Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 10 Mart 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Röportaj

Hasan Hüseyin KEMAL

Mağdurlar hayatta iken darbeciler yargılanmalı

1975 yılında avukatlığa başlayan, 1989 yılında ise savcılığa terfi eden Sacit Kayasu, Adana’da savcı olarak görev yaptığı 2000 yılının 28 Mart’ında, başsavcılık makamına çıkıp elindeki iddianameyi teslim etti. İddianamesinde 12 Eylül darbesini gerçekleştiren Milli Güvenlik Konseyi üyelerinin yargılanması talebi vardı. Kayasu’ya göre, MGK üyeleri 1979-1980’de Anayasa’ya aykırı biçimde darbe planlamış, gerçekleştirmişti.

Kayasu’nun iddianamesi hakkında içtihada aykırı biçimde “suç duyurusu” muamelesi yapılarak, takipsizlik kararı verildi. Bundan üç gün sonra Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK), Kayasu’yu açığa aldı. Ve soruşturmanın üçüncü yılında Kayasu, meslekten ihraç edildi.

Sacit Kayasu işleme konulmayan iddianamesi yüzünden işten atılmasını bir hukuksuzluk olarak görüyor. İddianamesinin şikâyet dilekçesi olarak kabul edildiğini belirtiyor ve şikâyet dilekçesinin de işten uzaklaştırmaya sebep olmayacağını söylüyor.

“Eğer iddianamem işleme konulsaydı başıma gelecek her şeye razı olurdum” ifadelerini kullanan Kayasu şöyle devam ediyor: “Bizim itirazımız askere değil, silâhını vatandaşa doğrultmasına. Silâhını millete doğrultma hakkı askere verilmemiştir. Ne politikacıya soygun yapma hakkı, ne medyaya, bankacıya hortumlama hakkı, ne de savcıya görevini kötüye kullanma hakkı verilmiştir. Herkes mutlak şekilde bulunduğu konumda değerlendirilmelidir. Ordu bizi dışarıya karşı koruması gereken bir kurum. Sen darbe yaparak silâhını bana doğrultuyorsan itirazım var, çünkü senin darbe yapmaman için binlerce sebebin var” Sacit Kayasu’nun “Günaydın Savcı Bey” diye bir kitabı bulunuyor...

*Olayı duyduğunuzda, Şemdinli iddianamesi sebebiyle sizin gibi meslekten ihraç edilen Ferhat Sarıkaya hakkında ne düşündünüz?

“Sarıkaya’ya acıyorum. Benim başıma gelenler onun da başına gelecek” dedim. Bana yapılanlar ve Sarıkaya’ya yapılanlar bir zihniyetin göstergesidir. Benim iddianamem işleme konmadı. Şikâyet dilekçesi olarak kabul edildi. Halbuki şikâyet dilekçesi vermek herkesin hakkı. Suç duyurusu işten atılmayı gerektirmez ancak takipsizlik kararı verilebilir.

*Şikâyet dilekçesi vermek meslekten ihraç edilmeyi mi gerektiriyor?

Saçmalıklar dizisi bana yapılanlar. Savcı iddianame tanzim eder. Senin için tanzim ettiğim iddianame oluyor da Kenan Evren hakkında tanzim ettiğim neden şikâyet dilekçesi olarak kabul ediliyor. Bunun hukukî izahının bana yapılması lâzım. Ceza Muhakemeleri Usûlü Kanununa göre, savcı kendine şikâyet gelmeden de suç işlendiği kanaatine sahip olduğunda bunu araştırır ve suç bulursa dâvâ açar.

*Peki suçu varsayması yeterli mi?

Darbe suçtur. Savcının varsayması gibi birşey sözkonusu değil. O günkü Ceza Kanununun 146. maddesi meâlen; “Herhangi bir kişi veya kurum herhangi bir şekilde anayasayı işgal, tebdil, tağyir ederse cezalandırılır” diyor. 147. madde ise “gerçekleştirilirse cezalandırılır” diyor. 146 ve 147. maddelerde bunun müeyyidesi var. Bugüne kadar darbe yapılan kimse yargılanmadı. Yargılanmadıysa yargılanmayacak anlamına gelmez.

*Yargılanmadı diyorsunuz, ama daha önce darbeye yeltenen ve başarısız olan paşalar asıldı. Darbe suç değilse neden idam edildi?

Bu “Kanunlar ne yazarsa yazsın, darbeyi başaranları kahraman ilân ederim” demektir. 12 Eylül darbesini yapanlar hakkında iddianame yazdığımda “Bu adamın kafasından zoru var” dediler. Ben de “Psikiyatriye gidelim. Aklımdan zorum var mı, yok mu tetkik edilsin” dedim. İkincisi hukuk bilgimin olmadığını söylediler. Ben de “Hukuk eğitimi alırken derslerimi nasıl en yüksek notlarla aldım” dedim. Bir çelişkiler yumağı... Burada benim için önemli olan halkın tepkisizliği. Kimse “Bu iddianame neden işleme konulmadı? İddianameyi şikâyet dilekçisi olarak kabul edip savcıyı nasıl işten atarsın?” diye sormadı.

*Burada halkı yönlendiren kanaat önderlerinin, medyanın payı yok mu?

Kanaat önderlerinin, memurların, siyasetçilerin bazı ceremeleri göze alıp icraatta bulunmaları lâzım. Sırf konuşmayla nereye varılabilir ki? Ortada bir haksızlık var, bu haksızlık başbakana götürüldüğünde gereğini icra etmiyorsa, ortada bir suç varken bu savcıya iletiliyor ve savcı işlem yapmıyorsa konuşmanın ne kıymeti olabilir ki!

* Peki sizi darbeden onlarca yıl sonra harekete geçiren neydi?

Darbenin yapıldığı tarih 1980. Benim iddianameyi tanzim ettiğim tarih 2000. Kanunlara göre zaman aşımı süresi 2000’in 12 Eylül’ü. İddianameyi tanzim edince bu süre yarı oranında artmış oldu.

*2010’a kadar darbeciler yargılanabilir yani?

Evet aynen öyle ancak ben süre uzasın diye değil mahkeme açılsın diye bu iddianameyi hazırladım. Ancak benim iddianamemin işleme konulmaması tamamen kanunsuzdur. Savcının iddianamesine takipsizlik kararı verilemez. Mümkün değil. Hukuk birinci sınıfa giden öğrenciye sorsan “Böyle şey mi olur” der. Benim yazdığım şarkı sözü değildi ya!

*2000’de böyle bir iddianame yazmak için şartlar daha ağır olsa gerek. Siz başınıza gelecekleri düşünmüş müydünüz?

Elbette. 2000’e kadar biri dâvâ açar diye bekledim. Kimse açmayınca mecbur kaldım. Benim kayınpederim albay, sülâlemde bir sürü albay var, general var. En son açması gereken benim ama ben açmazsam zaman aşımına uğrayacaktı. Böyle bir durumda darbeler meşrû hâle gelir. Bir daha söylüyorum kim yaparsa yapsın darbe suçtur!

* Meslek hayatınızı sonlandırmanıza sebep olan bu karar aile içinde nasıl bir etki yaptı?

Hanım sinirden guatr oldu. Benim sinirlerim laçka oldu. Meslekten ihraç edildikten sonra kimse kapımızı çalmadı. İki kulağımda da kulaklık var. Bu olayın bizde maddî ve manevî yıkımları oldu. Beni ihraç etmekle savcılık hayatımı değil bütün hayatımı mahvettiler. Yaşayan bir ölü yaptılar. Şu an yaşım dolayısıyla beni kimse işe almıyor. Avukatlığım da elimden alındığı için hukuk müşavirliği gibi işler de yapamıyorum. Kendimi işe yaramaz olarak hissediyorum. Şu an insan olarak topluma karşı görevimi yerine getirdiğimi düşünmüyorum. İşe yaradığımı göstermek için insan hakları alanında yüksek lisans yapıyorum.

*Peki iddianame yazdığınız yıllarda arkanızda siyasî parti olmasa bile siyasî bir hareket var mıydı?

Eğer olsaydı böyle olmazdım. Mutlaka bir yerlerde çalışıyor olurdum. Hiç kimse bana sahip çıkmıyor. Ben bir görüşün adamı değilim. Ben savcıysam tarafsız olmak durumundayım. Avukatken bir partinin il başkanıydım.

*Hangi parti?

1979 yılında MHP’nin Denizli il Başkanlığı’nı yaptım. Bu darbeden en son etkilenmesi gereken benim. Bu hukuksuzluğa birinin ‘Dur’ demesi gerekiyordu, ben bunu söyledim. Savcı olduktan sonra siyasî hayatınız biter, bitmesi lâzım.

*Ama bugün yargı siyasetin ve militarizmin esiri gibi duruyor?

Yanlış. Kişi hangi makamda olursa olsun siyasî kişiliğini bir kenara bırakmazsa millet için değil siyasî görüşü için çalışır. Bu tarafsız olması gereken devlet memuru olma kavramına ters. AB’nin şu an hakimlerde aradığı özellik tarafsız ve bağımsız olmaları. Ama TESEV’in yaptığı araştırmada hakimlerin devletten tarafa olduğu çıkıyor. Böyle şey olmaz. Hakimin, savcının adaletten yana olması lâzım. Hakimler adalet bakanından bile emir alamazlar, almaması gerekir. Kaldı ki adaletle ilgisi olmayan kurumlardan talimat almaları düşünülemez.

*Sizce 2010 yılına kadar uzamış süre içinde mahkemenin önüne bir iddianame gelir mi?

İddianamenin mahkemenin önüne gelmesi engelleniyor. İddianameye muhatap olan sanıklar beraat edebilir illa ceza alacak diye birşey yok. Önemli olan o iddianamenin 2010 yılına kadar mahkemenin önüne gelmesi. Savcılar 2010’u beklemesin çünkü bunun bir de yargı süreci var. Dâvâ devam etse bile 2010’un 12 Eylül’ünde süre biter. Kenan Evren hapse mi girsin? Yok. Suç işlediği ortaya konulsun sonra cezası affedilsin.

* Bu milletin zedelenmiş onurunun geri verilmesi anlamına mı gelecek?

Elbette... Elbette... Zaten insan hakları açısından ele alacak olursak yirmi senelik zaman aşımı süresinin kıymeti yok. İnsan hakları ihlâllerinde zaman aşımı işlemez. Ben doğrudan doğruya kanundaki mantığı ele aldım.

*Peki siz millete karşı işlenen bu suçun karşılığında devletin milletten özür dileyeceğini düşünüyor musunuz?

Kaç sene sonra bilmem ama bu olacak. Darbeler yargılanacak ve tarih önünde mahkûm edilecek. Gönül ister ki darbede mağdur edilen, işkence gören, yakınları öldürülen kişiler hayattayken bu yapılsın. Darbeye maruz kalmış insanların yaraları sarılmalı. Şu an mağdurlar da failler de hayatta iken hesabın görülmesi lâzım. Bu, herkese ağır cezalar verilsin demek değil. Suçu tescillensin mağdur olanlara tazminat ödensin. Ben 12 Eylül’de zarar görmedim. Benim derdim hukuk. Adaletin olmadığı bir yerde insanlar huzur ve güvenle yaşayamazlar. Huzur ve güvenin tek şartı siyasî iktidar değil adalettir.

*Konuşmamız içinde milletten şikâyetçi olduğunuzu söylediniz. Peki devlet baskısı yüzünden mi millet bu hâle geldi yoksa millet böyle olduğu için mi baskılar devam ediyor?

Darbeleri yapan ordumuz millet tarafından “Peygamber Ocağı” olarak biliniyor. Bizim itirazımız askere değil silâhını vatandaşa doğrultmasına. Silâhını millete doğrultma hakkı askere verilmemiştir. Ne politikacıya soygun yapma hakkı, ne medyaya, bankacıya hortumlama hakkı, ne de savcıya görevini kötüye kullanma hakkı verilmiştir. Herkes mutlak şekilde bulunduğu konumda değerlendirilmelidir. Ordu bizi dışarıya karşı koruması gereken bir kurum. Sen darbe yaparak silâhını bana doğrultuyorsan itirazım var, çünkü senin darbe yapmaman için binlerce sebebin var. 11 Eylül’de oluk oluk kan akarken 12 Eylül’de birden kan duruyorsa benim o zaman “Neden” diye sorma hakkım var.

*Ailenizde asker kişiler olduğunu söylediniz. Size tepkililer mi?

Katiyyen. Asker olan kişiler benimle aynı zihniyette değiller. Yaptığım şeye olumsuz baktılar, ancak bana en ufak şekilde hissettirmediler. ‘Nasıl biz tatbikat yaparken sormuyoruz, o da kendi işini yaparken bize sormaz’ dediler.

*Olayın üstünden 8 sene geçti. Yenilmişlik duygusu içinde misiniz? Huzurlu musunuz?

Yenilmişlik duygusu diye birşey yok. Elbette huzurluyum. Ancak böyle olacağını bilsem bu işe kalkışmazdım.

*Nasıl yani?

İddianamenin işleme koyulmayacağını bilseydim bunu yapmazdım. Koyup benim ihraç edilmem önemli değildi. Bana o dönem “Vurulursun seni öldürürler” dediler “Olsun” dedim. Onların hepsini karşılamaya hazırdım. Ama iddianamenin işleme koyulmayacağını bilsem böyle birşeye kalkışmazdım.

Türkiye mutlak surette darbelerle yüzleşmeli. Hangi tehlikeye karşı olursa olsun yapılan darbe hukuk dışıdır. Bunun engellenmesi için devletin elinde imkânlar vardır. Bazı tehlikeleri önlemek devletin aslî vazifesidir. Hükümet, asker, adliye, polis olarak... Eğer bunlar önlenemiyorsa o birimlerin sorgulanması lâzım. Önlenemeyen ve önleyemeyen ne ise... Benim 12 Eylül’e dâvâ açmamın sebebi bu. “Biz darbe yapmak için şartların oluşmasını bekledik” sözü her şeyden önce iyi niyeti değil kötü niyeti ortaya koyar. Bu “kan aksın, vatandaş kırılsın, biz darbe yapalım” demektir. Böyle şey olmaz. 12 Eylül’e geldiğimizde 19 ilde sıkı yönetim vardı. Buna rağmen cinayetler işleniyor ve failler bulunamıyor. Ortada böyle bir beyan varsa ben o gün iş başında bulunan siyasî, askerî kim varsa hukuk karşısına çıkarılması gerektiğini düşünüyorum. Kardeşim “Sen bu kargaşayı niye engellemedin? Senin elini ne tuttu? Polisin mi yoktu? Jandarman mı yoktu? Bakanın mı yoktu? Sen kimin hesabına bu darbeyi yaptın?” diye sorarım. Her darbe bir ülkenin gelişimini en az elli sene engeller.

*Günümüz yargı camiasına baktığınızda nasıl değerlendiriyorsunuz?

Pek ümitli değilim. Tesev’in araştırmasına göre hakim ve savcılar “devletim sözkonusu ise ben hukuk mukuk dinlemem” diyor. “AİHM dinlemem” diyor. Bunlar kötü beyanlar. Tam tersine olması gerekir. Artık bakanlık bünyesinde AİHM bürosu var, hakimler, savcılar insan hakları konusunda eğitiliyorlar. Buna rağmen böyle bir sonuç çıkıyorsa gidiş kötüyedir.

* Devlet, haksızlık yapıyorsa hakimlerin “Devlet mevlet tanımam” demesi mi gerekiyor?

Sen haksız olduğu hâlde güçlünün, zenginin lehine karar vermeye çalışırsan adaletten bahsedemezsin. Bir menfaat kararından bahsedersin.

* Peki bunun önüne nasıl geçilebilir?

Fakültelerden başlamalı. Onlara kim ve ne olursa olsun adaletten sapmamaları gerektiği söylenmeli. Yüksek lisans yapmaktaki gayem bu. Özel üniversitelerde hocalık yapabilirsem, bunu anlatacağım. Başına ne gelirse gelsin adaletten ayrılma. Amacın para kazanmak ise sen ancak bilgili bir hırsız, bilgili bir katil olabilirsin. Benim vicdanım olmasa benden iyi kimse hırsız olmaz. Her türlü işin üç kâğıtçılık usûlünü biliyorum ve kimse beni yakalayamaz. Yakalasa bile cezalandıramaz.

Bizde adalet milletin özünde var. Biz mazlûmdan yana olmuşuz. Uygulamaya baktığımızda ise yok... Sacit Kayasu’lar çoğalmalı. Sen Sacit Kayasu’ları yok etmeye çalışırsan bu ülkenin bir adım ileri gitmesi mümkün değil. Çünkü adaletin olmadığı yerde insanların dürüst olması için, kanunlara uyması için sebep kalmaz. Adalet duygusunun genele yerleşmesi lâzım. Beyinler ideolojilerle yoğrulmamalı. Bir de özel adliyeler kurulabilir. Nasıl özel hastaneler var, özel adliyeler de olabilir. Bunlar ceza dâvâlarını görmeseler bile bazı dâvâlara bakabilir.

İçeride kavga, dışarıda diyalog

Prof. Dr. Bünyamin Duran’ın özgeçmişi:

Konya Ereğli’nin Pınarkaya Köyü’nde doğan Duran Ekonomi ve Felsefe profesörüdür. 1971-1976 yılları arasında Akhisar’da (merhum) Şahin Yılmaz Hoca’dan özel İslâmî ilimler derslerini aldı. 1978 yılında, Akhisar Lisesi’ni ve aynı yıl (dışarıdan) Manisa İmam-Hatip Lisesini bitirdi. Dokuz Eylül Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi ve İktisat Fakültelerini bitiren Duran, master ve doktorayı Türk İktisat Tarihi’nde yaptı. Malatya İnönü Üniversitesi’nde araştırma görevlisi olarak çalıştı (1985). 1988 yılında doktorasını tamamlayarak yardımcı doçent, 1997 yılında ise profesör oldu. 1993’te Dumlupınar Üniversitesi, Bilecik İktisadî ve İdarî Bilimler Fakültesi’nde kurucu dekan olarak atandı. 1993-2001 yılları arasında aynı fakültede bölüm başkanlığı, 1993-1994 ve 1999-2000 yıllarında ise dekanlık yaptı. 2001 yılında Rotterdam İslâm Üniversitesi Felsefe Bölüm Başkanı ve İslâm Felsefesi profesörü olarak göreve başladı (2001).

*Efendim, yoğun bilimsel çalışmalarınızda başarılı bir özgeçmişinizin olduğunu biliyoruz. Bilimsel hayatınızın Avrupa’da geçen bölümünü sizden dinlemek istiyoruz. Beklemediğiniz ya da sizi şaşırtan bir olay hatırlıyor musunuz?

Evet, sanki kader benimle tatlı bir dalga geçme süreci başlatmıştı. Dusseldorf Havaalanında pasaport kontrol noktasında anlamsızca bir duygu boşluğu içinde pasaportumu polise uzattım. Yeşil pasaporttu ve içinde profesör olduğum yazılıydı. Polis ilk olarak resme ve bana baktı ve daha sonra profesör yazısını okuyunca ayağa kalktı, önünü ilikledi ve İngilizce bana “bilim adamı ülkemize hoş geldin!” demesin mi! “Kader! dalga mı geçiyorsun benimle” dedim kendi kendime. Paradokslar içindeydim, ülkemi çok sevdiğim halde ülkemde mesleğim elimden alınıyor, Almanya’nın polisi ayağa kalkarak bana “hoşamedi” ediyordu.

Şimdi uzaktan bakınca daha iyi gözüküyor fotoğraf: İlâhî Şefkat senin o kahirlar gayyasında yüzmene fazla dayanamıyor ve sana Lütuf yüzünü gösteriyor hemen. O zaman da tam öyle oldu, Almanya’nın güneyinde, İsviçre sınırına yakın bir dağ evinde, damak tadı olarak kalacak bir seminer gerçekleştirdik. Çok sevdiğim, kişiliğine ve her hareketine Filistin halkının ıztırabı sinmiş değerli Filistinli dostum Prof. Dr. Abu Rabi, ta Amerika’lardan kalkıp seminere iştirak etmişti. Ben Türkçe ders yaparken uluslararası kişiliğine ve yüksek otoritesine rağmen dört yaşındaki bir sevimli çocuğun tebessümle dinlediği gibi -anlamadığı halde- beni derin ve tarif edilemez bir tebessümle dinliyordu. Aynı şekilde orada bana gücü, iradeyi, azmi ve enerjiyi hatırlatan büyük Alman sosyoloğu Aries’i yakından tanıyacaktım.

Almanya seminerinde boğuntuyu bayağı atmış, ferahlamıştım. Çünkü önüme yepyeni imkânlar ve fırsatlar açılıyordu. Allah Kerim’di, artık paniklememe gerek yoktu.

Evet âdeta kader kaleminin cızırtısını işitiyordum; artık hayatımda yeni bir sayfa açılıyordu: Elveda Türkiyem, elveda dostlarım, öğrencilerim, arkadaşlarım. Selâm Avrupa, selâm Marten, Steenbrink, Otto Lander.

*Yoksa Rotterdam İslâm Üniversitesine bu aşamada mı başladınız?

Evet, üç-dört ay Almanya’da Köln’de kaldım. Bir taraftan Almanca kursuna gittim, diğer taraftan da hafta sonları civarlarda faaliyetler yaptık. Bu arada Rotterdam İslâm Üniversitesine dâvet edilmiştim. Zaten ben Türkiye’de iken tam benim branşıma ait bir profesörlük kadrosu ilân edilmişti.

Rotterdam İslâm Üniversitesi (IUR) bir taraftan ekonomik sıkıntılar, diğer taraftan olağanüstü aktivitelerle yoluna devam ediyordu.

Ben artık Almanya’ya gitmiyor, bütün mesaimi üniversiteye harcıyordum. İlk altı ay Almancaya devam ettim, ama sonunda gördüm ki benim Almanca bilmem Hollanda’da hiçbir işe yaramayacak. Hollandaca öğrenmeye başladım ve kısa zamanda ders verecek düzeye ulaştım.

*Rotterdam İslâm Üniversitesinde bulunduğunuz ilk yıllarda hatırınızda kalan diyalog faaliyeti var mı?

Hollanda’ya vardığımın ilk haftalarında tanışmıştım Marten de Fries’le. Bir Protestan kilisesinde papazdı. Sonradan öğrendiğime göre gezici vaizmiş, o bölgedeki tüm kiliselerde vaaz veriyormuş. İlk zamanlar birkaç defa üniversitede bir araya geldik ve İngilizce sohbet yaptık. Üniversitenin bir yemekli dâvetinde ayak üstü bana bir şeyler söyledi; ama anladığım kadarıyla beni kendi kilisesinde bir konuşmaya dâvet ediyordu, fazla düşünmeden olur dedim. İngilizce olabilir dedi, ben de gerek yok ben Hollanda’ca vermeye çalışırım dedim. Tam bir delilikti benim bu teklifi kabul etmem; çünkü Hollanda’ca seviyem bir konferans vermeye yetecek düzeyde değildi. Ama “Allah kerim” dedim ve kabul ettim. Bir de güvencem konferans tarihine yaklaşık bir ay gibi bir zamanın bulunmasıydı. Bu bir ay zarfında “dağları deviririm” dedim kendi kendime. Hangi konuda konuşma yapacağımı tam anlayamadım, konuyu maille bana ayrıntılı bir şekilde bildirmesini istedim. Hemen gönderdi. Konu “Kur’ân’da Diyaloğun Teolojik Temelleri”ymiş. “Teoloji” kelimesini yeni yeni kullanmaya başlıyordum. Doğrusu Hıristiyanlık bünyesindeki derinliği hakkında da bir bilgim yoktu.

Anlaşılan Kur’ân’ın çeşitli inanan insanlar arasındaki ilişkilerinin nasıl olması gerektiği konusundaki yaklaşımı isteniyordu benden. Bu konuda bazı hazır malzemelerim vardı, meselâ ‘kavl-i leyyin’ meselesi bu konuda temel prensip olabilirdi. Buna ilâve olarak Kur’ân’daki âyetlere yeniden baktım ve belli âyetleri alarak Hollanda’ca bir metin hazırladım. Prof. Emin Akçahüseyin ve bazı öğrenci arkadaşların yardımıyla son şeklini verdim ve konferansın verileceği kiliseye beş altı arkadaşla birlikte gittik.

Kilisenin maddî havası gibi mânevî havası da çok soğuktu; Marten’in bile çehresi bir acayipti, yüzünden düşen bin parçaydı. Diğer dinleyicilerde de hissedilir bir gerginlik vardı. “Hayret” dedim kendi kendime, “ben bunlara bu karmaşık konuları bu yetersiz dille nasıl anlatacağım.” Güvendiğim bir kaynak vardı: Allah (cc). İçimden sürekli ‘Rabbişrahli’yi okuyordum.

25-30 civarında dinleyici vardı ve ben konuşma yerine geçtim. İki yanıma da Emin Bey ve Hasan Yalçınkaya oturdular. Bir ara Emin Beye gözüm takıldı; heyecandan bayağı titriyordu. Titremesini saklamak için ellerini masanın altında tutuyordu. Hasan’ın yüzü sapsarıydı, ama ben hiç oralı değildim. Sanki Türkçe konuşacakmış gibi gâyet sakindim.

Konuşmayı yaşlı bir papaz yönetecekti. İlk ben konuşacağım, arkasından Kampen Üniversitesi’nden dâvet edilen bir ilahiyat doçenti bana sorular soracak ya da katkı yapacaktı. Ben konuşma metnini dinleyicilere dağıttım. Ellerinde metnin olması konunun anlaşılmasını kolaylaştıracaktı. Ben yavaş yavaş metni okumaya başladım. İlk dakikalarda az heyecanlandımsa da biraz sonra heyecanım geçti ve dinleyicilere hakim olmaya başladım. Arada bazı cümleleri yeniden tekrar ederek, bazı âyetleri Arapça orijinalinden okuyarak konuşmayı canlı tutmaya çalışıyordum. Bu tarz takdimin dinleyenlerde bayağı olumlu bir etki yaptığını fark ettim. Hz. Musa ve Harun’a “Firavun’a gidin, yumuşak bir şekilde onunla konuşun...” âyetini çok vurgulu bir tonla okuyunca, Kampen’dan gelen doçent, söz arasına girerek, “enteresan, aynı âyet Tevrat’da da var; demek Kur’ân da Allah’ın kelâmı” demesin mi! O anda içimde kıyametler koptu. Ama dışarı yansıtmadan sadece cesaretim artmış olarak devam ettim. Bu tarzda konuşmayı bitirdim ve dinleyicilere beni sabırla dinledikleri için teşekkür ettim. Konuşmayı yöneten papaz bir şeyler konuştu, ama ‘heel duidelijk’, çok açık bir konuşma oldu, dediğini anlayabildim. Tabi ki Hollandalıların ünlü complimanı idi. Ama olsun, şimdiye kadar izlenim iyiydi. Bir aksilik çıkmadı. “Elhamdülillah” dedim içimden.

*Ben sana inanmıyorum,

Duran’ın anlattığına inanıyorum

Papaz, şimdi kısaca dinleyenlerin katkılarını alabiliriz diyerek dinleyenlere söz verdi. Kampen’dan gelen doçent söz alarak birseller konuştu ve bana biraz sert bir şekilde Hz. İsa ile ilgili benim ne düşündüğümü sordu. Havanın son derece olumlu olmasından rahatsız oldu galiba dedim içimden ve kesin onun oyununa gelmemem gerekir diyerek, çok sakin bir tarzda ve düşük bir tonda: “Hz. İsa’nın konumu Hıristiyanlar arasında bile çok tartışmalı bir konu, bu konuya girmesek iyi olur, ben fazla girme taraftarı değilim” dedim. Doçent biraz daha sert bir üslûpla yine ısrarla soruyu yeniden sordu. Ben de şâyet Kur’ân’ın bu konudaki yaklaşımını istersen, Hz. İsa büyük bir peygamberdir, doğumu mucizedir, Allah’ın Kelâmı’dır vs. diyerek kısaca cevap verip tartışmaya girmedim. Bu defa ses tonunu biraz daha arttırarak, Hz. İsa’nın Kur’ân’ın anlattığından daha fazla bir şey olduğunu, ilahlığından falan söz etti. Ben de “hayır asla” dedim. “Hareket noktamız Allah’ın Birliği, Tevhid olmalı, ondan sonra öbür şeyleri Allah’ın birliğine zarar gelmeyecek şekilde değerlendirebiliriz. Bizde de çok sayıda akım var, Mucessimesinden Mutezilesine, Cebriyesine, ama esas olan ilke Tevhid ilkesi’ dedim. Yeniden ısrar edince yaşlı bir papaz ayağa kalkıp doçente dönerek sert bir şekilde “Ben sana inanmıyorum, Duran’ın anlattığına inanıyorum” demesin mi!

Baktım hava iyice gerilecek, aşağıdan alarak müsait bir zamanda konuyu meslektaşımla beraber tartışabileceğimizi, ama buranın böyle bir tartışmaya müsait olmadığını, tartışmak için onu üniversiteye beklediğimi, söyleyerek, tartışmayı tatlı bir şekilde bağlamaya çalıştım. Sonunda konu tatlıya bağlanmış, hava yumuşamış oldu.

*Diğer dinleyicilerden bir tepki aldınız mı?

Evet. O konuşmayı dinleyen Protestan kilisesinde çalışan çok aktif Shani Hanımefendi üniversiteye gelip bana enteresan şeyler anlatacaktı: Shani’nin eşi ateistmiş ve onunla birlikte iki konferansa katılmış. Biri iki hafta önce bir Müslüman hocanın aynı kilisede bir konferansıymış. Hoca “İncil’in Dili Olsaydı’ adı altında Hıristiyan ve Yahudilerin kutsal kitapları nasıl tahrif ettiklerini anlatan bir kitap yazmış ve onu orada takdim etmiş; ama çok sert bir üslûp kullanarak anlatmış. Sonunda aralarında kavgaya varacak tartışmalar çıkmış ve dinleyicilerin gerginliği ondanmış. Beni de onun gibi sert konuşacak diye bekliyorlarmış. Ve kadının eşi: “Absoluut Niet” Asla o hoca dini anlatamaz. Kampen’dan gelen doçent de anlatamaz. Ama Prof. Duran, ne kadar sakindi, ben dini ondan öğrenirim, diyormuş. Shani, başka bir toplantıda beni takdim ederken ilgili konferanstan çok etkilendiğini, o konferansın metnini çoğaltıp her gittiği toplantıda dağıttığını anlatmıştı.

Kilisenin papazı Marten daha sonra benim hem en yakın arkadaşım hem de Amsterdam Vrij Üniversitesinde Prof. Nelly ile birlikte bende doktoraya başlayacak ve ‘Bediüzzaman ve Schilder’da Ascatologie (Kıyamet)’ adı altında tez yazmaya başlayacaktır.

Burada Marten’den kısaca söz etmeme müsaade edin. Marten Hollanda’da rastladığım en tutarlı Hıristiyanlardan biridir. Gerçekten Protestanlığa, özellikle İncil’e aşırı derecede bir bağlılığı vardır. Ceketinin yan cebinde sürekli İncil taşır ve her fırsatta İncil’den bir bölüm okumak için çabalar. Altı çocuğu olan Marten aile hayatında dini yaşamaya çalışan ender Hıristiyanlardan biridir. Sık sık beni yemeğe dâvet eder ve öğretmen olan değerli eşi tam Müslümanın yiyebileceği yemekler hazırlar. Yemek tüm fertler toplandıktan sonra Marten’in duâsıyla başlar. Marten, verdiği nimetlerden dolayı ve beni misafir olarak gönderdiği için Allah’a teşekkür eder, bütün aile fertleri amin diyerek yemeğe başlanılır.

Marten kendini bir “hikmet arayıcısı” olarak tanımlar. 2006 yazında benim tavsiyemle Amerika’da Hartfort Seminary’de Bediüzzaman’la ilgili bir aylık master programına katılmış, dönüşte Protestanlar tarafından okunan bir dergide “Çağın mucizesi Bediüzzaman” adı altında, bana da atıfta bulunarak iki mükemmel makale yazmıştır. Marten bu günlerde Risâle-i Nur’ları anlayabilmek için gece gündüz çalışmaktadır.

—Devamı yarın—

Hüseyin KARA

10.03.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Röportaj

  (10.03.2008) - Mağdurlar hayatta iken darbeciler yargılanmalı

  (08.03.2008) - Psikiyatrist Kemal Sayar: Ailede demokrasi, toplumda demokrasinin teminatıdır

  (06.03.2008) - İsminde vakıf geçen, ama vakfı olmayan ilçe: Vakfıkebir

  (05.03.2008) - Darbecilerin son çırpınışları

  (04.03.2008) - Resmî ideoloji ülkeyi artık yönetemiyor

  (03.03.2008) - Emekli komutanların rantiye bağlantılarını göremedik

  (02.03.2008) - Başörtülü kanser hastası memuriyetten çıkarıldı

  (01.03.2008) - Kemalist proje kaybediyor

  (29.02.2008) - Ülkeyi 28 Şubat ruhu parçalıyor

  (28.02.2008) - Askerden talimat almak, gönüllü kulluktur

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri