdi kemerleri sıkı bağlayıp, Erdoğan’ı beklemenin zamanı...

04.10.2006

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

On yıl önce



Bundan tam on yıl önce bugünlerde, Erbakan’ın başbakanı olduğu Refahyol koalisyonu iktidardaki üçüncü ayını henüz doldurmuştu. Ama hükümeti düşürmeyi hedefleyen tahkimat çoktan başlatılmıştı.

Ve MGK’nın 28 Şubat toplantısından aylar önce bunun işaretleri verilmeye başlanmıştı.

Bu yöndeki işaretlerden biri de, dönemin Genelkurmay Başkanı Org. İsmail Hakkı Karadayı ile yaptığı görüşmeyi medyaya aktaran Prof. Dr. Mümtaz Soysal’dan gelmişti.

O günlerde DSP’li kimliği ile Ecevit’in partisinde yer alan Soysal, Karadayı’nın, Afganistan’daki Taliban olayı ile Türkiye’deki gelişmeleri kıyaslayarak, ülkemizin de “irtica” bağlamında benzer bir tehlikeyle karşı karşıya olduğuna dair iddialarını aktarırken bu mesajın amacını şöyle yorumlamıştı:

“Ben bunu Meclisi kıpırdatmak bakımından önemli görüyorum. Askerler ‘İllâ biz mi bu gidişi durduralım? Bunu yapacak başka yerler olmalı. Herkes vazifesini yapsın’ diyorlar.”

“Meclisi kıpırdatma”nın hedefi ise “hükümet değişikliği” idi ve Soysal Genelkurmay Başkanının ifadelerini antidemokratik birşey olarak görmemek gerektiğini savunuyordu.

(4.10.1996 tarihinde bu köşede çıkan yazımız için bkz. Balans Ayarı kitabımız, s. 70)

Sonrasındaki gelişmeleri hepimiz hatırlıyoruz. Bu işaretin verilmesinden yaklaşık beş ay sonra irtica gündemiyle toplanan MGK, 28 Şubat kararlarını aldı. Bu toplantıdan üç buçuk ay sonra da Refahyol hükümeti çöktü.

Ama sürecin hedefi hükümet değişikliğiyle sınırlı kalmadı. İlk iş olarak sekiz yıllık kesintisiz eğitim kanunuyla imam hatiplerin orta kısımları kapatıldı. Kur’ân kurslarının üzerine gidildi. Ve başörtüsü yasağı umumîleştirildi.

Sırada, devletteki bilumum “irticacı memur”ların tasfiyesi, “irticaî” vakıf ve derneklerin kapatılması, “dinci” basının susturulması gibi hedefler de vardı. Belki bunlar tam olarak tahakkuk ettirilemedi, ama o yolda yoğun çaba sarf edildi, ciddî baskılar yapıldı.

Anlaşılan o ki, o süreçte yapılamayanları tamamlamak için yeniden düğmeye basıldı.

Bu defa da ilk hedef, hükümeti sıkıştırarak “irtica”nın üzerine gitmeye zorlamak, bu olmadığı takdirde hükümeti topun ağzına koyarak yıpratmak ve ayrıca Meclisin “istenmeyen biri”ni Köşke çıkarmasını engellemek.

Bu yöndeki hazırlıkların işaretleri giderek artarken, on yıl önce olduğu gibi Soysal’ın yine sahneye çıkması ilginç. O zaman Genelkurmay Başkanının Meclisi kıpırdatma ve hükümeti değiştirme amaçlı mesajını kamuoyuna taşıyan Soysal, şimdi de Cumhurbaşkanının “Tek güvence asker” sözünü duyuruyor.

Ama şimdi on yıl öncesinden farklı bir tablo var. O zaman Mecliste hükümete karşı yönlendirilebilecek bir muhalefet potansiyeli vardı. Şimdi yok. Soysal CHP’nin izlediği stratejiyi ise Sezer’in yanlış bulduğunu ifade ediyor.

Peki, o zaman ne yapacaklar? Askerin öncülüğünde yeni bir silâhsız kuvvetler harekâtını kime yaptıracaklar? Bu kez iş çok daha zor.

Nitekim ilk hamleler de pek tutmuş görünmüyor. Bakalım, arkasından neler gelecek?

04.10.2006

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

İstanbul’da açılan çığır



Joannes XXIII sıfatıyla papalığa seçilen Angelo Giuseppe Roncalli ile birlikte kökleri yedi tepeli İstanbul’da atılan ve yine yedi tepeli Roma’da açılan kutlu bir çığır vardı. Şimdi o çığır 16’ncı Benedict olarak anılan Ratzinger sayesinde neredeyse kapanan bir paranteze dönüşüyor. Bu parantez 1962-65 yıllarında açılmış ve 17 ay önce Ratzinger’in 16’ncı Benedict olarak seçilmesiyle birlikte 2005 yılında kapanmaya başlamıştı.

1965 yılında açılan çığır veya parantez 2005 yılına kadar 40 yıl yaşamış ve faydalı olmuştur. 1965’te resmen açılan bu sancılı süreç 16’ncı Benedict’in Regensburg’daki konuşmasıyla birlikte resmen kapanmıştır. Zaten seçildiği sırada Ratzinger Yahudileri hatırladığı halde (Bir zamanların God’s killers’i olan) Müslümanları selâmlamayı unutarak aslında bu parantezi gayrı resmi olarak kapatmıştı. Regensburg’daki konuşması ise sürecin sonuna geldiğimizin fiilî duyurusuydu.

Hans Küng de süreci böyle yorumluyor. Bu süreci baltalayan Müslümanlar olmadığı için yine kazanan onlar olacaktır. 11 Eylül süreci nasıl 5 yıl sonra geri teptiyse aynı şekilde Regensburg süreci de geriye tepecektir. Aslında II’nci Vatikan Konsili toplantılarının temelini Angelo Giuseppe Roncalli 1935 ile 1944 yılları arasında yaklaşık on yıl bulunduğu İstanbul’da atmıştır. Çiçek açması ise Paris’te Vatikan büyükelçiliği yapmasının ardından Papa seçilmesinden sonra Roma-Vatikan’da açtı. Kardinal Roncalli, Papa XII. Pius’un 28 Ekim 1958 tarihinde ölümünden sonra papa seçildi ve XXIII. Jean (Yuhanna) adını aldı. 11 Ekim 1962’de açılan II. Vatikan Konsili yeni bir dönemin, yeni bir ruhun başlangıcı oldu. Bu Konsil dünyaya açılışın, ökümenik, litürjik yenilenmenin başlangıcı, birliğe, dinler arası diyaloga giden kesin aşama ve evre oldu. XXIII. Jean tam da II. Vatikan Konsili toplantılarının yapıldığı bir ortamda yani sürecin ortasında 3 Haziran 1963’te vefat etti. Hans Küng’ün dediği gibi, bu Türk dostu ve İstanbul aşığı Papa, Vatikan’ı doğru yola ve sürece soktu. İstanbullu Papa Roncalli ilk defa Kiliseyi topyekün olarak doğru yola; açıklık, dini aydınlanma ve tecdit yoluna sokmuştur (Hişam Salih, eş Şarku’l Avsat gazetesi, 23/4/2005). Ratzinger ise kırıklarla ilerleyen bu çizgiyi veya çığırı kapatmış ve Vatikan’ı, girdiği doğru çığırdan çıkarmış ve yol kazasına neden olmuştur. Süreci yıkan süreci başlatmıştır.

***

XXIII. Jean ile 16’ncı Benedict tamamen zıt kutupları, zıt eğilimleri ve zıt şahsiyetleri temsil ediyorlar. Öncelikli olarak birisi hem Türkleri, hem de Müslümanları seviyor. İstanbul aşkıyla yaşıyor ve İstanbul aşkıyla ölüyor. Hayatı iki İstanbul arasında (İstanbul-Vatikan) geçiyor. Bundan dolayı olsa gerek General Refik Tulga bu sevginin karşılıklı olduğunu göstermek istercesine şöyle demiştir: “Papa Roncalli tarihteki ilk Türk papadır...” Buna mukabil kimilerine göre, Ratzinger’in Münih’te bulunduğu sırada başı örtülü Türk kadınlarını gördüğünde istikrah etmiş ve burun kıvırmıştır. Dolayısıyla Roncalli devrimci iken Ratzinger karşı devrimcidir. İlk defa onun sırasında Türkiye’deki Katolik kiliselerinde Türkçe dualar tertil edilmiş ve okunmuştur. Türkiye’den sonra gittiği Paris’te de Türkiye’nin fahri bir elçisi gibi davranmıştır. Bundan dolayıdır ki bu dostluğa yakından vakıf olanlar, Paris’te Türkiye’nin iki büyükelçisi olduğunu söylüyordu: Biri Numan Menemencioğlu, diğeri de Mgr. Roncalli. Fatin Rüşdü Zorlu da onun için şöyle demekten kendisini alamıyordu: “Papalık makamında bir Türk dostunun bulunması benim için çok sevindirici...” Bu dostluğun bir nişanesi olarak dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar, 11 Haziran 1959 Perşembe günü yeni Papa XXIII. Jean’ı ziyaret etmekte gecikmemiştir. Bu ziyaretten sonra TC ile Vatikan resmen diplomatik ilişki kurmaya karar vermişlerdir.

***

Roncalli gani gönüllüdür ve Mesih’in de istediği gibi mazlumların yanındadır. En zor ve kritik dönemlerde bile bu vasfını hiç kaybetmez. İkinci Dünya Savaşı sırasında Yahudi çocuklarını taşıyan gemi Köstence’den yola Mgr. Roncalli sayesinde çıktıktan sonra Çanakkale Boğazı’ndan geçmiştir. Bu savaş döneminde binlerce Yahudi, Macar sınırını geçip Bulgaristan’a sığınmıştı. Hitler, Kral Boris’e bu Yahudileri, Türkiye üzerinden Filistin’e gitmelerine engel olmak amacıyla geri göndermesini ister. Ne var ki onları geri göndermek, onları açıkça toplama kamplarına göndermek anlamına gelmektedir. Mgr. Roncalli, bu olaydan haberdar olur kaygı içinde Kral Boris’e bir mektup yazar. Kral Boris, Hitler’in tehditlerine meydan okuma cesaretini göstererek, sürgünlerin Türkiye’ye geceleyin geçmesine müsaade eder. Nuremberg dâvâsında Von Papen Mgr. Roncalli’nin tanıklığı sayesinde beraat etmiştir. Roncalli ifadesinde Almanya’nın eski Türkiye Büyükelçisi Von Papen’in yardımıyla 24.000 Yahudi’yi kurtardıklarını belirtmiştir. Roncalli’nin bu tavrı, 150 yıl önce Türkiye’ye sığınmak isteyen Rus mezaliminden kaçan Polonyalılar veya İskandinavyalılar konusunda Mecelle’nin babası Ahmet Cevdet Paşa’nın tavrına benzer. Cevdet Paşa dayanak olarak şu ayeti gösterir: “Eğer müşriklerden biri sana sığınırsa, onu himaye et; ta ki Allah’ın kelamını işitsin; sonra da onu emin olacağı yere ulaştır...(Tevbe: 6).”

Roncalli’nin köklerini İstanbul’da attığı bu çığırı 16’ncı Benedict sıfatıyla papa olan Ratzinger yine İstanbul referansı (Bizans İmparatoru Paleologos) ile fiilen kapatmıştır. Ama selefinin açtığı bu çığırı kapatma Kilise içinde çok geçmeden daha büyük bir infilaka ve tasfiye ve tesaffiye yol açacaktır.

04.10.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habip FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004