Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 03 Kasım 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Kazım GÜLEÇYÜZ

MGK ve irtica



Komutanların geçen ayki irtica çıkışlarından sonra, Ekim’in son günü yapılan MGK toplantısını takiben yayınlanan bildiride irticadan tek kelimeyle dahi bahis yoktu.

Bu durum, Genelkurmay Başkanının Çankaya’daki 29 Ekim resepsiyonunda “Türkiye’yi germemek lâzım. Biz askerler gerginliğin nedeni ve tarafı olmayız” sözleriyle yansıttığı mutedil tavırla da ilgili mi; bilemiyoruz.

Peki, yapılan açıklamada irticadan söz edilmemesine karşılık, bazı gazetelerin toplantıyla ilgili haberlerinde “İrtica toplantının ana gündemini oluşturdu” iddiasına yer vermelerinin izahı ve yorumu ne olabilir?

Kurulda gerçekten irtica “masaya yatırıldı” mı? İsmail Ağa cemaati ve kaçak Kur’ân kurslarına dair Genel Sekreterlikle Jandarmanın hazırladığı belirtilen bir rapor sunuldu mu? Tarikat ve cemaatler ele alındı mı? Askerler, sarıkla ve cübbeyle dolaşanlar için tedbir alınmasını istediler mi?

Ve “irtica tehdidi”ne karşı atılacak adımlarla ilgili olarak askerler ve sivil kanat işbirliğinin arttırılması konusunda mutabakata varıldı mı? Görüşmeler sürecek mi?

Medyadaki yayınların gündeme getirdiği bu suallerin cevabını öğrenmek için, herhalde önümüzdeki süreçte yaşanacak gelişmeleri bekleyip takip etmemiz gerekecek.

Bu noktada hükümetin tavrının hiç de güven telkin etmediğini önceden yazmıştık.

Devlet Bakanı Mehmet Ali Şahin’in TESEV’e karşı Büyükanıt’a hak veren, cübbeli ve sarıklı vatandaşları emniyete ve İçişleri Bakanına havale eden sözleriyle, Adalet Bakanı Cemil Çiçek’in “Kanunlarda irtica yok, ama irticaî faaliyet var, devrim kanunlarına aykırı hareket etmek suçtur” beyanı, haklı endişeleri davet eden ilk işaretlerdi.

Başbakanın Genelkurmay’la diyalog kurmak için emekli paşa arayışına girdiği ve devlet kadrolarındaki bazı cemaat mensuplarının azaltılması talimatı verdiği yönündeki söylentiler de bu endişeleri güçlendirdi.

Herşey bir yana; irticayı bölücü terörle eşdeğer tehdit sayan gizli anayasanın aylar önce hükümet onayı ile yürürlüğe girmiş olduğu hatırlanırsa, son gelişmelerin sürpriz sayılmaması gerektiği kendiliğinden anlaşılıyor.

Buna, iki senedir AB ve demokratikleşme reformları için tek bir adım dahi atılmamış olması da eklenince, tablo iyice netleşiyor.

Hal böyle olunca, konunun MGK’da konuşulması da, bir kez sakalı kaptıran ve seçime de niyeti olmayan hükümetin irtica gündemine boyun eğmesi de gayet “normal.”

Peki, irtica gündeminin öncelikli sahibi olarak asker, “ülkeyi germeden” bu işin takipçiliğini nasıl yapacak? Samsun’da ve Sakarya’da olduğu gibi, başörtülüleri protesto için cumhuriyet resepsiyonlarını terk etmek gibi 28 Şubat usûlü atraksiyonlarla mı? Ya da yargıya psikolojik baskı uygulayarak mı?

Doğrusu, irtica gibi son derece hassas bir gündemi, “gerginliğin nedeni veya tarafı” olmadan takip etmek çok zor ve çetin bir iş.

Cemaatleri suçlayan, Türkçe ezana hasret duyan ve başörtüsüne tavır alan söylem ve eylemler ise bu zorluğu daha da arttırıyor...

03.11.2006

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Rekabet ekranı



Şu sözlere kulak verin:

“Televizyonda başarılı olanların çoğu çatlaktır.”

Kim diyor bunu?

Yıllarca TRT’de program müdürlüğü yapan, Star, Kanal 6, Kanal D’nin kuruluşlarında büyük rol oynayan televizyon yöneticisi Adem Gürses...

Dahası:

“İnsafsız bir dünyadır bu” diyor. Sözlerinin devamında, “Televizyonda her şey abartılıdır. Dedikodu, kıskançlık, rekabet, her şey abartılıdır. Televizyoncunun hayatı düello gibidir. Burada rekabet öldürücüdür.”

İsterseniz anekdotlar halinde aktaralım Gürses’in sözlerini:

“Yerli dizinin bir bölümü 200 bin liradır. Televizyonculuk ise 24 saattir. Kanal, peş peşe yayımlanan iki diziye 400 bin lira harcayınca, geri kalan zamanı ucuz işlerle dolduruyor.”

“Kadın programları erkekleri de değiştiriyor. Çünkü burada konuşulanlar erkeğin gündemine giriyor. Kadın programları bu toplumun psikiyatrıdır.”

Televizyon:

“Televizyon hayatımızın en önemli parçası oldu. İnsanlar, kendilerini buldukları şeyi severler. Hayatımızda önce Türk sineması vardı. Sonra Brezilya dizileri... Şimdi de yerli diziler hayatımızı kapladı. Çünkü bu diziler, insanların her türlü duygu ve özlemine sesleniyor. İnsanlar kendi yaşadıkları hayatın yanı sıra, yaşamak istedikleri, hayal ettikleri hayatı ve olmak istedikleri insanları buluyorlar bu dizilerde.”

Yerli diziler:

“Yayıncılar bir dizi çekmeye karar verdiklerinde nelere dikkat edeceğini bilirler. Daha doğrusu, bilmeleri gerekir. Unkapanı’ndaki kasetçiler de hangi şarkının tutacağını bilir. Televizyon yayıncılarındaki sezgi de böyledir. Bu, yıllar içinde oluşmuş bir hissediştir. Bunun adı tecrübedir. Çünkü dizi çok pahalı bir iştir. Eğer siz tek karesi bile çekilmemiş bir diziyi, hikâyesi ve senaryosu oluşturulurken zihninizde resimleyemiyor ve seyredemiyorsanız, yaptığınız televizyonculukta bir eksiklik var demektir.”

Tepki:

“Bir televizyoncu seyirciyle birlikte tepki vermez. O dizinin tutup tutmayacağını herkesten önce hisseder. Diziyi çekip, sonra seyirciyle birlikte ‘olmadı bu iş’ derseniz, sadece parayı değil, fikri, hikâyeyi, senaryoyu, oyunculuğu, her şeyi çöpe atarsınız.”

Reyting:

“Reyting önemlidir. Çünkü o diziyi reklâma dönüştürecek ölçü reytingdir. Reklâm veren reytinge bakar. Ama reytinge de uzun vadeli bakmak ve o an için geleceği yakmamak, güvenilen işin arkasında durmak gerekir. İlk altı ay, kimse Kurtlar Vadisi’nin farkında değildi. Meselâ Bizimkiler diye bir dizi vardı. O diziyi iki yıl kimse fark etmedi. Fark edildikten sonra o dizi yüksek reytinglerle on yıl sürdü.”

“Reklâm verenler reytinglerin alt analizlerini yapmaya başladılar. Ortaya reklâm reytingi diye yeni bir ölçü çıktı. Diyelim ki televizyon olarak sizin çok izlenen bir programınız var. Ama reklâm kuşağı girince bu programın izleyicisi başka kanala geçiyor. İşte o zaman bu programın yüksek reytingi reklâm vereni ilgilendirmiyor. Reklâm kuşağına girildiğinde mutlaka bir izleyici kaybı olur, ama bu kayıp çok fazlaysa, o programın reklâm alması güçleşiyor.

Star:

“Star, yeni bir dizinin en kısa sürede izleyici tarafından fark edilmesini sağlıyor ve sizin tanıtım maliyetinizi düşürüyor ama, bir diziyi de tek başına star götüremez. Dizi sadece starla tutmuyor. Sağlam bir hikâye iyi realize edilmemişse, dizinin starları da kayar gider.”

Dedikodu programları:

“Fikrin pek tartışılmadığı yerlerde, dedikodunun oranı büyür. Orada, insanların fikirleri değil, ne yaptıkları konuşulur. Yalnız sevindirici bir gelişme var, bu programlar da bitiş potasına girdi. Eskiden akşam 8-9’ları kilitleyen magazin programları, şimdi gece 11-12’de yayımlanıyor. (Neşe Düzel, Radikal)

03.11.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Su baskınları ve biz



Diyarbakır, Şanlıurfa ve Şırnak’ta meydana gelen su baskınlarında 22 kişinin ölümü, 25 kişinin kaybolması, 1 kişinin yaralı, çok sayıda hayvanın da telef olması ülkeyi sarstı.

Merkezi Elazığ’da bulunan Güneydoğu Anadolu Bölge Afet Müdahale ve Lojistik Merkezi hemen buralara 2500 battaniye, 200 çadır, 7 seyyar mutfak ve çok sayıda personel sevk etti.

Mersin ve Antalya’da olduğu gibi İstanbul Sarıyer ve Beykoz’da da sel zararlarıyla birlikte geldi. Acziyetimizi bir kere daha anladık.

Bu tür musibetlerde bizim de payımız var mı? Kendimizi sorgulamaya ne dersiniz?

Eğer biz yerleşim sahalarını planlı, programlı, düzenli, şehircilik anlayışına uygun bir tarzda yapsaydık bu kadar zarara uğrar mıydık? Dere kenarlarına ev yapıyor, su logarlarını gerekli genişlikte koymuyorsak kabahat kimin? Bunda, dere kenarlarına gecekondu konduranların olduğu kadar buna göz yuman ilgililerin de suçu yok mu?

Gerekenleri yapsak, gereken tedbirleri alsak daha az bir zararla atlatmaz mıydık?

Diyebiliriz ki kusur, hata, ihmal ve yanlışlıklarımızın faturasını ödüyoruz. Hem de kat kat fazlasıyla.

Allah’ın tabiat kanunları denilen tekvinî, bir de dinle ilgili teşriî kanunları var. Şehircilik, imar, iskân gibi konularda tekvini kanunlar, esaslar belli. Onlara eksiksiz uymak lâzım.

Ama bizim, toplum olarak musibete maruz kalmayınca uyanasımız pek yok. Deprem olur, depreme karşı tedbirler gündeme gelir. Su baskınları olur, hemen eksik ve kusurlarımızı hatırlarız. Oysa dinî kanunlara uymak kadar hayat ve sağlıkla ilgili tekvinî kanunlara da uymak gerektiğini bir bilseydik, bu ihataları hiç yapar mıydık?

Özetle; gereken dersleri alırsak musibet musibet olmaktan çıkar, “Bir musibet bin nasihattan iyidir” misali ilerisi için hazırlıklı olur, bu tür musibetlerin ağına takılmaktan kurtulur veya daha az zararla atlatırız. Teselli kaynaklarımız da yok değil. Musibetin daha büyüklerini düşünüp katlanacağız. Birgün benzeri musibetlerin bizlerin de başına gelebileceğini hatırlayıp yardımlaşma ve kenetleşme içerisine gireceğiz.

Ölenlerimizin şehit, zayi olan mallarımızın sadaka hükmüne geçtiği inancıyla teselli bulacak, aslâ isyana girmeyecek, sabır ve metanetle göğüsleyecek, Allah’tan yardım dileyeceğiz.

Milletimize, musibetzede ailelere taziyet ve geçmiş olsun dileklerimizi sunuyor, böylesi musibetleri tekrar vermemesini Rabbimizden niyaz ediyoruz.

03.11.2006

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Temel özelliğimiz: Düşünmek



Eskiden 163, 141-142. maddeler, bugün ise 301. madde beynimize yapışmış, düşündürmek istemiyor. Ne yazık ki, sivil oluşumlarımız (cemaat, ekol ve tarikatlar); temel özelliğimiz, imanımız ve kültürümüz düşünce, fikir hürriyeti ile yoğrulduğu halde yasaklara karşı gerekli tepkiyi ortaya koyamıyor!

Oysa, beynimiz/zihnimiz, duygularımız, kalbimiz düşünme ve fikir üretmek için dizayn edildiğine göre tefekkür, insan olmamızın temel özelliklerindendir. Sonsuz tefekkür gücüne sahip bir maden yatağı gibi olan zihnimizi; düşünme teknikleriyle geliştirip, hem ona fevkalâde meziyetler kazandırabilir, hem de pek çok keşiflere imza atabiliriz. Aynı zamanda ruh-beden, kâinat ve metafizik âlemin enerji boyutlarıyla irtibat kurarak iletişim sağlayabiliriz.

Düşünme nedir, zihnimiz nasıl çalışır, nasıl fikir üretir, tefekkürün, meditasyonun metotları nelerdir? Düşünme, şuurluluk durumunu sağlayan enerjinin bedenî bölümü sinir sistemi adlı yapıdan, ruhî yanı da duygulardan, güdülerden kaynaklanır. Düşünen beynimiz değil, ruhumuzdur. Ruh, bunu beyin aracılığıyla yapar. Ruh bedenden uçup giderse, ceset düşünemez, konuşamaz, hareket edemez!1

Düşünme, hadise ve nesne yerine onların sembollerini kullanarak yapılan zihnî bir faaliyet; eşya ve varlıklar arasında bağ kurma; müşahhastan mücerrede (somuttan soyuta) geçme; gerçekçi düşünme; mantıkî prensiplere uygun akıl yürütmedir.

İnsanî bir özellik, bir vazife2 olarak da tanımlayabileceğimiz düşünme gücü, tefekkür; şuurlu olarak düşünmek, anlamak, araştırmak, fikir üretmek; bir şeyin hakikatini anlamak için onun üzerinde mantıklı, derin, etraflı, detaylı ve dikkatlice düşünmek, üzerinde yoğunlaşmak, zihnî faaliyet göstermektir. Maddeler halinde sıralarsak düşünme:

• Bir meseleyi çözme, halletme, anlamak için onu irade ile ele alma, çözmeye çalışma, teşebbüse geçme;

• Düşünüşü, bir başka düşünüşe çevirebilme, kaydırabilme, istikamet seyrini çizme;

• Bir konunun çeşitli yönlerini, değişik durumlarını sıralayarak zihninde tutabilme, koruyabilmedir.

Keşfedici, yüksek düşünce ise; sembol ve taslaklara dayanan düşünceyle gerçekçi düşünce arasında kurulan bağlantının sonucudur. Belirli bir zekâ seviyesi, bilgi, eleştirel, tetkikçi, inceleyici, esnek düşünme alışkanlığı; üstün bir zihnî çalışma ve derin bir tecrübe gerektirir.

Dünyada yüz buluş ve keşfin 97’si, düşüncenin serbest olduğu Batı ülkelerinde; 3’ü, yasaklandığı eski demirperde ülkelerinde ortaya çıkmış. Türkiye ise, maalesef demirperde havzasında yer aldı 83 yıldır. Ve hâlâ, düşünceye 301 prangası vurulmuş...

Dipnotlar: 1. Prof. Dr. Özcan Köknel, Prof. Dr. Kurban Özuğurlu, Prof. Dr. Güler (Aytar) Bahadır, Psikoloji, s. 47; 2. Sözler, s. 118.

03.11.2006

E-Posta: [email protected] [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Peygamber yıldızları



Yozgat’tan okuyucumuz: “İnsanların en hayırlısı benim asrımdaki ashabımdır. Sonra onların peşinden gelenlerdir, daha sonra onların peşinden gelenlerdir. Sonra öyle bir kavim gelecek ki, onlardan birinin şehâdeti yeminini, yemini de şehâdetini geçecektir” hadisini açıklar mısınız?”

Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’a en zor zamanlarında yardım eden, O’nun (asm) nurlu sohbetlerinden yüksek feyiz alarak doğrudan ve hiç aracısız zahirden hakikate geçen sadık arkadaşları, yani sahabeler, yani Ashab-ı Güzin, tam mânâsıyla birer Peygamber Yıldızıdır. İnsanlık tarihinde Peygamberlerden sonra gelmiş en şerefli nesil ve en hayırlı topluluktur. Üstad Bedîüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle, her biri hak, hakkaniyet, sıdk ve doğruluk için, canlarını, mallarını, anne ve babalarını, kavim ve kabilelerini feda eden birer fedaîdirler.1

Birer Peygamber Yıldızı olan Sahabeleri Kur’ân’dan dinleyelim:

* “İslâm’da önceliği olan Muhacirler ve Ensar ile onları güzellikle takip ederek örnek alanlar ve onları hayırla yâd edenlere gelince; Allah onlardan razıdır, onlar da Allah’tan razıdırlar. Allah onlara içinde ebedî kalmak üzere altından ırmaklar akan Cennetler hazırlamıştır. Bu ise en büyük kurtuluştur.”2

* “And olsun ki, o ağacın altında sana biat eden mü’minlerden Allah razı oldu. Kalplerinde olanı bildiği için, Allah onların üzerine sükûnet ve emniyet indirdi ve onları pek yakın bir fetihle mükâfatlandırdı.”3

* “Muhammed Allah’ın Resûlüdür. Onunla beraber olanlar da (sahabeler) kâfirlere karşı şiddetli, kendi aralarında ise pek merhametlidirler. Sen onların rükû ve secde ettiklerini görürsün. Onlar Allah’ın lütfunu ve rızasını ararlar. Yüzlerinde ise secde izleri vardır.”4

Peygamber Efendimiz (asm) buyuruyor ki:

* “Sakın, sakın! Ashabımın aleyhinde bulunmayınız. Onları garazınıza hedef etmeyiniz. Her kim onları severse, beni sevdiğinden dolayı sever. Her kim de onlara buğz ederse, bana buğz ettiği için eder. Her kim onlara eza ederse, bana eza etmiş olur. Her kim bana eza ederse, Allah’a eza etmiş olur. Her kim de Allah’a eza ederse, çok sürmez, hesabını Allah’a verir.”5

* “Allah Teâlâ, benim Ashabımı Enbiya ve Mürselîn (Peygamberler) müstesna olmak üzere insanların ve cinlerin tamamına tercih etmiştir.”6

Ebû Erâke anlatıyor: “Bir gün sabah namazını Hazret-i Ali (ra) ile kıldım. Ali, namazdan sonra sağ tarafına dönüp durdu. Üzgün ve benzi soluktu! Güneş mescidin duvarında bir mızrak boyu yükselince kalkıp iki rek’ât namaz kıldı. Sonra ellerini döndürüp: ‘Vallahi ben Muhammed Sallallahü Aleyhi Vesellemin ashabını gördüm. Bu gün hiçbir şey onlara benzemiyor! Onlar sabahları kalkarken renkleri sarı, saçları darmadağınık ve elbiseleri tozlu idi. Kaşlarının arası—secde izinden—keçilerin dizleri gibi idi. Geceleri sabaha kadar secde ve kıyamda geçiriyor ve Allah’ın kitabını okuyorlardı. Sabah olunca da, Allah’ı zikretmeye başlayıp, rüzgârlı havada sallanan ağaçlar gibi sallanıyorlardı. Gözyaşlarından elbiseleri ıslanırdı’ dedi. Sonra kalkıp gitti. O günden sonra, Allah düşmanı İbni Mülcem tarafından öldürülünceye kadar yüzünün güldüğünü kimse görmedi.”7

Sahabeler öyle faziletli bir topluluktu ki, birbirlerini sırf Allah için severler, birbirlerinin aleyhine de geçseler, birbirlerini Allah için affederlerdi. Hazret-i Muâviye ile Hazret-i Ali’nin yolları siyasette ayrılmıştı. Hazret-i Muâviye (ra), Halife Hazret-i Ali’ye (ra) biat etmedi. Halifeliğin kendi hakkı olduğunu savundu ve bunun için Hazret-i Ali (ra) ile savaştı. Fakat bir gün, Hazret-i Ali’nin (ra) faziletlerinden ve ilminden bahseden Dırar bin Dumre el-Kinânî’nin yanında Hazret-i Muâviye gözyaşlarını tutamadı ve hüngür hüngür ağlamaktan da kendini alamadı. Sonra Dırar’ı tasdik etti: “Evet, vallahi öyle idi!” dedi.8

Bahsettiğiniz hadiste9, sahabelerden insanların en hayırlısı olarak bahsediliyor. Sahabeleri takip eden nesle “Tâbiînler” denmiştir. Bu nesil de faziletçe sahabelerden sonra gelmektedir. Tâbiînleri takip eden hayırlı nesle de “Tebe-i Tâbiîn” denmiştir ki, bu neslin de faziletinin Tâbiînden sonra geldiği hadisten anlaşılmaktadır. Daha sonra gelen insanlık nesillerini ise ancak irşad ederek faziletçe yükseltmek mümkün olacaktır. İrşad edilmemiş kimselerin ise şehadetlerinin yeminlerine karışacağı, yeminlerinin şehâdetlerine karışacağı, yani dürüst olmayacakları ve güven vermeyecekleri, hâkim karşısına yalancı şahitlerin rahatlıkla çıkıp Allah adına yalan yere yemin edeceği bu hadiste ifade edilmiştir.

Dipnotlar: 1- Mektûbât, s. 121 2- Tevbe Sûresi: 100 3- Fetih Sûresi: 18 4- Fetih Sûresi: 29 5- Tecrit Terc. 1/23 6- Tecrit Terc. 1/25 7- el-Bidâye: 8/6 8- Hılye: 1/84 9- Buhârî, 8/1147

03.11.2006

E-Posta: [email protected]




Halil USLU

Değerleri kim tatbik edecek?



Basında yer aldı “seri ihmaller zinciri” diye. Türkiye son günlerde 24 yaşındaki M.K. ve 29 yaşındaki Y.B.’nin işlediği cinayetleri konuştu. Zanlılar, Bursa’dan Mersin’e, Mersin’den Ankara’ya uzanan yolda 3 günde 7 kişi katletti. Cinayetlerin ikinci gününde, güvenlik kamerası görüntülerinden zanlıların kimliği ve kullandıkları aracın plakası tesbit edildi. Suçlular resmen arandıkları sürede 10 ilin sınırından ve 50 kontrol noktasından geçerek 4 kişiyi daha öldürdüler, ama yakalanamadılar. 4 gün sonunda yakalandı fakat 7 kişi öldükten sonra. Teknoloji büyük bir değer, kullanmak başka. Türkiye’de 29 polis okul okulu var. 250 bin civarında polis var. Eğer kalpte yasakçı olmazsa manzara bundan ibaret. AB sürecinde herkesin üstünde durduğu “hoşgörü ve eğitim” yolunda, ABC vitaminin yanında kalplerde gönüllerde ve akıllarda, iman vitamini yani Allah sevgisi ve inancı her kesimde hayata geçmelidir. O vakit bu manzaralar azalır, polise ihtiyaç da kalmaz. Yoksa daha vahim olaylar görülür ve asayiş acze düşer..

26.10.2006 tarihinde basında yer alan Millî Eğitim Bakanlığı kaynaklı belge daha da düşündürücü. MEB bünyesinde son bir yıl içinde ilköğretim ve lise dengi okullarda 2 bin 474 menfî olay olmuş. Olaylara 6 bin 224 kız ve erkek öğrencinin karıştığı tesbit edilmiş. Disipline ve yargıya intikal eden olaylar, istatistiklere göre şöyle:

* Fiziksel (yumruk, tekme, tokat...): 814 olay * Zorbalık, tehdit, sataşma: 491 olay * Okula silâh, delici âlet getirme: 196 olay. * Çalma, gasp: 184 olay. * Alkol, uyuşturucu kullanımı: 84 olay. * Cinsel taciz: 65 olay. * Ateşli silâhla yaralama: 47 olay. * Çete oluşturma, katılma: 27 olay.

Şimdi soruyorum kalpteki yasakçı nerede?

Bundan önceki hükümetlerin Sağlık Bakanlığının yaptığı taramada ise tablo başka bir vehamet. Daha önceki makalelerimde bunları verdim. Türkiye’de 600 bin civarında öğretmen var. Sistem nasıl? Müfredat programı nasıl, tatbikat nasıl? 4207 sayılı yasa nereye kadar tatbik ediliyor? Bu değerleri kim tatbik edecek? TV’ler, radyolar, gazeteler bu hususta neredeler? Acaba TV programları, bahsedilen hoşgörünün ve eğitimin neresindeler? Çünkü elimizdeki tesbitte 2006 itibarıyla ulusal 4 TV’den bir günde 25 müsbet, 4 bin küsur menfî ve tahrip edici belge ve program yapılmaktadır. Başkent üniversitesinin tesbiti bizi teyid etmektedir: “Gençliğin önündeki 46 engelden birincisi eğitim bozukluğu”. Hoşgörü ve eğitim, bazı şart ve yerlerde çaresiz ve pasif. Şehir ve ilçe merkezlerindeki stadyumlardan koro halinde çıkan ve önü alınamayan küfürler çökmüş sistemin bariz belgesidir. Bu stadyumların etrafında on binlerce nüfus vardır, bunların çoğu çocuklar ve evlerinde ikamet eden yaşlı insanlardır. Eğitim öğretim çağındakiler, o statlardan gelen koro halindeki küfürleri ezberliyorlar, hem de zorla. Çünkü sesi kesemezsin. Bunun vebali kime aittir? Hatta Cumhuriyet tarihinde ilk defa bu yıl Diyanet İşleri Başkanlığı “Top sahalarındaki maçlarda küfür olmasın” diye hutbe okutturdu. Hava meydanlarını şehir dışına taşıyorsunuz da, bu statları niye şehir dışına taşımıyorsunuz? Burada iki sistem tartışılır. Birincisi eğitim, ikincisi hoşgörü...

Türkiye’de 15’i büyük şehir olmak üzere bütün belediyelere, milletvekillerine, muhtarlara, avukatlara ve en mühimi manevî değerler ağırlıklı bazı STK’lara büyük görev düşmektedir. Acaba bunun için bir çalışma yapmışlar mıdır? Bir projeleri var mıdır? Küfürleri milletin dinlemesi mecburi midir? Çünkü başkasını, hem de gayr-ı ahlâkî olarak rahatsız etmek hukuka aykırıdır. Dünyanın medenî ülkelerinde üst katta ağlayan bir çocuk için mahkemelere gidilmiştir. Şimdi biz bunun neresindeyiz? Ayrıca ne verdik de ne alacağız? Hz. Mevlânâ diyor ki: “Görmedim arpa ekenin buğday biçtiğini” Elbette “Ne ekersen onu biçeceksin.” Doğru mu? Peki muhteşem değerlerimizi kim tatbik edecek? Murakabesini kim yapacak? Bu itibarla her vatandaş sorumludur. 73 milyonun her biri bir hissedir.

03.11.2006

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Ölüm mangaları



Irak’taki durum gerçekten de çok vahim. İçler acısı. ABD’nin bataklığa saplandığı ve Irak’ın ikinci bir Vietnam olduğu artık şüphe götürmez bir gerçek. En başta Bush dahi kabul ediyor. Kısmî Senato seçimleri de bu yenilginin gölgesinde yapılıyor. İşgalin korkunç bilânçosu giderek daha fazla gün yüzüne çıkıyor. Saddam döneminde Şiilerle Sünnilerin ortak yaşadığı gri alanlar bu işgalin getirdiği fitne ateşiyle birlikte yaşanılamaz hale gelmiş bulunuyor.

Mezhepçilik ayrışmayı, ayrışma da fiilî bölünmeyi getiriyor. Bunun sonucunda ve özellikle Hasan el Askeri’nin türbesine girişilen saldırıların akabinde çıkan mezhep çatışmaları (düşük yoğunluklu iç savaş da denebilir) günde yaklaşık yüz kişiyi ekin gibi biçiyor. Fitne ateşine kurban gitmeniz için adınızın Ömer, Osman olması kafi. Sünnî olarak ayrım nedeni, ama infazda ayrım gözetilmiyor. Bunun sonucunda 950 bin civarında Iraklı gri bölgeleri terk etmiş. Bunun mânâsı kitleler halinde Şiî ve Sünnilerin zoraki yer değiştirmesi ve tehciridir. Birinci Dünya Savaşı da Ermenilerle Türkler arasında böyle bir trajediye neden olmuştu.

İç göç bağlamında mezhep kavgası ateşinden kaçan Iraklılardan bir kısmı nisbî güvene haiz kuzeydeki Kürt bölgelerine sığınıyor. Bir milyon civarında iç göçmene mukabil bir ile iki milyon arasında Iraklı da başta Suriye ve Ürdün olmak üzere bölge ülkelerine kaçmış. Irak’ın işgalinden beri ölenlerin kesin rakamı ise bilinmiyor. Ama en son verilere göre (Ekim 2006) ölen Iraklıların sayısı 650 bin civarında. Bunun anlamı, işgalden sonra her 40 Iraklıdan birisi öldürülmüş durumda.

Bunu en iyi aksettiren tablolardan birisi Talib El Sudani adlı bir Iraklının hazırlamış olduğu komedi programı. Bağdat’ın El Şarkiya televizyonunda yayınlanmaya başlayan “Acele Edin, Öldü” isimli komedi programı ülkede izlenme rekorları kırdı. Iraklı sunucu Talib El Sudani’nin hazırladığı program, 2017 yılında hâlâ ABD işgali altında olan Irak’ta geçiyor. O tarihte yaşayan tek Iraklı olan Said Halifa’nın canlandırdığı ‘Said’ karakteri, herkes ölmüş olmasına rağmen hazırladığı bir televizyon programında ülkede yaşanan gelişmeleri anlatırken, koalisyon güçlerinin Irak’ı 6 bin 994 yıl sonra terk edeceğini söylüyor. Aynı zamanda program metinlerini de yazan Talib El Sudani, ülkedeki kaos ortamından dolayı yazdığı metinlerin bazı bölümlerini silmek zorunda kaldığını söyledi. Sadr semtinde yaşayan Talip El Sudani çok ilgi gören programıyla ilgili şunları söylüyor: “Programın tek mesajı; ‘Amerika insanlığın düşmanıdır’ tezidir. Bu benim görüşüm, ABD kanı seviyor. Kıt’aları aşarak buraya gelen ABD, insanlığın en büyük düşmanlarından biri. Bizim mesajımız çok açık. Programın müziğinde de zaten ‘tankla geldiniz, ülkemizi harap ettiniz, ülkemizden gidin’ diyoruz..”

***

ABD’nin yaptıklarıyla ilgili tespit doğru olmakla birlikte eksik ve yetersiz. Bir de bu oyunun parçası olan yerliler ve aletler veya işbirlikçiler var. Burada çok serinkanlı olmak gerekiyor. Siz kullanan el yerine onun aletine yöneldiğinizde veya ona karşılık verdiğinizde aslında üst iradeye boyun eğmiş oluyorsunuz. Kargaşa da derinleşiyor. Alete cevap vermek de karşı tarafı aletle boğuşan taraf derekesine indiriyor ve böylece kurgulanmış fasid daire işlemeye başlıyor. Maalesef Irak’ta hukukî değil, fiilî bir durum olduğundan bu durumdan en fazla masumlar zarar görüyor. Hukuk değil güç işliyor. Bu piramidin tepesinde ABD var. Irak işgaliyle birlikte onlarla işbirliği sonucu güç devşiren Şiiler ise kurumsal gücün ikinci kademesini teşkil ediyor. İşte bunların himaye ettikleri ölüm mangaları da Irak’ı kan gölüne çeviriyor. Bu oyunun en son kurbanlarından birisi dostumuz İsam er Ravi oldu. Vefatını Ahmet Varol’un konuyla ilgili yazısından öğrendim. Ahmet Varol temas etmese bile İsam er Ravi’nin geçen yılki Türkiye ziyareti sırasında en fazla dile getirdiği ve rahatsız olduğu hususların başında İran nüfuzu ve teşeyyü tehlikesi geliyordu. Bunu da açıktan ve ulu orta olarak telâffuz etmekten çekinmiyordu. Irak’ın mezhep kamplaşmasına doğru hızla yuvarlandığını, kaydığını ifade ediyor ve bunun adının konması gerektiğini ifade ediyordu.

Ürdün Kralı Abdullah’ın Şiî üçgen tehlikesi tezini o da paylaşıyor ve bunun ilk fasıllarının Irak’ta yaşandığına dikkat çekiyordu.

***

Türkiye’de eğitim görmüş ve Türkçe de bilen Dr. İsam er Ravi Muhsin Abdulhamid gibi Saddam’ın hışmına uğrayanlar listesinde bulunuyordu. Ravi kellesini Saddam’ın idam sehpasından veya giyotininden kurtarmış, ama muhtemelen mezhep ve fırkalara bağlı ölüm mangalarından kendisini kurtaramamıştır (Fırak el mevt et taifi). Onların infazına kurban gitmiştir. İşgalin taşıdığı fitne ateşi ve koru, Irak’ı, iç savaş kıskacında benzeri manzaralar yaşayan Lübnan ve Guatemala gibi ülkelere benzetmiştir.

Son sıralarda sürekli tehdit alıyormuş. Başkalarını da kendisiyle birlikte ölüme sürüklememek için koruma istemiyormuş. Bu kahraman adamı ölüm mangaları adındaki işgalcilerin kuklaları ve aletleri öldürmüş olmalı. Maalesef İslâm dünyasında en fazla Şiî-Sünnî diyaloğuna yatkın olan ve fiiliyatta da bunun örneklerini vermiş olan İhvan çizgisi bugün, teşeyyü tehlikesine en fazla parmak basan grup veya hareket haline gelmiştir.

Aralarında Şiî temsilcilerin de bulunduğu Müslüman Ulema Birliği Başkanı Yusuf Kardavi’nin son çıkışı veya çığlığı ve İhvan’ın Suriye ve Irak’taki kanatlarından gelen münferit ve toplu açıklamalar bu meş’um akıntıya kapılmakta olduğumuzu gösteriyor. Çözüm sadece işgalin bertaraf edilmesinde değil, her zümrenin kendi delisine ve ahmağına ve akılsızına sahip çıkmasından geçiyor. Yoksa her zamanki gibi bir delinin attığı taşı kırk akıllı yine çıkaramayacak. Müslümanların birinci görevi ahmaklara fırsat vermemektir.

03.11.2006

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

20 büyüktür, 80 !



Gençlerdeki müsbet değişim ve gelişim, birilerini rahatsız ediyor. Işıktan rahatsız olanları da anlamak lâzım; çünkü gençleri din ve diyanetten uzak tutmak için olmadık ‘oyun’lar oynayan, ‘plan’lar yapan ‘şebeke’ler gayretlerinin boşa gittiğini görüyorlar.

Gençlerle yapılan bir anketin yankıları sürüyor. Hatırlamak lâzım, ankete katılan gençlerin büyük çoğunluğunun ‘Cuma namazına giderim’ cevabı vermesi bazı yazarları üzmüş ve bu gelişmeyi “Türkiye karanlığa gidiyor” diye yorumlamışlardı. (Hürriyet, 28 Ekim 2006)

Aynı araştırmanın devamında yine bir kısım ‘aydın’ları üzen neticeler çıkmış. (Bazı okuyucularımız, böyle kişilere ‘aydın’ dememize itiraz ediyorlar. Bu bakımdan onları ‘kendisini aydın kabul edenler’ şeklinde sınıflandırmak belki daha doğru olur. Her ne ise...) Ankete katılan gençlerin yüzde 83.4’ü (hadi yüzde 83 diyelim) “İsteyen başını örter” demiş. (Sabah, 2 Kasım 2006)

Haberde—özetle—şu bilgiler de yer alıyor: “10 gençten 8’i ‘İsteyen kadın başını örter’ diyor. Kentlerde yaşayan 15-22 yaş arası genç kızların yüzde 9.1’i türbanlı. Gençler bu konuda ‘büyüklerine’ oranla daha demokratlar. Araştırmaya katılan 15-22 yaş grubu arasındaki gençlerin yüzde 83.4’ü ‘Sizce kadınlar başlarını örtmeli mi örtmemeli mi, yoksa isteyen mi örtmelidir?’ sorusuna ‘İsteyen örtmelidir’ cevabını veriyor. Oysa bu soruya yine TNS-Piar’ın geçen yıl yaptığı profil araştırmasında 25 yaş üstü yetişkin nüfusun yüzde 66’sı ‘İsteyen başını örter’ cevabını vermişti. Her 10 gençten 8’inin ‘İsteyen başını örter’ görüşünü savunması yetişkinlere oranla daha serbest düşünce yapısında olduklarını gösteriyor. Kızların yüzde 86.2’si başlarının açık veya kapalı olması sebebiyle sosyal çevrelerinden tepki almıyor. Gençlerin yüzde 57.2’si kendisini “dindar” olarak tanımlıyor.”

Bahçeşehir Üniversitesi Sosyoloji Bölüm Başkanı Prof. Dr. Nilüfer Narlı, araştırmayı yorumlarken şöyle demiş: “Bu araştırma gençlerin türbanı bir siyasî mesele olarak görmediklerini gösteriyor. Dinî belki de büyük ölçüde kişisel tercih olarak görüyorlar.” (agg)

Gençlerin söylediği ve uzman sosyoloğun da tasdik ettiği şey, milletin de yıllardan beri dile getirdiği ‘doğru’lar değil midir? Her defasında başörtüsünün ‘simge’ olduğunu iddia edenler bu tesbitler karşısında ne diyecek? Gençler başörtüsünü ‘siyasî bir simge’ olarak görmüyor ve daha da önemlisi kendilerine sorulduğunda çok yüksek bir oranla “İsteyen başını örter” diyor. Daha ne desinler? Hadisenin özü burada gizli: Başörtüsü takmayı yasaklamak kabul gören bir uygulama değil!

Her zaman tekrarlıyoruz: Özgürlükle ilgili konular ‘anket’lerle belirlenemez. Ayrıca her ankette ‘hata’lar da olabilir. Ama bu konuda yapılan tek bir ankette değil, şimdiye kadar farklı zaman ve kişilerce yapılan onlarca ankette aynı/benzer neticeler çıkıyor. Yani başörtüsünün yasak olmaması noktasında halk nezdinde bir ‘uzlaşma’ var. Büyük ekseriyet kanunsuz yasağa karşı çıkıyor. Anketler bunun delili.

Gençlerin ve ‘ihtiyarlar’ın yüzde 80’inin “Başörtüsü yasağına hayır” dediği bir ülkede, kanunsuz yasak devam edebilir mi? Edemez ve etmemelidir. Eğer demokrasi var ve ‘milletin dediği olacak’ ise mevcut kanunsuz yasak bir an önce sona ermelidir.

Milletin verdiği bunca desteğe rağmen, ‘tek başına iş başına’ gelenlerin bu konuda kalıcı bir adım atamamış olması gençleri de kahrediyor, bilinsin...

03.11.2006

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

MHP’de bilek güreşi



MHP bir kez daha gerginliklere sahne olması beklenen bir kurultaya hazırlanıyor. Türkeş’in ölümünün ardından gidilen kongrede sandalyeler havada uçuşmuş, dönemin Ülkü Ocakları Genel Başkanı Azmi Karamahmutoğlu’nun, “illegalite” ilân etmesi üzerine, kurultay ertelenmek zorunda kalmıştı.

Türkeş’in oğlu Tuğrul Türkeş ile Devlet Bahçeli’nin yarıştığı Kurultay’da diğer genel başkan adayı İbrahim Çiftçi idamla yargılandığı Mamak’ta yediği dayaklardan sonra bir de kurultay salonunun kapısında polis tarafından coplanmıştı.

Doğan Öz’ü öldürdüğü iddiasıyla birkaç kez idam sehpasından dönen ülkücü İbrahim Çiftçi, uğruna sehpayı göze aldığı MHP kurultayında dövülmüş, Alparslan Türkeş’in oğlu Tuğrul Türkeş, “hoca”nın yani Devlet Bahçeli’nin karşısında kaybetmişti.

O zaman Bahçeli’nin seçilmesini sağlayan neydi?

11 saat boyunca, kar yağışı ve dondurucu soğuk altında Türkeş’in cenazesinde yürüyen ülkücüler neden onun mirasını değil, ona karşı çıkan Devlet Bahçeli’yi seçmişti?

Milliyetçilik gibi vefanın ve tarihe saygının çağları aştığı bir kültürden, Türkeş’in bir parti lideri olarak değil, günümüz Türk dünyasının “Başbuğ”u olarak görüldüğü bir siyasî hareketten nasıl böyle bir sonuç çıkmıştı?

Bu noktanın analizi çok fazla yapılmadı. MHP’nin iç dinamikleri iyi gözlenmedi, ülkücü gençlerin çek-senet mafyası ile anılmasının, vurdulu-kırdılı parti imajının ülkücü tabanda meydana getirdiği rahatsızlık pek dikkate alınmadı.

Tabiî olayın bir de başka bir yüzü vardı. O da MHP olgusuydu. MHP’yi normal bir parti olarak görmek mümkün değil. NATO’nun komünizmi önleme, derin devletin ise varlığını sağlama almak için silâhlı güç olarak kullandığı bir siyasî yapılanmaydı o zaman MHP...

Türk-İslâm ülküsü için yola çıkan, komünizm düşmanı vatansever Anadolu çocukları olayların içine, silahlı mücadelenin göbeğine, kurşunlara, cezaevlerine, işkencehanelere ve nihayet darağaçlarına sürüldü. MHP delegeleri Alpaslan Türkeş’i Ankara Beştepe’deki mezarına defnederken, aslında acıdan başka bir şey getirmeyen MHP olgusunun üzerine de toprak atıp, bir devri kapatmak mı istiyorlardı, orasını bilmiyorum.

Ama en azından Devlet Bahçeli gibi camiada kirli işlere karışmamış, partinin akademik kolunu örgütleyen ve “hoca” olarak bilinip, saygı gören bir isimle yeni bir açılım yapmayı amaçlamışlardı.

Vurdulu, kırdılı MHP değil, okuyan, yazan, ülke yönetimine talip bir MHP arzulanmıştı. Bu talep ilk seçimde sonuçlarını verdi. Öcalan’ın yakalanması, Erbakan’ın 28 Şubat sürecindeki, silik tavrı ve Bahçeli ile yeni bir heyecan dalgası yakalayan MHP, sandıktan iktidar adayı olarak çıkmıştı.

MHP iktidar oldu, ancak muktedir olamadı. Uçlardan gelen sağ partilerin iktidarda, iddialarının tam tersini yapma sorununu MHP’de yaşadı. Tabandaki MHP’linin, iktidardaki MHP’ye tepkisi o denli büyüktü ki, bugün 4 yılını dolduran 3 Kasım seçimlerinde partiyi barajın altına çekti.

3 Kasım gecesi çıkıp, seçimi kaybeden liderlerin çekilmesi çağrısında bulunan Devlet Bahçeli, Tansu Çiller ve Mesut Yılmaz’ın önce sandıkta, sonra bu çağrı ile tasfiyesini sağladı ancak kendisi partisinin başında kalmayı tercih etti.

MHP lideri 19 Kasım’da yapılacak olan kurultayla yeni bir döneme giriyor. Çünkü bu kurultay, aynı zamanda MHP’yi 4 Kasım 2007 tarihinde yapılacak olan seçimlere hazırlayacak kadroları ortaya çıkaracak. Bahçeli 3 Kasım’da kaybettiğini 4 Kasım’da geri alabilecek mi?

Koalisyon hükümeti döneminde, “devlet adamlığı” ve “uyum” adı altında hakareti dahi sineye çekebilen, Öcalan’ı dahi asmaktan vazgeçebilen bir Bahçeli imajı oluştu. 3 Kasım’daki hezimetin asıl sebebi bu. Muhalefet döneminde ise ülkücüleri sokaktan çeken, ellerinde silâh değil, bilgisayar olmasını savunan bir Bahçeli’ye şahit olduk. Her ne kadar MHP gerçeği ile örtüşmüyorsa da, desteklenmesi, cesaretlendirilmesi gereken bir öneriydi. Ancak MHP lideri bu güzel açılımının aksine siyasetin de biraz da eylem olduğunu, kitleleri harekete geçirip, heyecanları tutuşturmak olduğunu ihmal etti. Söylemi düzgün, eylemi zayıf bir muhalefet lideri oldu.

Milliyetçiliğin yükselen bir dalga olduğu günümüzde ABD karşıtlığı ve vizyon sahibi bir milliyetçiliği kitleleri harekete geçirerek, partisini ilk seçimde güçlü bir şekilde meclise sokmayı başarabilirdi. Şimdi barajın altı mı, üstü mü diye bir tereddüt yaşanmayan konjonktürü iyi kullanamadı.

Bu kurultayın da MHP açısından sancılı geçeceği anlaşılıyor. Babası Muzaffer Özdağ, Alpaslan Türkeş’le birlikte 27 Mayıs ihtilâlini gerçekleştiren kadrolardan olan Prof. Dr. Ümit Özdağ, MHP Genel Başkanlığı için Bahçeli’nin karşısında aday.

Ancak orada bir sorun var. MHP Ankara İl Teşkilâtına üyelik başvurusu kabul edilmeyen Özdağ, Artvin Yusufeli’den partiye üye olmuş. MHP yönetimi ise bu üyeliği resmî olarak Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına bildirmediği için Özdağ, Yargıtay’a başvurduğunda, MHP üyesi olmadığı cevabını almış. Danıştay’a başvurup bu hakkı elde edip, Yargıtay’dan MHP üyeliğini tescilletme yoluna gitmiş.

Özdağ’a göre MHP üyeliğinde sorun yok. 4 Kasım’da Bingöl’de adaylığını açıklayacak.

MHP genel merkezine göre ise Ümit Özdağ, bırakın genel başkanlığa aday olmayı partiye üye bile değil. Bu yüzden 19 Kasım Pazar günü kurultay salonuna bile sokulmayabilir.

MHP, şimdi iki hocanın bilek güreşine sahne oluyor.

03.11.2006

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Hazine değerindeki resimler



Dünkü "haber7.com" web sitesinde yayınlanan bir resimli haber, izlenme rekoru kırdı.

"Mekke ve Medine'nin ilk fotoğrafları" başlıklı bu haberin numaratörü (hit), saat 16.00'ya doğru geldiğinde 35.000 (otuz beş bin) rakamını gösteriyordu.

Haberin içinde, izne tabi olarak orijinal birçok resim kullanılıyor.

Ayrıca, o fotoğrafları kullanmak isteyenlerin de izin almaları gerektiği haberde hatırlatılıyor.

Biz de öyle yaptık ve gördüğünüz orijinal fotoğraf için iki yerden izin aldık: "haber7.com"dan ve o fotoğrafları albüm şeklinde neşreden "Yitik Hazine Yayınları"ndan. İkisine de teşekkür ediyoruz.

(Bu arada, Mekke–Medine resimleri için "İzinsiz alıntı yapılamaz" uyarısı yapan web sitesindeki haberin altında yer verilen bir okuyucunun yorumunu hayli dikkat çekici bulduğumuzu da burada ifade etmek istiyoruz. "Dertlikul" rumuzuyla yazan bu okuyucunun, bizi hem güldüren, hem de düşündüren ifadeleri aynen şöyle: "'İzinsiz alıntı yapılamaz' ne demek? Babanızın malı mı ki izin alıcaz? Kâbe, bütün İslâm âlemine mal olmuş mübarek bir yer. Resmi de öyle...")

* * *

Söz konusu albüm, Mehmet Bahadır Dördüncü tarafından hazırlanmış. Albümde yer alan resimlerin hemen tamamı, Sultan II. Abdulhamid zamanında çekilmiş.

Kitaplaşan bu albümün önemli bir kısmını biz de bakıp inceledik. Hakikaten, içinde orijinal belge niteliğinde harikulâde resimler var. Bunları değişik vesilelerle sizlere de yansıtmayı ümit ediyoruz.

Bahadır Beyin hazırlamış olduğu albümün değişik versiyonlarında, Mekke ve Medine başta olmak üzere, bundan tâ yüz küsûr sene önceki İslâm âleminin birçok şehir ve yöresine ait resimler yer alıyor: Bağdat, Şam, Kahire, Bosna, Girit, Amman, vesaire...

Hele, Şam'daki Emeviye Camiinin içinden çekilmiş bir resim var ki, görünce âdeta çarpılır gibi olduk. Resimde, oturmuş kalabalık cemaat ile birlikte minberdeki hatip de görünüyor. Yani, âdeta Üstad Bediüzzaman tarafından 1910'da irad edilen "Hutbe–i Şâmiye"nin bir görüntüsü.

Mekân aynı mekân, görüntü hemen hemen aynı, fotoğrafın çekilmiş olduğu tarih de hâkeza...

* * *

Son olarak, konuya merak duyanlar için, söz konusu albümden fotoğrafların yer aldığı web sitesindeki haberin lingini vermek istiyoruz. Tâ ki, ileriki tarihlerde de arandığında rahatça bulunabilsin diye.

Haberin link adresi şöyledir: http://www.haber7.com/haber.php?haber_id=151806

Günün Tarihi

Reformun adı bizde "Tanzimat" oldu

3 Kasım 1839: Gülhane Parkında adına "Tanzimat Fermânı" denilen "Gülhane Hatt-ı Hümayunu" okundu. Böylelikle, "Tanzimat-ı Hayriye Devri" de başlamış oldu.

Tanzimat, Osmanlı'da yeni bir dönemin başlangıcı oldu. Bunun böyle olduğunu Batı dünyası da kabul ediyor.

Zira, o 3 Kasım 1939 günü, Gülhane Bahçesinde bizzat Hariciye Nazırı (Dışişleri Bakanı) Reşid Paşa tarafından "Padişahın iradesiyle" ilân edilen Tanzimat Fermânı, bütün saray erkânı ve devlet ricali yanısıra, yabancı devletlerin sefir ve konsoloslarının huzurunda okundu. Bu tarihî hadiseye, kalabalık bir halk kitlesi de şahitlik etti.

* * *

Rönesans dönemini yaşayan Avrupa ülkeleri çeşitli reformlarla kendilerini yenileyip eksikliklerini gidermeye çalışırlarken, beş yüz yıllık Osmanlı Devleti de bir reform yapma ihtiyacını duydu ve bunu lisânına en uygun bir ifade ile "tanzimat" şeklinde isimlendirdi. Tanzimat, düzenleme demektir. Avrupalılar, Osmanlı'daki bu yeni düzenlemeyi kendi lisanlarınca "Réorganisation" tâbiriyle yâdetti.

Tanzimattan demokrasiye

Osmanlı tarihinin belki de en tartışmalı reform hareketi, işte bu Tanzimat–ı Hayriyedir.

Düşünürlerimizin bir kısmı bu hareketi şiddetle, hatta nefretle tenkit ederken, bir kısmı da böylesi bir düzenlemenin faydalı ve kaçınılmaz olduğunu savunmaktan yana tavır aldı.

Peki, şayet Tanzimat olmasaydı, gelişmeler nasıl bir seyir takip ederdi? Fermana muhalefet edenlerin bu tür suâllere getirdikleri inandırıcı herhangi bir cevapları yoktur.

Zira, eğer Tanzimat ilân edilmeseydi, genel durumun çok daha kötüye doğru gideceği kuvvetle muhtemeldir. Erken bir inkıraz olabilirdi.

Esasen, Osmanlı'da Tanzimatı reddetmek, Cumhuriyet'in 27. senesinde (1950) bizdeki demokrasiye geçişi reddetmek gibi bir şeydir.

Ne tuhaftır ki, aramızda hâlen de demokrasiyi reddeden ve 1950'den önceki "tek parti Cumhuriyeti"ni savunan, hatta o dönemin hasretini çekenler var. İşte, bu anlayışın sahipleri ne derece haklıysa, Tanzimat'a karşı gelenler de o derece haklı olabilir.

* * *

Son bir noktayı da hatırlatarak bitirelim: Uzun metinli bir ferman olan Tanzimat'ın hiçbir maddesinde, Osmanlı'nın dine, mukaddesata bağlılığından en ufak bir itiraz, yahut şikâyet bulunmuyor. Dahası, tam tersine, mevcut hata ve ihmallerin "dinden uzaklaşmak" sebebiyle meydana geldiği açıkça ifade ediliyor. Ayrıca, gayrımüslimler için tanzim edilen yeni maddelerin dayanağı olarak, yine dinî içtihatlar esas alınıyor.

03.11.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habip FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004