Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 25 Ekim 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Dinî ve millî bayramlar

Ramazan ayına nisbetle “Ramazan Bayramı” adını verdiğimiz bu bayram, aslında Sadaka Bayramı (Iyd-ı Fıtr) olarak bilinirdi. Bir ay boyu, açların halinden anlamak için oruç tutmak ve akabinde yoksullara sadaka dağıtmak ile, kurban kesip ihtiyacı olanlara vermek herhalde bireyin kendi dünyasında yaşadığı bir dinin tezahürleri olamaz.

“Toplum hayatının dinselleştirilmesi” diye pozitivistlerin suçlama konusu yaptığı şey, bu iki bayramın somut olarak gösterdiği üzere toplum halinde var olmanın vazgeçilmez şartıdır. İnsanların yardımlaşması, yoksulların yokluğuna ortak olunması, toplum hayatını sürdürmenin, sağlıklı bir şekilde sürdürmenin yoludur. Din bu insanî-sosyal duyguya kudsiyet kazandırmakta, kurallara bağlamakta, böylece toplumun bütününe şamil kılmaktadır.

Dinin bir toplumsal kurum olarak üstlendiği bu insanî-sosyal rolün alternatifi, yoktur. Bu yüzden dini bireyin hayatına hapsetmeye kalkmak, topluma yansımalarını reddetmek ve sınırlamaya kalkmak ancak dini toptan reddeden pozitivist inançlarla mümkündür.

Her biri bu ülkede yaşayan insanların kaderini belirlemiş dönüm noktaları var. Bir millet halinde yaşamanın adeta temel sütunları bu günler. (...)Ramazan Bayramı’ndan hemen sonra, Cumhuriyet’in kuruluşunun 83. yıldönümünü törenlerle kutlayacağız. Kutluyoruz veya kutlayacağız diyoruz; gerçekten bir “bayram” gibi kutluyor muyuz?

Birkaç gün sonra, Cumhuriyet Bayramı vesilesiyle devletin zirvesinden gelecek “sert” mesajlara hepimiz hazır mıyız? İçinde, müphem düşmanlara yönelik “nefret”, “kin”, “boğulacaklar” gibi kelimelerin geçtiği beyanlar bekliyor muyuz? Millî bayramlar vesilesiyle toplumun gerilmesi bize doğal gelmiyor mu? Bize doğal gelen şey, gerçekten doğal mı? Son millî bayramımız olan 30 Ağustos’u hatırlayalım: Siyasette kopan fırtınaları, borsanın tedirginliğini, toplumdan gelen “ne oluyor?” sorusunu; bir yığın sorun arasında havanda su dövmek babındaki tartışmaları... Bütün bunlar “bayram” dediğimiz şeyin özüne aykırı değil mi? Millî Bayramlar neden hep kanıksadığımız gerginliklere vesile yapılıyor? Ortak bir geçmişi paylaştığımız, gelecekte de hep birlikte ortak başarılara imza atacağımız duygusu, neden bu gergin atmosferin gölgesinde kalıyor?

Millî bayramlara özgü “sert mesaj” geleneğini terk etmeliyiz. Bu konuda devletin zirvesinde bir teamül yerleşmeli. Güç ve gövde gösterisi mahiyetindeki, silahlı gücün öne çıktığı törenlerden vazgeçilmeli. Bayramlar spor sahaları veya hipodromlara hapsedilmekten kurtarılmalı. Toplumun bütününü kucaklayan programlara konu edilmeli. Toplumun birliğini ve günün anlamını vurgulayan çağa uygun yeni usuller benimsenmeli. Tek Parti döneminin seçkin azınlık yönetimini hatırlatan, içinde halkın yer almadığı Cumhuriyet Resepsiyonları artık kaldırılmalı.

Millî bayram kutlama geleneğimiz bir dogma değil. Akla ve çağa uygun, ama özündeki sevinç ve birliği vurgulayacak yeni usuller geliştirilebilir. Tıpkı dinî bayramlardaki toplumsal ruhun yakalanması gibi.

Zaman, 24 Ekim 2006

Mümtazer TÜRKÖNE

25.10.2006


 

‘O zat’ diye diye gelmedik mi bugünlere...

DYP Genel Başkanı Mehmet Ağar son zamanlarda yaptığı çıkışlarla bu ülkenin sorunlarına çözüm bulmayı arzulayan her vatandaş tarafından takdirle karşılanıyor olmalı.

Peki... Mehmet Ağar’ın çıkışlarına “O zat” diye küçümsemesi ile cevap yetiştiren Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt ülkenin sorunlarına çözümü arzu etmiyor mu ki, herhangi problemin nirengi noktasına yapılan bir çözüm önerisini küçümsüyor, reddediyor? Böyle düşünenler olabilir. Ama biz böyle düşünmüyoruz. Genelkurmay Başkanı olsa olsa Mehmet Ağar’ın önerdiği çözümden başka bir çözümü düşünüyordur. Ama burada şu noktayı dikkatlice vurgulamalıyız:

Eğer bir demokratik ülkede yaşıyorsak, ülkemizin bütününü, vatandaşlarımızın tamamını etkileyen sorunlarımıza herkesin çözüm önerilerini Mehmet Ağar gibi rahatlıkla ve kimseden korkmadan söyleyebilmesi gerektiğini kabul etmeliyiz!

Problemlere önerilerimizi dile getirirken acaba “birileri ne der”, “Mehmet Ağar’a söyledikleri gibi bizden de ismimizden bahsetmeden, sanki bir siyasi parti genel başkanından değil de terörist bir örgütten bahseder gibi isim anmadan bizden de bahsederlerse” sendromu olmadan, samimi ve içten duygularımızı kimseden korkmadan söyleyebilmeliyiz. Madem öyle... 30 yıldır devam eden bir sorunun neden bugüne kadar çözülemediği, onlarla dövüşmekten başka neler yaptığımızı, şehirlerde irtica nutukları atarken teröristlerin dağlardan ovalara silahları ile inerek askerlerimizi şehit ederken güvenlik güçlerimizin bunları niçin engelleyemediğini, niçin 30 bin 40 bin şehitten, niçin bir o kadar kendilerini Türk olarak kabul etmeseler de bu ülkenin vatandaşından söz edebildiğimizi, birilerinin açıklaması gerekir! Adama sorarlar neden 30 yıldır önlenemiyor bu terör diye. Adama sorarlar neden 30 yıldır memleket kaynaklarının önemli bölümü bu işe ayrıldığı ve harcandığı halde önlenemiyor diye.

Adama sorarlar “Önlemek istemiyorlar” yorumlarına karşılık göstereceğiniz şehitlerimizden başka söyleyeceğiniz bir şey var mıdır? Neden dağlardan ovalara değil de ovalardan dağlara yürüyüş var?

Ve neden bu akım sürekli olarak geometrik artış şeklinde gelişiyor ve neden neden neden bu insanlarla tarih boyunca bir arada yaşamışken 30 yıldır birbirimizi öldürüyoruz? Neden, neden, neden?

Soramaz mıyız yani, öneremez miyiz, silahlarınızı bırakın, gelin düz ovada siyaset yapın, terörden vazgeçin, bu ülkeyi, yüzyıllardır beraber yaşadığımız bu ülkeyi el birliği ile kalkındırıp refah içinde bu verimli topraklarda yaşayalım diyemez miyiz? Bölücü mü oluruz o zaman, irticacı mı oluruz, veya “O zat” mı oluruz? Bravo Mehmet Ağar’a... Cesareti ve sağduyusu ve basireti için bravo...

Genelkurmay’dan tepki görmesi hiç önemli değil. Elbette Mehmet Ağar kendisine “O zat” diye hitap edenler gibi mukabele etmeyecektir onlara. Ve Sayın Ağar “Bu ülkede askerle karşı karşıya gelip de iktidar olmak mümkün değildir” aldatmacasına aldırmamalıdır. Askerle karşı karşıya gelmek ne demek? Düşman mıyız ki karşı karşıya gelmiş olalım!

Tam tersine, bilakis her askerî darbeden sonra seçimleri kazanan siyasî partiler mutlaka askerin müdahale ettiği siyaset alanında, daralttığı siyaset alanında ezmeye, sıkıştırmaya çalıştığı liderlerin partisi olmuştur. Özal iktidarı 1980 darbesinin, Tayyip Erdoğan 28 Şubat darbesinin ürünüdür.

Süleyman Demirel denilen zat askerin baskıları ve darbeleri sonucu defalarca gitmiş ve ilk fırsatta halk onu yeniden baş tacı etmiştir. Tayyip Erdoğan 28 Şubat’ın baskıları neticesinde bağımsızlığını yitirdiği söylenen bir yargı tarafından şiir okudu diye hapse atıldıktan sonra ilk fırsatta tek başına iktidara gelmiştir. Eğer buradan bir sonuç çıkaracaksak...

Genelkurmay Başkanı Mehmet Ağar’a karşı çıkarak DYP’nin de oyunu artırmış olmalı! Dün bayramın birinci günüydü ve Mehmet Ağar ülkenin çok satan iki gazetesinin manşetindeydi, hem de kendisine “O zat” dedirtecek yeni sözlerle...

Ne güzel söylemiş: “Üniter devlet yetmez, üniter halk da olmalı.” Elbette... Devlet üniter ve halkı bölük pörçük bir üniter devlet neye yarar ki?

“Kodum mu oturtan paşa cephede lâzım. Halk öyle paşayı cephede mücadelede ister... Halk öyle kahramanı ancak cephede dinler...”

Bu sözler de rahmetli Turgut Özal’ın “Bize savaşacak paşalar lazım” sözünün tercümesi gibi... “Ağar şimdi muhalefette bunları söylüyor, yarın iktidara geldiğinde böyle konuşmaz” diyenler çıkacaktır. Demirel’in deyimiyle muhalefet şanlıdır, olabilir. Ama o zaman Mehmet Ağar’ın karşısına bu manşetleri koyarız ve ona deriz ki, “Siz muhalefette böyle söylemiştiniz, şimdi iktidardasınız, farklı konuşuyorsunuz.” Böyle bir durumda Demirel “Dün dündür bugün bugündür” diyebilir.

Ama Mehmet Ağar gördüğüm kadarıyla böyle bir pozisyona düşecek adama benzemiyor! Tabiî ki izleyip göreceğiz!

Bugün, 24 Ekim 2006

Nuh GÖNÜLTAŞ

25.10.2006


 

Din yükseliyor

Eyyüb Sultan’a bu sene bırakın iftarda girmeyi sahurda bile girmek mesele oldu. Kadir gecesi 04’de Sultanahmet meydanı miting meydanı gibiydi..

Bayram namazında cemaat sokaklara taştı.. (Elhamdülillah)

Elif-be cüzleri, Kur’an-ı Kerim, meal ve dini kitapların sayısında ve satışında büyük bir artış var.. Gazete tirajları da öyle. Radyo ve televizyonlarımızın izleyicileri, internet sitelerinin hit’leri de.. (...)

30-40 sene önce başı örtülüler devlet dairesinde ancak temizlikçilik yapıyor, sakallı olan bir tek devlet memuru bulunmuyordu. Bugün bakan da, milletvekili de oluyorlar..

Bu arada cami cemaatı her sene biraz daha gençleşiyor..

Birileri hâlâ İmam Hatiplilerin önünü keserek bunların Başbakan, Cumhurbaşkanı olmasını engellemeye çalışsa da, artık dini bütün, bilen ve yaşayan insanlar sadece İmam-Hatiplerden yetişmiyor..

Anne-babaları laikçi gençler bile; Saint Benoit, Saint Joseph, Notre Dame’da okuyan Ayşe-Fatmaların yarıdan fazlası bu sene oruç tuttu biliyor musunuz?

Bu hızlı İslâmlaşma, beraberinde bazı sorunlar getirmiyor değil.. Sürekli taze, yeni kan yüklenen bu yapıda bazı olumsuzluklar gözlense de, bunlar eskilerin tereddisinden çok yeni katılanların acemiliklerinin dışa vurması gibi sanki..

Kuşkusuz tereddi var, ama yeni katılımlar, çözülüp kopanlarla kıyaslanamayacak kadar büyük bir kitle oluşturuyor..

Yasak ve baskı geri tepmiş durumda. Elif Şafak’a karşı yürütülen kampanya nasıl onun mesajının ulaştığı kişi sayısını ve şöhretini, 10 kat-20 kat artırdı ise, İslâm’a karşı yürütülen kampanya da, İslâm’a olan ilgiyi çok daha fazla artırdı..

Bu haber CHP için kötü bir haber.. İmam Hatip engellemeleri, başörtüsü yasağı, Kur’an kurslarına karşı yürütülen kampanyalar, tarikat, laiklik ve irtica tartışmaları İslâm’a ilgiyi artırmaktan başka bir işe yaramıyor.

Küçük ateşler hafif rüzgarlarda sönebilir. Ama büyük ateşler için şiddetli fırtınalar o ateşi büyütür ve yayar.. İslâmî harekette bana kalırsa kritik eşik aşıldı.. Artık ne savaş, ne darbe, ne terör bu gelişmeleri durduramaz..

Bu sadece Türkiye gerçeği değil. ABD’nin Irak ve Afganistan’daki cinayetleri, ya da Ebu Gureyb, Guantanamo; AB’deki “İslâm fobisi”, Papa’nın çıkışı, Karikatür krizi, Şeytan ayetleri, Amine Vadudlar, başı açık namaz kılma girişimleri, sonunda İslâm’a olan ilginin artmasından başka bir şeye hizmet etmedi.. Diyalog çabaları da öyle.. Misyonerlik faaliyetleri Kur’an’la ilgisi olmayan insanların bile uyanmasına, İslâm’a dönmesine hizmet ediyor.. Kapısına İncil bırakılan aile hemen Kur’an’a koşuyor.. Çocuğu uyuşturucuya başlayan aile soluğu camide alıyor, tevbe ediyor.. Savaş, terör, fuhuş, uyuşturucu ve ahlaksızlık cereyanları karşısında toplumda genel olarak bir dine yöneliş var..

Bugün İslâm’a ve Müslümanlara karşı olanların çoğu aşırı ön yargılı, belli yaş grubunun üzerindeki bir kesim..

Batıda, ABD’de, Rusya’da insanların İslâm’a olan ilgisi bir çığ gibi büyüyor.. Hatta Japonya’da da.. Bu irtica, terör ve İslâm tartışmaları, bu ilgi patlamasının asıl sebebi.. İnsanlar İslâm gerçeği ile yüzleştiklerinde ise, onlar için yeni bir hayat başlıyor..

Şimdi önemli olan bizim için düşmanın hilesi ve tehdidi değil; “takva ve ihlas”.. Yani, dinin hayatımızda derinlik kazanması ve güçlendirilmesi, aynı zamanda istismarın önüne geçilerek, saf bir yürekle, samimiyetle Allah’a yönelinmesi...

Vakit, 24 Ekim 2006

Abdurrahman DİLİPAK

25.10.2006


 

Türkiye AB’siz, AB Türkiye’siz yapamaz

AB’nin gözünde, Türkiye ile ilişkilerde “stratejik faktör” ne kadar önem taşıyor? Daha açık bir deyişle, AB Türkiye ile üyelik müzakerelerinin geleceği üzerinde kararını verme noktasına geldiğinde Türkiye’yi gözden çıkarabilir mi?

Böyle kritik bir noktaya giderek yaklaşılıyor. AB önümüzdeki haftalarda (en geç aralık zirvesine kadar) özellikle Kıbrıs nedeniyle—limanların açılması konusunda—müzakereleri sürdürmek ile askıya almak arasında bir seçim yapmak zorunda kalacak.

Bazı AB ülkelerinde birtakım politikacıların çeşitli nedenlerden ötürü Türkiye’nin üyeliğine soğuk baktığı malum. Bu muhalif seslere rağmen, iş Türkiye’ye “kapıları kapatma” noktasına gelince, AB’de “Türkiye’yi kaybetme” endişesinin ön plana geçtiğini, bu konunun çeşitli çevrelerde tartışılmakta olduğunu görüyoruz.

Stratejik faktör

Nitekim son günlerde verilen demeçler, medyada yapılan yayınlar, bunun işaretini veriyor. Birkaç örnek:

AB’nin genişlemeden sorumlu komisyon yetkilisi Olli Rehn, Berlin’deki bir konuşmasında şöyle dedi: “AB’nin kendi çıkarları icabı demokratik, modern, istikrarlı ve müreffeh bir Türkiye’ye ihtiyacı vardır.”

“Financial Times”ın Brüksel çıkışlı bir haberine göre, “AB’de pek çok diplomat müzakerelerin askıya alınması seçeneğine karşı tavır alıyor. Diplomatlar böyle bir adımın Ankara’nın üyelik arzusunu ve bunun Avrupa’nın Müslüman dünya ile uzlaşma çabasını aksatacağından ve her şeyi krize sokacağından korkuyorlar”...

İngiltere’nin Avrupa işlerinden sorumlu eski bakanı Denis MacShane, çeşitli Avrupa gazetelerinde çıkan makalesinde, Türkiye’nin AB’nin çıkarları açısından “son derece önemli bir ülke” olduğunu anımsatıyor ve AB’nin Türkiye’ye desteğini sürdürmemesi halinde, Ankara’nın “sonsuza kadar yüzünü Batı’ya dönük tutmasının beklenmemesi gerektiğini” belirtiyor...

“The Economist” dergisi, “Türkiye’nin Avrupalılar ve Amerikalılar için jeostratejik, askeri ve ekonomik bakımdan taşıdığı önemi belirten bir yazısında şöyle diyor: “Her şeyden önemlisi, Türkiye demokratik Müslüman bir ülke ve laik bir Cumhuriyet. Bu nadir özellikleri ile Batı’nın Türkiye’yi cesaretlendirmesi gerekiyor.” Dergi, aksi halde Türkiye’nin “elden gidebileceği” uyarısında bulunuyor...

Risk hesabı

Türkiye’nin lehindeki bu tür düşünceler, önümüzdeki haftalarda AB’de Türkiye ile ilişkilerin geleceği konusunda yapılacak değerlendirmeler üzerinde ne kadar etkili olacak? “Stratejik faktör” sonunda ağır basabilecek mi?

Bu soruyu geçen hafta İstanbul’a bir konferans için gelen AB uzmanı Kirty Hughes’a sorduk. Ona göre Türkiye’nin özellikleri, elbette AB’nin gözünde önem taşıyor. AB’nin Türkiye’yi bir kriz sonucu uzaklaştırması, Türkiye kadar Avrupa’nın da zararına olur. Bu nedenle mutlaka olası bir “tren kazası” önlenmelidir.

Bu “tren kazası” bir yanlış hesap sonucunda da meydana gelebilir. Yani Ankara “stratejik faktör”e güvenerek AB’nin Türkiye’yi kaybetmeyi göze alamadığı kanısı ile hareket edebilir. Veya AB, Türkiye’nin Batı’ya sırtını çeviremeyeceği düşüncesi ile Ankara’ya karşı dayatmacı tavrını sürdürebilir...

Böyle bir “brinkmanship”, yani uçurumun kenarına kadar gitme politikası, istenmeyen bir sonuç yaratabilir. Bu nedenle risk hesabının sağlıklı biçimde yapılması gerekir.

Milliyet, 24 Ekim 2006

Sami KOHEN

25.10.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004