Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 09 Şubat 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Enstitü

 

Akıl ve duygular

Yaşadığımız âlem ferdin varlıkla doğru uyum içinde olmasını gerekli kılan kesret kuralları içermektedir. Doğru tanımlanmış bir varlık tablosunda ruh da sükûnetini bulacak ve hayat daha anlamlı ve yaşanabilir hale gelecektir. Varlık ve ferdin uyum içinde ve dengeli bir zeminde etkileşimi için duygular ve akıl âhenk içinde faaliyet göstermeli.

Dengeli bir bakış için, duyguların ve maddî gerçekliği değerlendiren aklın ahenkli uyumu şart. Aklın nuru ve vicdanın ziyası hayat yolunun labirente benzeyen kıvrımlarında ve geleceğin belirsiz ve karanlık olduğu bir yaşantıda önümüzü sağ ve sol yandan aydınlatan iki projektör gibidir. Aklın nuru daha çok bilimlerle yani maddî âlemi şekillendiren kuralların keşfi ile oluşuyor. Akıl bu kuralların keşfi yolundaki gayretlerin toplamı olan fenlerle aydınlanıyor. Vicdan ise maddî âlemin daha dışında ve daha çok duyguların, inançların oluşturduğu bir kavram. O yüzden ışığını daha çok maddî dünyanın dışından ve dinlerden alıyor. Vicdanın önünü aydınlatan temel kaynaklar vahyin yeryüzüne yansıması anlamına gelen semavî kitaplar ve o kitapları hem insanlığa ulaştıran ve o kitapların çizdiği kurallar çerçevesinde insanlar içinde örnekler olarak hayat süren peygamberler.

İnsanlık tarihine bir göz atıldığında bütün insanlığı besleyen ve insanlık şeklinde bir kavramın oluşmasına yol açan iki ana kaynak olarak varlığı ya da mülkü kendi içindeki işleyiş mekanizmaları ile anlamaya çalışan bilim dalları ya da fenler ile bu işleyişleri vahyin aydınlığında anlamlandırmaya ve sorgulamaya çalışan dinler önümüze çıkıyor. Bilim ve din insanlık tarihi boyunca tartışmaların ya da varlık âlemine anlam verme çabalarının merkezinde yer alan iki kavram gibi gözüküyor.

Sosyal hayatı şekillendiren süreçler içinde zaman zaman kalp ve duygular, bazı zamanlar da akıl ve mantık ön planda olmuş. Beynin sol yarımküresi daha çok kognitif fonksiyonların işleyiş alanı olarak gözlenmekte yani mantık, konuşma, matematikle ilgili kabiliyetlerin, yani akıl kavramı çerçevesinde şekillenen işleyişlerin alanı olarak önümüze çıkıyor. Sağ yarımküre ise daha çok duygulanım, duyguları dışa vurma, sözlü olmayan iletişim ve sezgilerin alanı san’ata yönelik kabiliyetlerin merkezi gibi gözleniyor. Bu fonksiyonları ise çoğunlukla kalp ya da vicdan gibi kavramlar karşılıyor. Gerçi vicdan biraz daha beynin daha alt merkezlerle irtibat alanı olan ve bir tür koordinasyon merkezi olan limbik sistem ya da retiküler aktive edici sistemin fonksiyonu gibi ortaya çıkıyor, ama sağ beyin lobu ile de önemli bir irtibat içinde olduğunun pek çok işaretleri var. Son zamanlarda IQ (Inteligent Quotient) şeklinde ifade edilen ve değişik metotlarla bir değerlendirme rakamına dönüştürülen kabiliyetler çoğunlukla beynin sol lobunun tezahürleri, duygulanım ve bununla irtibatlı olarak ahlaki değerlerin bir ifadesi olan EQ (Emotionel Quotient) ise sağ lobun işleyişinin yansımaları şeklinde kabul ediliyor. Bunların yoğun irtibat alanları içinde çok net çizgilerle birbirlerinden ayrılamayacakları gerçeğini kabul etmekle birlikte kaba bir tasnifle IQ aklın nurunu, EQ vicdanın ziyasını ifade ediyor diyebiliriz. Akıl çoğunlukla bilim dediğimiz ve insanlığın tarihi boyunca ortak olarak geliştirdiği ve maddî dünyanın algılanması, yorumlanması ve bu sonuçların insanlık yararına kullanılması işleyişi ile aydınlanıyor olmalıdır. Vicdan ise daha çok duygular boyutunu ifade eden ve her zaman mantık kuralları ile sınırlanamayan, çoğunlukla telkinler ve bunların oluşturduğu duygu değişimleri çerçevesinde şekillenen bir şekilde dinlerle yolunu bulan bir fonksiyon gibidir. Bu alanda, “Neden?, Nasıl?” gibi soruların cevaplarını bulmak gibi bir endişe çoğunlukla yoktur. Doğru olduğunu hissetmekten ya da öyle olduğuna inanmaktan kaynaklanan bir taraftarlık hali vardır. Akıl alanında bilimlerin etkisi ön planda gözlenirken vicdan alanında dinlerin etkisi daha belirgin gibidir.

Son dönemlerde IQ’nun sadece faydacı bir yaklaşımla kullanılması eğilimi ön plana çıkmış gibidir. Sadece teknoloji üretme aracı ve hayat tarzının değiştirilmesi amacından öte geçmeyen akıl fonksiyonu gençler için üniversiteyi kazanma aracı, bilim adamları için yenilikler geliştirme aracıdır. Bu da akıl gibi muhteşem bir nimetin sadece maddî dünyaya sınırlı kalması gibi bir sığlık doğurur. Diğer taraftan, özellikle ülkemizde dine taraftarlığı daha belirgin kesimde yer yer duygu ağırlıklı anlatımlar ön plana çıkmakta ve sadece gözyaşları için bir araya gelinen zeminlerde ciddî duygusal gerilimler yaşanırken, feraset ve dinî hakikatlerle ilgili ciddî paylaşımlar ve maddî dünyanın gerçeklikleri içinde Rabbi tanıma gayretleri geri planda kalmaktadır.

Her iki durumun da doğurması beklenen olumsuz sonuçlar yakın çevremizde yaşanmaktadır. Belki de sosyal düzendeki çatışmaların en önemli sebeplerinden biri bu anlamdaki uyumsuzluklardır. Gelecekte daha mutlu bir dünya için inananlar aklı daha çok kullanmalı ve materyalistler duygularının zenginliğini keşfetmelidir.

Duyguların ve aklın âhenginden hasıl olan dünya algısı, ferdin ruh halinin de en ideal kıvamda olduğu hal olacaktır. Gerçek mutluluk ancak hayatın doğru anlamlandırılması ve aklın duygulara yönelik sağlıklı işleyişi ile ancak mümkün olur.

09.02.2007


 

Sultan Mehmed Reşad (1844 -1918)

Mehmed Reşad, 2 Kasım 1844 tarihinde İstanbul’da doğdu. Babası Sultan Abdülmecid ve annesi Gülcemal Kadın Efendi’dir. Sultan II. Abdülhamid tahttan indirilince 27 Nisan 1909 tarihinde otuz beşinci Osmanlı Padişahı olarak tahta çıktı. İslâm halifelerinin de yüzüncüsü oldu. Sultan Reşad saltanatının üzerinden iki yıl geçtikten sonra Rumeli seyahatine çıktı. Bu seyahate iştirak edenlerden birisi de Bediüzzaman Said Nursî’dir.

Mehmed Reşad, 2 Kasım 1844 tarihinde İstanbul’da doğdu. Babası Sultan Abdülmecid ve annesi Gülcemal Kadın Efendi’dir. Sultan II. Mahmud’un da torunudur. Çocukluk dönemi babasının yanında geçti. Şehzadeliği ve veliahtlığı boyunca fen ve din bilimleri alanında eğitim aldı. Arapça ve Fransızca’yı mükemmel denecek seviyede öğrendi.

Uzun süren şehzadelik dönemini bol bol okuyarak geçirdi. Babasının vefatından sonra amcası Sultan Abdülaziz tahta çıktı. Amcası döneminde de saraydaki rahat hayatını devam ettirdi. Ancak, bu rahat hayatı ağabeyi Sultan II. Abdülhamid’in tahta çıkmasından sonra sona erdi. Bundan sonra kendisi için sıkıntılı bir dönem başladı.

Sultan Abdülhamid, amcası Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesi ve daha sonra başına gelenlere şahit olmuş, 5. Murad’ın tahta çıkarılması, daha sonra onun da indirilip kendisinin tahta çıkarılması olaylarını yaşadığı için, neredeyse dönemi boyunca vehimli bir hayat sürmüştü. Bu sebepledir ki, şehzade Mehmed Reşad devamlı kontrol altında tutuldu. Aynı zamanda veliaht olduğu için sürekli gözetiliyordu. Mehmed Reşad da veliahtlığı boyunca günlerini haremde geçirdi. Şiir ve kitap okudu.

Mehmed Reşad’ın veliahtlığı 65 yaşına kadar devam etti. İkinci Meşrûtiyetin ilanı, 31 Mart Hadisesi ve akabinde meydana gelen gelişmelerden (dahli olmadığı halde) sorumlu tutulan Sultan II. Abdülhamid tahttan indirilince 27 Nisan 1909 tarihinde otuz beşinci Osmanlı Padişahı olarak tahta çıktı. İslâm halifelerinin de yüzüncüsü oldu. Daha önce hapis hayatı yaşadığı için idarî tecrübeden yoksun olarak 65 yaşında tahta çıktı.

İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin girişimiyle tahta çıkan Sultan Reşad, dokuz yıl süren saltanatı boyunca etkisiz bir yönetim sergiledi. Padişahın yetkilerini sınırlayan ve ülke yönetimini tamamen elinde bulunduran İttihat ve Terakki’nin gölgesinde kaldı. Kişilik olarak yumuşak huylu olması da iktidar partisinin işine yaradı. Onun dönemi, II. Abdülhamid’in döneminin aksine, iktidar partisinin tamamen hükümran olduğu, padişahtan çok; Talat, Enver ve Cemal paşaların ön plana çıktığı bir dönem oldu.

Sultan Reşad dönemi, Osmanlı tarihinin belki de en bunalımlı dönemi oldu. İlk bir iki yıl hariç sürekli savaşlarla geçti. Trablusgarp, Balkan ve Birinci Dünya savaşları hep bu dönemde gerçekleşti. Devlet sürekli kan kaybetti. Çok sayıda insan savaşlarda şehit oldu. Özellikle Birinci Dünya Savaşı, her açıdan Osmanlı Devleti için çok büyük kayıpları beraberinde getirdi. Devletin çöküşünü hızlandırdı ve nitekim bir süre sonra Osmanlı Devleti ortadan kalkıp yerine yeni Türk Devleti kuruldu.

Osmanlı Devleti’nin sözü edilen en bunalımlı döneminde ipler padişahın değil, iktidarda olan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin elinde idi. Padişahın yetkileri epey sınırlandırılmış ve etkisiz hale getirilmişti. Sultan II. Abdülhamid Meşrûtiyetle kendisine tanınan yetkilere dayanarak Mebusan Meclisi’ni tatil etmiş ve devleti tek başına yönetmişti. II. Meşrûtiyeti ilân ettiren İttihat ve Terakki Cemiyeti, eski dönemin bir daha yaşanmaması ve Meşrûtiyet idaresinin tatil edilmemesi için daha öncesinde verilmiş bulunan yetkilerden hiçbirini padişaha vermemiş ve dolayısıyla hükümet temsilcileri, padişahtan daha etkili bir hale getirilmişti. Bir de padişahın zayıf idaresi ve devlet yönetimindeki donanım eksikliği eklenince iktidar tamamen el değiştirmiş olmaktaydı. İşte bu yüzdendir ki; II. Meşrûtiyet dönemi boyunca meydana gelen savaş ve kayıplardan padişah olmasına rağmen pek sorumlu tutulmadı. Fatura tamamen İttihat ve Terakki’ye kesildi.

Son dönem Osmanlı padişahları genellikle merkezin dışına çıkmayıp sürekli İstanbul’da kalarak ülkeyi idare etme yoluna gittiler. Sultan Reşad saltanatının üzerinden iki yıl geçtikten sonra Rumeli seyahatine çıktı. Bu seyahatin iki önemli amacı vardı; meşrutî idareyi tesis etmek, özellikle Arnavut isyanını sonlandırıp Osmanlı vatandaşı Arnavutların devlete olan bağını kuvvetlendirmekti. Bilindiği gibi padişahın bu seyahatine değişik sınıflardan önemli simalar iştirak etti. Bu seyahate iştirak edenlerden birisi de Bediüzzaman Said Nursî’dir.

Padişahın Rumeli seyahatine iştirak ederek Kosova’ya giden Bediüzzaman, burada üniversite kurma girişimi sırasında; doğuda daha şiddetle üniversiteye ihtiyaç bulunduğunu, şarkın İslâm âleminin merkezi olduğunu, Van vilayetinde Ezher gibi bir üniversitenin kurulması gerektiğini ısrarla Padişah’a teklif etti. Padişah yardım vaadinde bulundu. Bir süre sonra başlayan Balkan Savaşlarında Kosova’nın işgal ve elden çıkması üzerine üniversite kurulamadı. Bediüzzaman bu sefer Kosova’ya üniversite kurmak için tahsis edilen paranın doğuda kurulacak Medresetü’z-Zehra’ya tahsis edilmesini Padişah’tan talep etti ve talebi kabul edildi. Van yakınlarında bulunan Edremit’te üniversitenin temeli de atıldı. Ancak, Birinci Dünya Savaşı ve işgaller bu projenin gerçekleşmesine mani oldu. (Emirdağ Lahikası, s. 280, 402; Tarihçe-i Hayat, s. 93)

5. Mehmed olarak tahta çıkan Sultan Mehmed Reşad’ın çok uzun olmayan saltanatı boyunca, çok büyük savaşlar yaşandı. Kuşkusuz bunların en dehşetlisi Birinci Dünya Savaşı idi. Bu savaşta Osmanlılar birçok cephede savaştı. Yüz binlerce şehit verildi. Çok sayıda toprak parçası kaybedildi. Padişah bütün bu acıları görerek ve yaşayarak 3 Temmuz 1918 tarihinde vefat etti. Cenazesi, daha önceden kendisi tarafından hazırlanmış bulunan Eyüp’teki türbesine defnedildi.

Birinci Dünya Savaşının bizim açımızdan en önemli cephesi kuşkusuz Çanakkale idi. Bu cephede dünyanın en büyük donanmaları ağır bir yenilgiyi tadarak çekilmek zorunda kalmışlardı. Bu cephe üzerine bir çok yazı ve şiir kaleme alındı. Şiir yazanlardan bir tanesi de Osmanlı tahtında oturan Sultan Reşad idi. Kendisi şöyle bir şiir kaleme almıştı:

GAZEL-İ HUMAYUN

Savlet etmişti Çanakkale’ye bahr ü berden

Ehl-i İslâmın iki hasm-ı kavisi birden

Lâkin imdad-ı İlâhî yetişip ordumuza

Oldu her bir neferi kal’a-i pulad beden

Asker evlâtlarımın pişgeh-i azminde

Aczini eyledi idrak nihayet düşmen

Kadr-ı haysiyyeti pamal olarak etti firar

Kalb-i İslâm’a nüfuz eylemeye gelmişken

Kapanıp secde-i şükrana Reşad eyleye duâ

Mülk-i İslâmın Huda eyleye daim me’men

DÜZELTME

Geçen hafta yayımlanan “Mustafa Sungur” portresinde; “Bir toplantı için Safranbolu’ya giden Mustafa Sungur, burada bulunan Bayram Yüksel’in babası olan Hıfzı Bayram Efendi’yle tanıştı.” ifadesindeki Bayram Yüksel’in, “Hüsnü Bayram” olması gerekiyor. Düzeltir, okuyucularımızdan özür dileriz.

09.02.2007


 

Bediüzzaman'a göre dünya birliği (Evrensel Birlik)

“İki cihanın rahat ve selâmetini iki harf tefsir eder, kazandırır: Dostlarına karşı mürüvvetkârane muaşeret ve düşmanlarına sulhkârâne muamele etmektir. (Mektubat, Sayfa: 258)

GİRİŞ

Günümüzde dünyanın küçük bir köy haline gelmesi ile birlikte insanlığın barışık ve mutlu yaşaması âciliyet derecesinde önem kazanmıştır. Bediüzzaman’ın, bundan yaklaşık yüz sene önce “sulh-ı umumi” diye ifade ettiği dünya barışı konusundaki görüşlerinin önemi henüz yeni anlaşılmaktadır. Bu, tarihin gelişim süreci içinde geleneklere, değerler penceresinden değil de, ırkçılık ağırlıklı ulusalcılık konseptinden bakanların hâlen anlayamadığı bir durumdur.

Çatışmayı çağrıştıran yorum ve yaklaşımlar yerine, iletişim ve bilim teknolojilerinin gelişim trendine paralel olarak yaşadığımız bilgi çağının gereği evrensel birlik yaklaşımları, medeniyetler buluşması için artık bir mecburiyettir. Evrensel birlik için evrensel akla ihtiyaç vardır. Evrensel akıl ise, kâinatı büyük bir insan ve insanı da küçük bir evren olarak yaratan Yaratıcının Kur’ân olarak gönderdiği akıldır. Bu aklı Bediüzzaman kısaca; “İnsaniyet-i Kübra olan İslâmiyet” olarak tanımlar. Kur’ân’ın asrımıza bakan yorumuyla Risâle-i Nur, İslâm’ın değerleri ile bütün insanlığın buluştuğu evrensel değerlerin ortak buluşma noktalarını göstermektedir

İNSAN VE İNSÂNÎ DEĞERLERİN OLUŞTURDUĞU DÜNYA BİRLİĞİ KAVRAMI

Allah-kâinat-insan paradigması, insânî değerler

Risâle-i Nur’un dünya birliği konsepti, Kâinatı Allah’ın yarattığı muntazam ilâhî bir sanat eseri olarak ifade ve iz’an etmesidir: “Tabiat, Allah’ın san’atı ve şeriat-ı fıtriyesidir. Nevâmis ise, onun meseleleridir. Kuvâ dahi, o meselelerin hükümleridir.” (İşârâtü’l-İ’câz - Bakara Sûresi, Âyet: 23, 24 - s.1218)

Bediüzzaman’a göre tabiat, tab‘ olunan büyük bir kitaptan ve bu büyük kitabın dile getirdiği yazılı olmayan, ama her an gerçekleşmekte olan “yaratılış kanunları”ndan başka bir şey değildir. Bu yaratılış kitabının müellifi Allah’tır. Misafir olarak gönderilen insanın yeryüzündeki misyonu ise; “…her bir misafir, gözünü açıp baktıkça görür ki: Gayet keremkârâne bir ziyafetgâh ve gayet san’atkârane bir teşhirgâh ve gayet haşmetkârâne bir ordugâh ve talimgâh ve gayet hayretkârâne ve şevk-engizâne bir seyrangâh ve temâşâgâh ve gayet mânidarâne ve hikmetperverâne bir mütalâagâh olan bu güzel misafirhanenin sahibini ve bu kitab-ı kebîrin müellifini ve bu muhteşem memleketin sultanını tanımak ve bilmek için şiddetle merak…” etmektir. Bu Kâinat kitabından insana “…en başta göklerin nur yaldızıyla yazılan güzel yüzü görünür. ‘Bana bak, aradığını sana bildireceğim.’ der.” (Ayet-ül Kübra, s.1)

İnsan, Kâinat içindeki yeri ve anlamı üzerine düşünen, var oluş meselesini çözümlemiş, yaratılış amacını tam anlamış, başta kendi varlığı olmak üzere topyekün varlık dünyasına anlam katan ideal bir prototiptir. Said Nursî’nin ifadesiyle Allah’ın yeryüzündeki halifesi, varlıkların boyun eğdiği; meleklerin secde ettiği, ilk insanın şahsında mânâsını bulan insandır: “İnsanın pek yüksek bir kıymeti olmasaydı, semavat ve arz onun istifadesine muti ve musahhar olmazdı. Ve keza, insan ehemmiyetsiz olsaydı, mahlûkat onun için halk edilmezdi. Eğer insan ehemmiyetsiz ve kıymetsiz olsaydı, o vakit insan, mahlûkat için halk olunacaktı. Ve keza, insanın Hâlıkı yanında mevkii pek büyük olduğu içindir ki, âlem-i dünyayı kendisi için değil, beşer için, beşeri de ibadeti için halk etmiştir.” (İşârâtü’l-İ’câz - Bakara Sûresi, Âyet: 29 - s.12 )

Bediüzzaman Said Nursî’ye göre ideal bir dünya birliğine giden süreçte ilk aşama, gerçek anlamıyla “insan”ın kendi mânâ cevherini keşfederek yaratılış hakikatinin sırrını, kendi dünyasında anlaması ve gerçekleştirebilmesidir.

Kâinatın insan için yaratılmış olduğunun

farkına varma bilinci

İnsan, Kâinatın merkezinde yaratılmış ve Kâinat, insana hizmetkâr edilmiştir. Kur’ân’ın tarifine göre; yeryüzü, insana rahat edeceği bir döşek, huzur duyacağı bir beşik gibi yaratılmıştır. Güneşe insanın bir lambası, bir sobası olma vazifesi verilmiş, yıldızlar kandiller hükmünde, gecenin karanlığında, insana ikram edilmiştir. Havasıyla, suyuyla, toprağıyla, her an ahenkli ve dengede tutulan bu Kâinat, insan için bir hizmetkâr, bir binek, bir döşek, bir sofra, bir çarşı-yı âlemdir. İnsan için saray gibi döşenmiş, süslendirilmiş ve hizmetine verilmiştir. Kâinat sarayının sofralarında, insan iştahsız da bırakılmamış, tüm sofralardan istifade edebileceği, sınırsız bir ihtiyaç verilmiştir.

Kâinatın insan için yaratılmış olması, ortak hareket etmenin ve insanlığın refahı için ortak değerler üretmenin gerekli olduğunu göstermektedir. Birleşmiş Milletler Rio Deklarasyonu’nda; “İnsanlar devam ettirilebilir kalkınma kaygılarının merkezindedir” denmesi bu gerçeği açıkça teyit etmektedir.

Evrensel değerler ile ahlâkî

değerlerin birleştirici rolü

Ahlâkî değerler, insana yapılması, gerçekleştirilmesi gereken ahlâkî eylemi gösteren, insana yükümlülüğünü, görev ve sorumluluğunu hatırlatan ilkelerdir. İslâm’ın âhlak esasları, evrensel zenginliğe ve yeterliliğe sahiptir. Ahlâk kavramının bireyler ve toplumlar üzerindeki düzenleyici rolü, evrenselleşmeyi ve evrensel bütünlükte hürriyetlerin yaşanmasını doğurmaktadır. Ahlâkî değerler ile umumî kabul görmüş toplumsal değerler “evrensel pota”da bütünleştirildiğinde, “dünya birliği” adına büyük katkılar sağlanacaktır.

Hürriyet ve demokrasinin etkin işleyişi

Hürriyet ve demokrasi, dünya birliğinin tesisinde mutlak zaruret ve tartışılmaz bir gerçektir. En küçük toplum birimi ailenin ve en büyük uluslar arası birlikteliklerin tamamının mayası, demokratik yaşama biçimidir. Hürriyet ve demokrasi birbirinden ayrılmayacak evrensel değerlerdir. Birinin yokluğu, diğerinin uygulanabilirliğini de yok etmektedir. Evrensel birlik anlayışının sürdürülebilirliği, her iki kavramın bütün dünya üzerinde birlikte uygulanması ile gerçekleşecektir.

Bediüzzaman Said Nursî, hürriyet ve demokrasinin önemine, yaklaşık 100 yıl önce te’lif ettiği eserlerinde; “Asya’nın ve âlem-i İslâmın istikbalde terakkîsinin birinci kapısı meşrûtiyet-i meşrua ve Şeriat dairesindeki hürriyettir.” (Beyanat ve Tenvirler, s: 53) değinmiştir. Bütün iyilik ve güzelliklerin kaynağının hürriyet, bütün kötülüklerin ve çirkinliklerin kaynağının da istibdat olduğuna dikkat çekmiştir.

Hürriyet ve demokrasinin temelini meşveret oluşturmaktadır. Bu da Kur’ân’ın emridir. Demokrasi ve meşveret, ülke ölçeğinde olduğu gibi dünya ölçeğinde dahi birliğin temin aracıdır.

Kültürler arası diyalog ve iletişim

Kültürler arası diyalog, farklılıkları bir zenginlik olarak görmekten geçer. Bütün dünya insanlarının hayat biçimlerinin tek tip olması mümkün değildir. Dünyadaki turizm hareketinin en etkin motive edici unsuru, farklı kültürlerdir. Farklı kültürler, insanların merakını cezp etmekte, her türlü sosyal, ekonomik hareket ve paylaşımlara vesile olmaktadır.

Dil / Lisan

Dil ve lisan, insanlar ve uluslar arası iletişim ve birlikteliği sağlamanın da en önemli aracıdır. Uluslar arası ilişkilerde ve diplomaside bir lisanda buluşulması ve ilişkilerin en geniş şekliyle pratiğe yansıması birlik ruhunu güçlendirecektir. Bu birlik, dostluk ve kaynaşma da üst düzey diplomatik münasebetleri etkileyecektir.

Spor

Sporun dünya birliğinin sağlanmasındaki payı tartışılamaz. Spor organizasyonlarında müsabakanın getirdiği taraf olma duygusu, temel insanî ve ahlâkî değerler penceresinden bakıldığında dostluğu pekiştirecektir.

2002 yılında dünya futbol şampiyonasının final maçlarının birinde, Türkiye–Güney Kore karşılaşmasında, Türkiye Güney Kore’yi kendi sahasında yenmişti. Güney Koreli seyirciler kendi takımları kadar hatta daha çok Türkiye takımını alkışlamışlar, büyük bir Türk bayrağını çıkararak en güzel toplumsal centilmenlik ve dostluk örneği sergilemişlerdir. Bu manzara dünya kamu oyu ve spor tarihinde birlikteliğin en güzel örneği olarak hafızalardadır.

Müzik

Güzel san’atlar arasında yer alan müzik, en geniş anlamda kullanılan evrensel dil ve insanlığın buluştuğu pozitif ve estetik bir iklimdir. Kültürel dokunun en önemli bir unsurudur. Nota denilen semboller, milletler ve toplumlar arası iletişim dili olarak kabul edilmiştir. Kalplerin birlikteliğinin aracı olan müzik, evrensel boyutta da birleştirici etkiye sahiptir.

Medeniyetler çatışması yerine

medeniyetler buluşması

Bediüzzaman Said Nursî’ye göre günümüzde dünya birliğinin temini, kökleri müteal bir kaynaktan beslenen değerlere dayandığı oranda mümkündür. Böylesi bir dünya birliği konsepti, medeniyet tanımlama ve algılamasında aşağıda belirtilen beş olumsuz karakterden arındığı müddetçe gerçekleşme ve yaşama imkânına sahip olacaktır. Dünya birliğinin gerektirdiği medeniyetler yorumlamasında karşılaştırmalı bir tanımlama sistematiği getirmiştir:

“Kur’ânın emrettiği medeniyet ise, noktaî istinadı kuvvete bedel haktır ki, şe’ni adalet ve tevazündir. Hedefi de menfaat yerine fazilettir ki, şe’ni muhabbet ve tecazüptür. Cihetü’l-vahdette unsuriyet ve milliyet yerine rabıta-i dinî ve vatanî ve sınıfidir ki, şe’ni samîmî uhuvvet ve müsalemet ve haricin tecavüzüne karşı yalnız tedafüdür. Hayatta düstur-ı cidal yerine düstur-ı teavündür ki, şe’ni ittihat ve tesanüttür. Cazibedar hizmeti heva yerine Hüdadır ki, şe’ni insaniyeten terakki ve ruhen tekâmüldür.“

Buradan anlaşılıyor ki, medeniyetler buluşmasına vesile olacak evrensel ölçekteki yaklaşım, hak, adalet, muhabbet, yardımlaşma ve Hüda olarak belirtilen imanlı fazilettir.

Barışçı yaklaşımlar

Bediüzzaman Said Nursî dünya barışına şu veciz ifadesi ile ölçü getirmiştir:

“İki cihanın rahat ve selâmetini iki harf tefsir eder, kazandırır: Dostlarına karşı mürüvvetkârâne muaşeret ve düşmanlarına sulhkârâne muamele etmektir. (Mektubat, Sayfa: 258) Evet, hakikat ve maslahat sulhtur.” (Şuâlar, sayfa , s: 418)

Bu ölçüye bütün dünya milletlerinin uyması halinde güzel sonuçlar vereceği muhakkaktır.

Milletlerin empatisi

Bireylerin empati yapması gibi, milletler ve toplumlar da empati yapmaktadırlar. İletişim kanallarının artışıyla birlikte, Afrika’nın en ücra köşesindeki bir çocuğun acısı, New York’un en popüler semtinde oturan dolar milyarderini artık rahatsız etmektedir. Çünkü, “Yüz aç adamın huzurunda kemal-i iştiha ile yenilememektedir.” sözü bunu ifade etmektedir. Görüldüğü üzere iletişim etkileşimi sonuç vermektedir. “Bana ne, neme lâzım, başkası düşünsün” gibi istibdat yadigârı düşüncesizlikler, insanın kendini keşfiyle birlikte çöpe atıldı. Ülkeler kendi yerellikleri içinde ve uluslar arası alanda oluşturdukları sivil toplum örgütleri aracılığıyla empatinin zirvesine çıkmışlardır. Bir insanın kendisini karşısındaki insanın yerine koyarak onun duygu ve düşüncelerini doğru olarak anlaması gibi, toplumlar ve uluslar da aynı empatiyi güçlendirmektedir.

“Savaşa hayır, barışa evet” diyen, masum insanların ölümünden acı çeken toplumların, empatinin zirvesine doğru yürüdüklerini göz ardı edemeyiz. Görüldüğü gibi, ulusların empatisi, dünya birliğinin en kuvvetli sebeplerinden birisidir.

Tabiî afetlerde koordinasyonların etkisi

Tabiî afetlerin boyutu ve maliyeti bir devletin imkânlarını aşabilmektedir. Boyut her ne olursa olsun meydana gelen zarar, ziyan, bireysel ve toplumsal travmaların etkisini hafifletmeye yönelik acıların paylaşımı, evrensel birliği zorunlu kılmakla beraber birlik bilincini de geliştirmektedir. Ülkemizde ve komşularımızda meydana gelen büyük deprem felâketleri sırasındaki yardımlaşma faaliyetlerinin derin husûmet duygularını dostluk atmosferine dönüştürdüğünü yakın geçmişte yaşadık.

İnsanların ortak değerleri, “rikkat-i cinsiye” tabir edilen acıma, şefkat, merhamet, acıma duygularının tezahürleri evrensel duygu paylaşımıdır. Yardımlaşma ve dayanışmaya yönelik kurulmuş olan bütün organizasyonların evrensel birliğin göstergeleri olduğu açıktır.

09.02.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004