Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 31 Mayıs 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Şaban DÖĞEN

Kimler şefaat edecek?



Bir kimsenin bağışlanması, affedilmesi veya derecesinin yükselmesi için aracı olmaya şefaat denir.

En çok aracıya, yardımcıya ihtiyaç duyulan Mahşer gününde bir kısım mü’minler şefaat edip bir kısım mü’minlerin Cennete girmelerine vesile olacaklardır.

Ancak zerreden küreye kadar her şeyin sahibi ve san'atkârı eşsiz yaratıcı Allah’ı tanımayan, inkâr eden, sayısız yaratığı sahipsizlik ve yaratıcısızlıkla suçlama gibi bir tahkîre giren, böylece sayısız hukuka tecavüz eden kâfir ise bu fırsattan istifade edemeyecektir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim, onların, “Bizim için ne şefaatçı olacak ve ne de samimî bir dostumuz vardır”1 diyeceklerini belirterek bizzat kendi itiraflarına yer verir.

Mü’minlerin bir kısmı şefaate uğrayacakları gibi bir kısmı da şefaat etme yetkisine sahip olacaklardır. Bu da, “Allah’ın, kendisi için şefaat etmesine razı olduğu kimseden başkasına şefaat edemezler”2 âyetinde dile getirildiği gibi belli kimselerdir.

Peki, bu belli kimseler kimlerdir?

Beş çeşit insan şefaat etme yetkisine sahiptir.

Birincisi: Şefaat-ı uzma denilen en büyük şefaat etme yetkisi ki bu hakka sadece Resûl-i Ekrem (asm) sahiptir. Makam-ı Mahmud sahibi Efendimiz (asm), Mahşer gününde inananları bir an önce o sıkıntılardan kurtarması için Allah’a yalvaracaktır.

İkincisi: Yine Resûl-i Ekrem (asm) tarafından yapılan şefaat. Efendimiz (asm), özellikleri sebebiyle bazı insanların hesapsız, sorgusuz suâlsiz Cennete girmeleri için şefaat edecektir.

Üçüncüsü: Başta Peygamberimiz (asm) olmak üzere peygamberler ve salih kimseler tarafından bir kısım Cennetliklerin Cennetteki makamlarının yükseltilmesi hususunda yapılan şefaat.

Dördüncüsü: Günahları sebebiyle Cehenneme girmeyi hak etmiş kimseler için yapılan şefaat. Bu sûretle insanlar Cehenneme girmekten kurtulurlar. Bu şefaati Peygamberimiz (asm) başta olmak üzere sırasıyla diğer peygamberler ve salih mü’minler yaparlar. Meselâ şehit, aile çevresinden yetmiş kişiye şefaat edebilecektir.

Beşincisi: Cehenneme girmiş bazı günahkârların oradan çıkarılmaları için salih kimseler tarafından yapılan şefaat.

Bunlara ilâve olarak tutulan oruç, okunan Kur’ânlar da şefaatçı olacaklardır. Tuttuğu oruç, ‘Ya Rabbi, ben onu gündüzleyin yemekten ve içmekten alıkoydum. Onun hakkında şefaatımı kabul eyle,’ Kur’ân da, ‘Ya Rabbi, ben onu geceleyin uykusuz bıraktım, onun hakkında şefaatımı kabul eyle’ diyeceklerdir.

Şefaat etmek kadar şefaat edilmeye liyakat kesbetmek de önemli

Dipnotlar:

1- Şuâra Sûresi: 100.

2- Enbiya Sûresi: 28.

31.05.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

İbadet ve ahiret kaygısı-2



Mehmet Okursoy: “Namaz, Kur’ân-ı Kerim’i okuma, sünnet-i seniyyeye riayet etme, kebairden çekinme gibi dinî yükümlülükleri sevap kazanmak ve Cennete girmek için yapmanın sakıncası var mıdır? İhlâsı zedeler mi? Böyle niyet ameli iptal eder mi?”

—Dünden devam—

Biz, dünyada ve âhirette mutlu olmak için ve Cennete ulaşmak için değil; Allah’ı tanıyalım ve ibadet edelim diye yaratılmışız! Nitekim Cenâb-ı Allah buyuruyor ki: “Ben cinleri ve insanları ancak Bana ibadet etsinler diye yarattım.”1

Bedîüzzaman Hazretleri bu noktada ibadeti önemli bir konuma yerleştiriyor: Ona göre ibadet, gelecek mükâfatların bir ön adımı değil; geçmiş nimetlerin bir neticesidir. Öyle ki, biz ücretimizi önceden almışız. Öyleyse bugün, bundan önce aldığımız ücreti hak etmek için, hizmetle ve ibadetle mükellefiz.

Bundan önce aldığımız ücretleri Bedîüzzaman şöyle sıralar:

1- Mutlak şer olan yokluktan, mutlak hayır olan varlık alanına çıkışımız başlı başına bir peşin ücrettir.

2- Bize iştihalı bir mide veren Cenâb-ı Hakk’ın, Rezzak ismiyle dünyayı bir nimet sofrası biçiminde donatması ve bütün nimetleri önümüze dizmesi ikinci bir büyük peşin ücrettir.

3- Sonra Cenâb-ı Hakkın, bize gayet duygulu ve duyarlı bir hayat vermiş olması ve hayat midesinin göz, kulak, dil, burun ve akıl gibi duygu ellerinin önüne de dünya kadar geniş bir istifade sahası açması bir başka büyük peşin ücrettir.

4- Bununla birlikte Cenâb-ı Allah’ın, mânevî birçok rızık ve nimet isteyen insanlığı bize vermesi ve insanlığın önüne de varlıkların dış ve iç yüzlerini anlamaya kabiliyetli aklın eli yetişecek derecede mülk âleminden melekût âlemine kadar geniş bir nimet ve istifade sahası açması bir başka yüksek peşin ücrettir.

5- Dahası; Allah’ın, hadsiz nimetleri isteyip, hadsiz rahmet meyveleriyle beslenen ve “insaniyet-i kübrâ” olan İslâmiyet’i ve imanı bize göndermesi ve bizi Müslüman kılması, böylece dünya ve âhiret dairesi ile birlikte Allah’ın isimlerini ve mukaddes sıfatlarını da içine alan geniş bir nimet, saadet ve lezzet sofrası bize açmış olması bir diğer yüksek peşin ücrettir.

6- Sonra Cenâb-ı Hakk’ın, imanın bir nuru olan muhabbeti bize vererek, kalbimizin önüne sonsuz bir nimet, saadet ve lezzet sahası açmış olması bir başka yüksek peşin ücrettir.

Demek Cenâb-ı Hak bize; 1- Hayatı vermekle bizi cüz’îlikten bir nev'î külliyete, 2- İnsanlığı vermekle hakikî külliyete, 3- İslâmiyet’i vermekle ulvî ve nuranî bir külliyete, 4- Marifeti ve muhabbeti (Allah’ı bilmeyi ve sevmeyi) vermekle de çok geniş ve her şeyi kuşatan bir nura bizi çıkarmıştır.

Bütün bu nimetler, peşin ve yüksek birer ücret olarak önümüzde durmaktadır. Öyle ise, biz ücretimizi almışız! Bu değeri yüksek ücretlere karşılık, yalnız “ibadet” gibi lezzetli, onurlu, nimetli, rahatlı ve gayet hafif bir hizmetle mükellef tutulmuşuz! Buna da tembellik göstermemizin hiçbir şekilde akıl ile ve insanlıkla izah edilir tarafı yoktur!

Biz bu niyetlerle, Allah’ın tevfik ve hidayetiyle, inayet ve yardımıyla, sırf Allah rızası için, sırf Allah’ın emrine itaat etmek niyetiyle ibadetimizi yaparız. Ebedî âhiret yurdunda ise Cenâb-ı Hakk’ın Cennetini, rahmetini ve mağfiretini ibadetimizin karşılığı olarak değil, Cenâb-ı Hakk’ın fazlından, lütfundan ve merhametinden bekleriz ve umarız.

Dünyada ibadet yapmamız ne kadar kulluğumuzun bir gereği ise, âhirette–ibadetimizin karşılığı olarak olmasa da—Cenâb-ı Hakk’ın fazlından ve rahmetinden merhamet ummamız ve Cenneti vermesini beklememiz de bir o kadar kulluğumuzun gereğidir. Kula istemek, O’na vermek yakışır! Biz kul olarak elimizden geleni yapalım ki, O’ndan istemeye yüzümüz olsun!

DUÂ

Ey Mabud-u Mahmud! Ey hamde, övgüye, senaya, ibadete, itaate, sevilmeye lâyık olan! Ey her iyilik hamdine, her güzellik şükrüne bir sebep, her sevinç senasına bir davet, her mutluluk övgüsüne bir çağrı, her emir ibadetine bir illet, her kemal itaatine bir gerekçe, her nimet O’nu sevmeye bir tebliğ olan! Ey yere göğe sığmayıp kulunun kalbine sığan, kulunun sevgisini hak eden, kulunun korkusunu rahmete çeviren Allah’ım! Kulluğuma mağfiretinle mukabele et! Günahlarımı affet! Sevgimi lütfunla tezyin et! Korkumu rahmetinle dindir! Hüznümü dostluğunla sevince çevir! Sevincimi rızanla süsle! İbadetlerimi eksikleriyle kabul et! Ayıplarımı setreyle! Âmin!

Dipnotlar:

1- Zâriyât Sûresi: 56

31.05.2008

E-Posta: [email protected]




Meryem TORTUK

MARTI AİLESİ



Tam evimin karşısındaki çatıda bir martı ailesi yaşıyor. Üç yavru ve anne babadan müteşekkil bu aile, her baktığımda beni inanılmaz mutlu ediyor.

Minik cimcimeler, çok yaramazlar. Bütün çocuklarda olduğu gibi onlarda da sürekli bir viyaklama söz konusu. Anne ve babasından birileri yanlarına geldiğinde kendi dillerinde durmadan ona söyleniyorlar. Ne anlatıyorlar çok merak ediyorum doğrusu. En sonunda annesi ya da babası olan da söylenmeye başlayınca, tam bir aile içi manzaraya şahitlik ettiğinizi düşünmeden edemiyorsunuz.

Hepsinin de birbiriyle konuşma şekilleri ayrı. Çocuklar kendi aralarında konuşurken farklı viyaklıyorlar. Meselâ, anne ya da babalarıyla konuşurken ayrı. Kendi kendilerine ses çıkarırken ayrı bir tonlama kullanıyorlar. En hayret ettiğim şeyse, anne ve babaları olmasa dahi o yavruların çatıdan düşmemeleri. Çatının sınırlarına fazla yaklaşmadan gezintilerini yapmaları.

Geçen yıl da aynı yerde bir martı ailesi vardı. O zaman yavrular dört taneydiler. Yavrulardan biri, daha alçakta olan apartmanın çatısına düşmüştü bir şekilde, ama ailesinin diğer fertleriyle oradan konuşuyordu. Anne martı önce onu besliyor, sonra diğer yavrularının yanına gidiyordu.

Onlardaki bu sıkı sevgi ilişkisi beni hayretlere sürüklüyor. Her biri ayrı âlem. Bazen yavrular birkaç saat yalnız kalıyorlar. Başlarda hiç yalnız bırakılmıyorlardı. Anne ya da baba martılardan biri başlarında oluyor, onları gözetliyor, bazen yanlarına gidip konuşuyordu. Şimdi biraz daha büyüdüler, sanırım arada bir iki saatliğine yalnız kalıyorlar ve çatının etrafında dolaşıyorlar. Ama anne ya da babası yuvaya döndüğü an hepsi bir ağızdan başlıyorlar onun çevresinde dolanarak konuşmaya…

Öyle derinden etkiliyor ki beni bu manzara... Kuşlar âlemindeki bir aile ortamına şahitlik ediyorum ve onlardaki sevgiyi, dayanışmayı, fedakârlığı ve mutluluğu görüyorum.

Çocukluğumda da bir çok kuş yuvası görmüşlüğüm olmuştu. Kırlangıç yuvaları özellikle ve serçe, ama onların ilişkilerine bu kadar yakından şahitlik hiç etmedim. Hatta bize dokundurt-mazlardı. Sadece yavrulara bakardık. “Yavrulara dokunursanız yılan yer!” derler ve kesinlikle elletmezlerdi büyüklerimiz. Bunun gerçekliği var mı bilmiyorum. Belki de hassas yavrular hastalanırlar diye büyükler böyle bir yöntemle çocukları onlara dokunmaktan alıkoyuyorlardır. Gerçekliğini bilmiyorum, ama her halükârda bir kuş ailesi de olsa onu korumak istedikleri kesin.

Tabiata ve bizim dışımızdaki varlıklara saygı, sevgi ve koruma da bir çocuğa bundan daha güzel öğretilemezdi zaten. Ne yani, “Elinde bir yılan var, ona dokunursan, yavruları yer” mi diyeceklerdi? Deseler de çocuklar buna inanacak mıydı? “Yalancı, hani elimde yılan?” dediğinde ne cevap vereceklerdi…

Ah şu büyükler, ne de güzel biliyorlar kime nasıl söyleneceğini her şeyin…

İşte bir martı ailesinin mahremine dahil oldum bu günlerde, onları izleyerek kendi yuvalarımızın hâl-i pür melâlini düşünmeden edemiyorum. Ne çok dersler var onlardan alacağımız. Sevgiye, dayanışmaya, sadakate, beraber olmaya, çoğalmaya dair…

31.05.2008

E-Posta: [email protected]




Nejat EREN

Müsbette ısrar ve sadakat



Bir asra yaklaşan ömür! Çileli bir hayat!

Fırtınalı bir devir! Kahredici bir zulümler zinciri!

İftiraya dayalı bir saldırı furyası! Yıldırma amaçlı bir baskı halkası!

Fitneyi kullanan münafıkane bir dessasiyet güruhu! Kandırmayla iş gören bir müfsit komite şebekesi!

Ecnebiye dayanan bir tahakküm ve baskı oyunu! Mertlikten öteye, menfur bir hücum plânı!

Dehşet saçan bir menfî propaganda silâhı! İnkâr kokan ateist bir inançsızlık savleti!

Susturmaya yönelik bir diktatörlük projesi! Sabır taşını çatlatacak inanılmaz baskılar!

Evet, bu listeyi daha çok uzatabiliriz.

Erbâbı biliyor! Nedir? Kimdir? Kimlerdir? Niçin ve neden yapılmıştır bütün bunlar!

Netice ne olmuştur? Esas ona bakmak lâzım.

Çünkü: “Arı su içip bal yapmaya, yılan da su içip zehir akıtmaya devam ediyor.”

Çileye karşı, tahammül ve sabır!

Fırtınalara karşı, tesanüd ve dayanışma!

Zulme karşı, kadere teslim ve tevekkül!

İftiraya karşı, sağlam ve dik duruş ve hakkı müdafaa!

Yıldırmaya karşı, metanet, mertlik ve sebat!

Fitneye karşı, sadakat ve sabit durma!

Kandırmaya karşı, sahiplik ve aidiyet silahına sarılma!

Ecnebî oyununa karşı, semavîlik siperine sarılma!

Kalleşliğe karşı, merdane direnç ve saydamlık!

Menfiliğe karşı, müspette ısrar ve sadakat!

İnkârcılığa karşı, “tahkikî imana” sarılma!

Susturmaya karşı, hakkı teslim ve savunma!

...Ve neticede: Muhteşem bir Üstad, harika bir dâvâ, sarsılmaz, samimi, hasbî, ihlâslı, ferasetli, vefakâr bir cemaat ve topluluk.

Her türlü fesat rüzgârlarına rağmen, sarsılmayan, ümidini yitirmeyen, aşk ve şevkinden bir şey kaybetmeyen bir “yeni nesil” ve “eskimeyen” vefakâr, cefakâr, sebatkâr halis “Nur Hadimleri.” Hepsi bu ülkenin, bu toprakların, bu tarihin ve bu ecdadın mirasçısı ve varisi!

Aşkla, şevkle, doğulusuyla, batılısıyla, güneylisiyle, kuzeylisiyle, genciyle, yaşlısıyla, kadınıyla, erkeğiyle, akademisyeniyle, köylüsüyle bütün Müslümanların ve insanlığın hizmetindedirler. Nefesleri yettikçe de hizmete omuz omuza, kol kola devam edeceklerdir inşallah.

Ne mutlu ve bahtiyardır bu yolda mesai sarf edenler. Cenâb-ı Hak bu yolda devam edenlere, akıl, iz’an, sabır, feraset, basiret ve ufuk versin.

Yanlış ve günahlara düşürmesin. Şeytan, Deccal ve Süfyanın oyunlarına getirmesin. (Âmin)

31.05.2008

E-Posta: [email protected]




Selim GÜNDÜZALP

ÇLeylekler niye gelmiyor?



Çocukluk günlerimin hiç unutulmaz bir hatırasıdır. Bahar günlerinde evimizin hemen yanındaki taşların üzerinde oturup, kızıl akşamüstlerini seyre dalmak.

Geliş ve gidişlerini heyecanla seyrettiğimiz leylekler ise, bu manzaranın hiç vazgeçilmez bir parçasıydı. Uzun ince bacakları ve sivri turuncu gagaları ile en çok ilgimizi çeken kuşlardan biriydi, ak kanatlı leylek dedeler.

Bahar günlerinin habercisi ve müjdecisi olarak bilirdik onları. Yıkık dökük viranelerin üstüne, harabe binaların bacalarına hatta bazen de minarelerin tepelerine taht kurarlardı. Bir grup mahalle arkadaşımla birlikte, ellerimizi sevinçle çırpıp, çılgınca bağırırdık; “Leylek leylek havada, yumurtası tavada…” Üstümüzden sürüler hâlinde geçerken, mavi gökyüzüne siyah beyaz renkleriyle ne de yakışırlardı. Bir ordu düzeni içinde, gizemli bir resmigeçit yaparlardı.

Kimimiz dilek tutardık, kimimiz ise leyleği havada görünce, o yıl bol bol seyahat edeceğimize inanırdık. Leylekleri gördükçe, sevdiklerimize kavuşacağımız günlerin yakın olduğunu hissederdik. Bu dileklerimiz ve çocukça duâlarımız tutardı da çok defa.

En keyifli dakikalar, akşam üzerleriydi. Havada daireler çize çize, gayet zerafet içinde yuvalarına dönüşleri ise, çok muhteşem olurdu. Hangi evin bacasına, hangi ağacın veya direğin tepesine yuvasını kuracak olsa, şanslı bilirdik o evi, diğerlerinden ayrıcalıklı sayardık o ağacı.

Leyleğin kelime olarak etimolojisine baktığımızda Farsça ‘leklek’ şeklinde kullanıldığını görüyoruz. Arapça’da ise ‘laklak’ şeklinde yer alıyor. Türkçe’ye ise muhtemelen Farsça’dan geçen kelime zamanla ‘leylek’ hâline dönüşmüş.

Kuşbilimciler ona Lâtincedeki ismiyle ‘Coconia’ diyorlar. Ama ‘Hacı baba’ ya da ‘Leylek dede’ diyen Anadolu insanı kadar güzel bir isim bulabilen pek çıkmamıştır leyleğe.

Nereye otursa oraya yakışan derler ya, leylekler de nereye konsa oraya yakışan kuşlardır. Seçtikleri ve oturdukları yeri güzelleştiren bir gizem vardır sanki onlarda. Şimdi, tam bu mevsimde her birinin binlerce kilometrelik çok uzun bir yolculuktan sonra tekrar aynı yuvalarını bulup, aynı yerde karar kılmalarını ibret ve hayretle izleyebilirsiniz. “Pusulasız, kaptansız ve kılavuzsuz bunca kilometrelik mesafeyi aşar da, yollarını bir defacık bile olsa nasıl şaşırmaz bu kuşlar?” diye merak edenlere, Rabbimiz Kur’ân’da cevap veriyor:

“Gök boşluğunda musahhar kuşlara bakmadılar mı? Onları Allah’tan başka tutan yoktur. Elbette bunda iman eden bir topluluk için, çok ibretler vardır.” (En-Nahl Sûresi, 79)

“Yerde debelenen hiçbir hayvan ve iki kanadı ile uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi ümmetler (topluluklar) olmasın. Biz kitapta, hiçbir şeyi noksan bırakmadık…” (El-En’âm Sûresi, 38)

Uzun göçlerin ardından, bir ay dinlenip, yorgunluklarını attıktan sonra ilk işleri, eski yuvalarını kontrol etmek ve inceden inceye gagadan geçirmek olur.

Bazen samanla ve otla, bazen de kâğıt ve kumaş parçası birkaç pılı pırtı ile onarır, tekrar elden geçirirler, kardan kıştan hırpalanmış yuvalarını. Hemen ardından çiftleşme törenleri başlar. Kanatlarını çırpmalar eşliğinde, gagasını birbirine çarparak o meşhur “lak lak” sesini çıkaran erkek leylekler, dişilerine aşk davetinde bulunurlar. Bu çağrı karşılık bulursa, çok geçmeden yuvada yumurtalar görülür. En çok beş yumurta.

Anne leylek 32 gün sonra yumurtaların üzerinden kalktığında, leylek yavruları da yumurtaları bir bir kırmaya ve dünyaya “merhaba” demeye başlarlar. Her şeyden âciz bir şekilde, hiç bilmediği bir dünyaya, gözünü açtığı dakikada bir yavrunun başucunda bir anne ya da bir baba görmesi ve sadece kendisi için hazırlanmış rızkını onun gagasında bulması, bütün canlıların dünyasını kuşatan tek bir fiildir. Bu fiilin hem faili yani öznesi vardır, hem birdir, hem de bütün yavruları kuşatan bir rahmet ve şefkatin yegâne sahibidir O. Çünkü Allah: “Rahmetim her şeyi kuşatmıştır” buyuruyor. Yuvanın bu yeni sahipleri “açım açım” diye bağırdıkça, babaya yiyecek bulmak görevi düşer. Tarlalarda, otların arasında, sulak yerlerde; böcek, solucan ve sümüklüböcek toplamaya başlar. Leylek yavruları doğduklarında, ne anne ne de babalarına benzerler. Ama çok çabuk palazlanır ve büyürler. Tabiî büyüdükçe yemek çeşitleri de değişir. Kurbağalar, yılanlar ve balıklar da listeye dahil olur. Baba, yuvaya yemek tedarik etmekle uğraşırken, anne de boş durmaz yavrularına güneş çarpmasın, yakmasın, yağmurlar ıslatıp hasta etmesin diye, kanatlarını gerer her bir yavrunun üzerine… Rahmetin tecellîsi, bir yuvanın başında anne ve babayı âciz yavruların imdadına koşturur. Onlara hizmetçi kılar.

Dünyayı eğer anlamak istiyorsa insan, hayata bakmalı. Hayatı anlamak istiyorsa, annelere ve babalara bakmalı. Çünkü bir canlı, ya anne olmak için doğar ya da baba olmak için. İşte o zaman, bir parıltısıyla canlılar dünyasını birbirine bağlayan bir muhabbet ve şefkat deryasında yaşadığınızı görürsünüz.

İnsanoğlunun gözünden, bakışından kaçmaz bu şefkat inceliği, yuva kurup evlenmenin, çoluk çocuk sahibi olmanın simgesine dönüşür leylek yuvaları.

Bu yüzden bir türküye de kanat takıp havalandırır:

“Leylek gider yuvasına / İner gider ovasına / Haber verin dayısına / Kız dayısız gelin mi olur? / Kız emmisiz düğün mü olur?”

...

Yıllar önce bir gazetede Anadolumuzun bir şehrinin, bir köyünde yol genişletme çalışmalarının, bir büyük ağacın üzerindeki yuvada dört leylek var diye durdurulduğunu okumuştum. Beldenin ileri gelenlerinin yaptıkları toplantıda şöyle bir karar alınmıştı: “Leylekler göç etmeden, ağaç kesilmeyecek, yol yapımına ara verilecektir.”

Anadolu insanının leyleklere duyduğu bu sevgi, 1870-1890 yılları arasında defalarca İstanbul’a gelmiş olan Osmanlı kültürüne tutkun yazar Pierre Loti’nin gözünden de kaçmamıştı. Loti’nin İstanbul’da çektiği fotoğraflar arasında ‘Eyüp Camii önünde leyleklere bakanlar’ da vardır. Leyleklerin orada bulunması bir rastlantı değildir. Caminin bahçesindeki yaşlı çınarın gövdesindeki oyuk, o zamanlar bir ‘Leylek Hastanesi’ idi! Göç edemeyen hasta leylekler burada bakılırdı. Ahmet Haşim de, Gurabahane-i Laklakan kitabında şöyle yazar:

“Bursa’da Haffaflar (Ayakkabıcılar-kavaflar) Çarşısı’nın ortasında bir meydan var. Bu meydan malûl (hastalıklı) hayvanların düşkünler yurdudur. Kanadı, bacağı kırık leylekler, bunamış kargalar, halkın sadakası ile yaşarlar.”

1874’te İstanbul’a gelen Edmondo de Amicis “Leyleklerin, ıssız türbelerin üzerinde laklak ettiğini” yazarken; Lady Montagu de 1717 tarihli Türkiye’den Mektuplar’ında “Osmanlılar leyleklere saygı gösteriyorlar. Çünkü bunların, her kış Mekke’yi ziyarete gittiklerine inanıyorlar” der.

LEYLEK 'LÂK LÂK’ ETMİYOR

‘Lâk lâk’ demiyor da, ne diyor peki? Leylek, “El-mülk” diyor. Leyleğin gagasını birbirine vurarak çıkardığı “lak lak” sesi, zikir ve ibadet olarak kabul edilir Anadolu inancında. “El-Mülk lak, el-İzz lak, El-Hamd lak” (Mülkiyet Senin, İzzet Senin, Hamd Senin) sözcüklerini sürekli tekrarlayıp duâ ettiklerini düşünenler de pek haksız sayılmazlar. Çünkü madem Mülk Allah’ındır, elbette onun mülkünde yaşayan her canlının da kendi diliyle onu anmasından daha normal ne olabilir ki?

Gerçekte, ses telleri bulunmayan kuşlardan olan leylekler, ötemedikleri için, bu sesi çıkararak iletişim kurarlar. Kâbe’ye uçtukları sanılan leyleklerin bacalara, yıkık minarelere, ağaçlara yaptıkları yuvaları bozulmaz. Böyle bir şeyi yapmak da zaten dinen yasak ve günahtır. Göç yolları Mekke’den ve Kâbe’nin üzerinden geçtiği için, bu mecburî hayat yolu ona ‘Hacı leylek’ diye bir ünvan da kazandırır. Çoğalmaya ve yavrularını büyütmeye uygun coğrafyalara uçmak zorundadırlar.

Leylekler, Sudan’dan yola çıkıp Hatay’dan Anadolu’ya girmeleri için 2900 km, oradan da İstanbul Boğazı üzerinden Avrupa’ya, meselâ Polonya’ya gidebilmeleri için 1600 km. daha kanat çırpmaları gerekir. Elbette, 18 günde aldıkları bu yolun bir de dönüşü vardır. Bundan olsa gerek, bahar günlerinin ilk leyleğini uçarken gören insanlar, o yıl çok yolculuk yapacaklarına inanırlar. “Leyleği havada görmek” deyiminin anlamı da bu olsa gerek. Biz şimdi dışarı çıkalım ve onları Arnavut şair Betim Muço’nun, ‘Leylekler Geliyor’ adlı şiiriyle karşılayalım:

“İlkbahar göklerinde leylekler uçuşuyor, / Sıcak ülkelerin güzel kokularını taşıyan leylekler. / Hoş geldiniz leyleklerim, hoş geldiniz! / Ne iyi olur savaş uçakları ve ölümcül çılgınlıkları yolunuza çıkmasalar, / Toprağın sıcaklığının yükseldiği saydam ve duru gök boşluğunda. / Köpekbalıklarının ve savaş gemilerinin kaynaştığı mavi Akdeniz’in üstünde. / Sizin akçıl yollarınıza ihtiyacı var insanın, / Bu dünyada yaşamak için / Nasıl ihtiyacı varsa ekmeğe ve güneşe.”

BİRAZ DA NOSTALJİ

Yaşadığım şehirde, Adapazarı’nda, spor salonunun tam karşısında, sarı boyalı bir ev vardır. Bu ev, rahmetli dostum ve sınıf arkadaşım Halim Kuriş’in baba eviydi. Şehrimizin alâmet-i farikası sayılan bu şirin evin bir ayrıcalığı vardı düne kadar. O da, yıllar yılı bir hacı leylek ailesini misafir etmesiydi. Çalı çırpıdan ibaret, bacadaki bu yuva, misafirlerini beklerdi gelecek diye. Her bahar, bu evin bacası leyleklerle şenlenirdi. Biz de zevkle izlerdik onların geliş ve gidişlerini. Şimdi epey zamandır leyleklerden ve o yuvadan eser yok. Biri çıkıp da bir himmet eylese, hacı leylek ailesi bu eski yuvasına dönse, gelse ne iyi olurdu. Bu güzelliği ve bu ilginç manzarayı çocuklarımız da doya doya seyretse fena mı olurdu yani. Hayrın küçüğü olmaz… Bir iyilik meleği çıkıp, bu işi yolunca yordamınca üstlenmeli. İlgililerin ve yetkililerin dikkatini çekmeli. Bekliyoruz, ümitle ve müjdeyle. Biri çıkıp, “Leylekler niye gelmiyor?” diye sormadan…

31.05.2008

E-Posta: [email protected]




S. Bahattin YAŞAR

İmkânsız mümkün,mümkün kolay,kolay zevkli



Kendimize dikkat!

Çoğu kez çevremize duvarlar örüyoruz. Bu duvarlara bizi alıştıran da pek çok kez aile büyüklerimiz oluyor.

“Yapamazsın, gidemezsin, gelemezsin, başaramazsın, mümkün değil, imkânsız, asla, kat’a, sen mi?!” gibi sözcüklerle kurulan bu duvarları aşmak çok da kolay değildir.

Küçük yaşlardan itibaren, bu sözcükleri duyarak büyürüz. Artık onlar kulağımıza küpe olmuştur. Hatta çoğu zaman onların üzerine gitme konusunda cesaretimiz bile oluşmaz. Çünkü onlar bizim için tabulaşmıştır. Onlar üzerine tartışmaya bile girişmeyiz. Onlar hakkında kabuller gerçekleştirmişizdir.

1000 olumsuz emre karşı, 1001

olumlu emir, tortuyu çözecektir

Bir de tabiî bu sözcüklerin emir kipinde olanları var: “Yapma, gitme, gelme, kırma, dökme, sevme, kaldırma, indirme, dokunma…” şeklindeki emir sözcükleri, adeta çocuğa, gence, bireye ‘yaşama’ demektedir. Oysa kırmadan, dökmeden, indirmeden, yapmadan hayat nasıl öğrenilecektir.

Bu olumsuz sözcüklere bir müddet sonra bireyin kendisi de inanmaya başlıyor. Gücüne inanılan söz, inanılma oranında kişi üzerinde etkili olmaya başlıyor.

Bu kabulleri tartışmaya açmayınca, onlar için ‘acaba’ demeyince, tartışılmaz birer kural haline geliyor. Oysa gerçekte biz öyle miyiz?

‘Gerçekten başaramaz mıyız, gidemez miyiz, gelemez miyiz, yapamaz mıyız’ bu pek de denenmiş değildir.

Kendimiz hakkındaki, kendimizin kabulleri ile başkalarının bizim hakkımızdaki bize yükledikleri sözcükleri, ön kabulleri tartışmaya açmadıkça, onlar hakkındaki pozisyonumuzu öğrenme imkânımız hiç olmayacaktır.

Aldığımız olumsuz emir telkinlerinden daha çok olumlu emir telkinleri almalıyız ki, olumsuzluk üzerimizden uzaklaşsın. 1000’lerce ‘yapamam’ın yerine 1001’lerce ‘yaparım’ı elde etmeliyiz ki, yapabilelim. Yoksa oluşan olumsuz emir tortusu çözülmüyor.

Güçlü yönümüz, bize kullanmamız için verilen kabiliyetten başkası değildir. Bunu bilmek bir kişisel sorumluluktur.

İmkânsız, acaba imkânsız mı?

Mümkün, acaba kolay olamaz mı?

Kolay, acaba zevkli hale gelemez mi?

Şartları ne olursa olsun, her bireyin kendince oluşturduğu veya zamanla oluşmuş ‘imkânsız’ları bulunmaktadır. Önce bunlar tanınmalıdır. Ve ‘neden imkânsız?’ sorgulanmalıdır. Böylece belki de birey için çizilen, ‘mümkün değil’ler, mümkün olabilecektir. Ama sorgulanmamış bir ‘imkânsız’ gerçekten de imkânsızdır.

Bir imkânsız hatırası

İlk şiir jürisi olarak katıldığım radyo programını unutmuyorum. Canlı yayında iki ben vardı. Stüdyodaki masanın altında bir ayrı kişi, stüdyo masasının üstünde bir ayrı kişi duruyordu. Ayaklarım tir tir titriyordu. Ama üst bölümde ise, oldukça sakin gözüken, hiç heyecanı yokmuş gibi duran bir pozisyon söz konusu idi.

Kullandığım söz hakkının neye hizmet ettiğini de pek anlamamıştım.

Program çıkışı, kendi kendime bir cümle kurdum ve buna inanmıştım. “Haydi oğlum, radyo programı sana göre değil. Git başka işlerle uğraş.”

Benim için artık radyo programı ‘mümkün değil’di, ‘imkânsız’dı.

Bu epeyce bir zaman böyle gitti. Sonraki bir zaman diliminde şair dostum, gel bu akşam radyo programına gidelim, seninle sohbet ederiz dediğinde ilk cümlem, ‘mümkün değil, imkânsız’ olmuştu. “Tamam gel, ama konuşma, bana arkadaşlık et.” deyince kabul ettim.

Radyoya gittik, program başladı. Ben misafir gibi mikrofondan uzak bir kenarda oturuyordum. Şair, dinleyicilere, canlı yayın olarak benimle sohbet edeceğini anons ettiğinde, başımdan sıcak sular dökülmüş gibi etki etmişti.

Neyse ki kıyısından kenarından başladık. Program oldukça güzel geçmişti. Program çıkışı kendi kendime, ‘afferim oğlum!’ demiştim. Program beğenilmiş olmalıydı ki, katılımlarımız devam etti. Sonra şair programı bıraktığında, stüdyoda, daha önce radyoculuğa ‘mümkün değil’ diyen birisi vardı. Ve artık ‘imkânsız mümkün’ olmuştu.

Şimdi 15 yılı bulan bir programcı bu işi kolaylıkla yapar hale gelmişti. Yani imkânsız mümkün; mümkün kolay’ olmuştu.

Tabiî kolaylıkla yapılan bir iş, artık beraberinde zevki de taşımıştı. Artık zevkle program yapan birisi vardı radyoda.

Neticede “imkânsız mümkün; mümkün kolay, kolay zevkli” idi.

Bir bilgi, kaç duyu organımıza dokunursa, o nispette kalıcı olur.

Bilgiyi bedenin kabullenmesi kolay değildir. Bilgiyi görmek, bir etkidir. Bilgiyi dinlemek bir etkidir. Bilgiye dokunmak bir başka etkidir. Bunun üçünün de olması, kişi üzerinde daha etkilidir.

Bilginin en etkili dokunuşu da, seslendirmektir. Yani bilginin, cümlenin dimağımıza dokunuşunu sağlamaktır. Duyulan bilgi kısa bir zaman sonra silinir. Görülen de öyle. Ama seslendirilen bilgi bir şekilde muhakemeye uğrar. Onun için bilginin muhatabı olan insanlara, bilgiyi öz cümleler halinde seslendirmek gerekmektedir.

Kendi diliyle yaptığı telâffuza beyin daha çabuk ilgi gösteriyor. Onu gerçekleştirmek için adeta beden fonksiyonlarını seferber ediyor.

Haydin o vakit, şu yukarıdaki cümleyi yüksek tonda sesle seslendirelim; imkânsız mümkün; mümkün kolay; kolay zevkli…

Sorunlara karşı ‘neden’ değil;

‘nasıl’ yaklaşımı içinde olmak

Bütün icatlar, keşifler; ‘mümkün değil’lerle dalga geçilmesi sonucudur. Üzerine gidilmeyen bir ‘mümkün değil’, gerçekten mümkün değildir, imkânsızdır. Onlara karşı ‘acaba’lar , ‘nasıl’larla yaklaşılmalıdır.

Bir işi yapamayacağına inanan bir insanın, o işi yapabilmesi imkânı yoktur. O zaman önce o işi yapma inancını taşımak gerekmektedir. “Nasıl” sorusu anlamlı bir sorudur.

Evet, mümkün.

Nasıl?

31.05.2008

E-Posta: [email protected]




Habib FİDAN

İstanbul’u anla(t)mak



İstanbul’un fethinin idrak edildiği bugünlerde, tarihi, mimarisi, mûsikîsi, edebiyatı ve en önemlisi kutlu fethinin yüreğime nakşettiği mânâlar içinde dinlemek istiyorum İstanbul’u. “Çık tayy-ı zaman et açılır her perde / Bir devr geçir istediğin her yerde / Ben hicret edip zamanımızdan / Yaşadım İstanbul’u fethettiğimiz günlerde” diyen şâir misali gözlerimi kapatarak, gönül gözüyle daldığım rüya âleminde cedlerin o mağrur ve vakur mağfiret iklimine girmek istiyorum. Bütün keşmekeşliklerden, ayrılık ve gayrılıklardan sıyrılarak, yüreklerin toplu vurduğu bu güzel coğrafya üzerinde adım adım işlenen bir vatan tablosunun pây-ı tahtının rıhtımında demir almak istiyorum. “Dili bir, gönlü bir, imanı bir insan yığını”ndan bir parça olup kutlu Peygamberin(asm), “İstanbul elbet fetholunacaktır. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, onu fetheden asker ne güzel askerdir” dediği müjdenin ulvileştirdiği mukaddes fethin doğurduğu büyük velvele içinde, arşa yükselen tekbirin ardınca yürümek ne büyük saadet!

Bir İslâm ülküsü hâlinde asırlarca dalga dalga büyüyen bu mübarek fethi hissetmek ve âdeta “Vur pençe-i âlideki şemşir aşkına / Gülbang-i asmanı tutan pir aşkına” diye yükselen nidalar eşliğinde gözünü kırpmadan ilerleyen nice Ulubatlıların, “Ey leşker-i müfettihü’l ebvab vur bugün / feth-i mübin-i zâmin o tebşir aşkına” türünden hitaplara mazhar oluşlarını yürekte duymak bir insan için doyumsuz bir zevk olsa gerek. Kapıları açan Allah’ın yolunda yürüyen ve O'nun kutlu elçisinin işaret ettiği müjdeye nail olabilme aşkına canlarını satan nice mübarek yiğitlerin ellerinde Bizans burçlarında dalgalanan fetih bayrağının nazlı salınışını seyretmek, “Sana selâm getirdim Ulubatlı Hasan’dan” diyen şâir kadar bana huşu veriyor.

Bu rüya bir yanıyla her ne kadar huşu veriyorsa da bana, biraz da utanç çizgileri bırakıyor yüzümde. Bir fethi tam olarak anla(t)mamanın ve fetih ülküsünden çok uzakta kalmışlığın acı tortusu kalıyor yüreğimin dibinde. “Yürü hâlâ ne diye oyunda oynaştasın / Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın” gibisinden haykırışlara kulağını tıkayan, umarsız ve bir o kadar sorumsuzluğu şiar edinen insan kalabalıklarının gâyesiz bakışlarına muhatap olmak kadar acı bir şey var mıdır acaba? Oysa henüz genç yaştayken, “İktidarımın vasıl olduğu mertebeye, ecdadımın emelleri bile erişememiştir” diyebilen fatih bir sultanın nesli böyle olmamalıydı. En azından, dağlardan çekilen kalyonların, nasıl bir idealin verdiği ruh hâli olduğunu idrak etmek, “Ya İstanbul beni alır, ya ben İstanbul’u! ” diyen iradenin sağlamlığı ve kararlığının mümessili olmaya gayret etme yönünde bir şuurluluk içinde olmak gibi bir tablo oluşturulabilirdi.

Geçmişi bilmek, geçmişin şahikalarını tanımak ve bugünde irdeleyip en sağlıklı bir şekilde geleceğe taşımak gibi bir misyon üstlenmezse yeni nesil, nasıl pâyidar olacak aziz vatan? Zira İstanbul’un fethi de bilinmesi ve bildirilmesi gereken geçmişimizin nâdide parıltılarındandır. O hâlde tarihi, mimarisi, mûsikîsi ve dahi edebiyatımıza aksi itibariyle her vatan evlâdının İstanbul’u fetih penceresinden tanımak ve tanıtmak gibi bir sorumluluğu vardır ve olmalıdır da!...

31.05.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Kemalizm: Kuru ve sığ



Bediüzzaman’ı ve hizmetini “objektif” bir gözle yorumlamaya çalıştığı için Kemalistlerin aforozuna uğrayan Prof. Dr. Şerif Mardin’in geçen yıl telâffuz ettiği “mahalle baskısı” kavramının üstüne atlayıp, bu sözü yıllardır tekrarlayageldikleri irtica iddiaları için taze bir dayanak olarak kullanmaya koyulan laikçiler, aradan bir yıl geçtikten sonra yine konuşan ve bu defa hiç hoşlanmadıkları şeyler söyleyen Mardin’e yeniden ateş püskürmeye başladılar.

Aslında Mardin’in bu sözlerinde kendisi açısından yeni birşey yok. Ünlü sosyolog, Kemalizmin kuru ve sığ kaldığını ve toplumun derinliklerine nüfuz edemediğini senelerdir söyleyip duruyor.

Ve işin enteresan tarafı, Şerif Mardin “Kemalizme karşı değilim” diyen de bir insan. Bu ideolojinin, “Türkiye'yi kurtarmak için ortaya atılmış olan, akıllıca, pratik bir araçlar bütünlüğü” olduğunu düşünüyor. (Ruşen Çakır, Vatan, 20.5.08)

Ama “Gelişmiş bir söylem olduğuna inanmıyorum. Felsefî derinliği yok” diyor. “İçinde ne var, dışında ne var, nelerden meydana geliyor, belli değil. Meselâ laiklik deniyor. Güzel, ama laiklik ne demek? Bunu nasıl uygulayacağız?” diye devam ediyor ve ardından şu eleştiriyi getiriyor:

“Kemalizm ‘devlet içinde devlet’ kurdurmamakta kararlıdır. Bu o zaman ne biçim bir laikliktir? Kemalizmin belirleyici yönünün laiklik olması yetmez, başka şeyler de söylemeli.” (a.g.g.)

Batıda da Kemalizmin “gerekli, fakat sığ olduğu”nun kabul edildiğini belirterek, “Herkes Kemalizmin Türkiye’yi kurtardığı, fakat derinliği olmadığında birleşiyor” görüşünü ortaya atıyor.

Bütün bunlar alt alta konulduğu zaman Mardin’in de net olmadığı, söylediklerinde doldurulması gereken boşluk ve açıklar bulunduğu görülüyor. Meselâ Kemalizmin Türkiye’yi kurtardığını söylerken, neden, kimden ve nasıl kurtardığı sualinin cevabını vermiyor. Derinliği olmayan, sığ ve kuru bir ideolojinin bunu nasıl başardığının da.

Mardin’in son beyanlarında öne çıkarılan ve laikçi kanadı bir kez daha küplere bindiren sözlerinden biri de bazı gazetelerin sürmanşetinde “İmam öğretmeni yendi” şeklinde özetlenen ifadesi.

Camisi, imamı, imamın okuduğu kitapları, tekkesi, tarikatı, külliyeleri, esnafıyla Osmanlı toplumsal hayatının gerçek bir birimi olarak nitelediği mahalleye, cumhuriyet döneminde öğretmen, okul, öğrenci ve öğrencinin kitabı üzerine inşa edilen bir yapının rakip olarak çıkarıldığını belirten Mardin, çıkan sonucu “Öğretmen kaybetti, ama çok kaybetmedi” diye ifade ediyor.

Bunu da “Öğretmenin getirdiği yeni inşa ve grup tipinin Anadolu’da bir etkisi oldu, ama 1950 sonrasında öğretmen geri kaldı” şeklinde açıklıyor.

Aslında bu izah bile, öteden beri “1950’ye kadar herşey çok iyi gidiyordu, ama ondan sonra başlayan karşı devrim herşeyi berbat etti” diyen Kemalistlerin yaklaşımıyla örtüşüyor, ama ya okumadıkları ya da okuduklarını anlamada zorluk çektikleri için olsa gerek, işin o yanına hiç girmediler.

Ve haddizatında, Mardin’in sözlerinden imamla öğretmeni rakip sayan bir sonuç üretip, ülkede böyle bir ikilem varmış gibi göstermenin de reel bir dayanağı en azından bugün için bulunmuyor.

Tek parti döneminde köy enstitülerinde yetiştirilen öğretmen modeli yaygınlık kazansa ve din eğitimini tamamen ortadan kaldıran uygulama devam etseydi, zaten ortada imam da kalmazdı.

Ama öyle olmadı. Dinsiz olmanın ötesinde, inkârcılığın propagandasını da yapan öğretmen yetiştirme sistemi fazla devam edemedi. Ve din görevlisi yetiştiren eğitim kurumları açıldı. Ayrıca, kimilerince tahrik amaçlı, kasıtlı ve abartılı şekilde “Öğretmenler imamlaştı” şeklinde ifade edilen vâkıa yaşandı. Ancak bu hali ortaya çıkaran saik devlet değil, sivil zemindeki manevî hizmetlerdi.

Sonuç: Kuru ve sığ bir ideoloji olarak ülkenin başına musallat edilen Kemalizme toplum direndi. Bu sessiz direnişi kırmak için yapılan her müdahale Kemalizmi biraz daha yıprattı. “Baltanın sapları” araya girmese, çoktan defteri dürülecekti.

31.05.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Lütfen, çareyi söyleyelim!



Büyüklerimiz, alışık olunmayan bir durumla karşılaştıklarında hayretlerini ifade için; “Kıyamet alâmeti!” derlerdi. Son yıllarda ‘kıyamet alâmetleri’ o kadar yaygınlaştı ki, en çirkin hadiseler bile maalesef ‘sıradan hadiseler’ gibi görülüyor.

İşlenen kimi cinayetler, tecavüz ve hak gaspları hemen herkese; “Bunları yapan ‘insan’ olamaz” dedirtiyor. Doğru, bunları yapan ‘insan’ olamaz, fakat sadece bu tepkiler işlenen çirkinlikleri örtmeye, çare olmaya yetmiyor. En kötüsü de cemiyet; bu çirkinliklere zamanla alışıyor ve sadece ‘kınamak’la kalıyor.

Son olmasını umduğumuz çirkin bir cinayeti 17 yaşında ‘genç’ işlemiş. Adını, sanını dahi anmak istemediğimiz bu hadisede, ‘katil’ genç; iddialara göre annesini 13 parçaya bölmüş ve denize atmaya hazırlanırken yakalanmış. Şimdi bu hadise karşısında ne yapılır? Sadece ‘Vah, ne çirkin bir cinayet’ demekle vazifemizi yapmış olur muyuz?

‘Uzman’lar, bu ve benzerî çirkin cinayetlerin ‘münferid’ olduğunu söylemiş. Sadece Türkiye’de değil, dünyanın başka ülkelerinde de çok çirkin cinayetler işleniyor. Bu çirkinlikler elbette sınırlıdır, ama aynı zamanda yaklaşan tehlikeyi de haber vermektedir. Hiçbir şey yokmuş gibi davranmak, mezarlıktan geçerken ‘şarkı’ söylemeye benzer. O halde, vakit kaybetmeden kalpleri ıslâh çalışmalarını hızlandırmak lâzım. Başka metodlarla sadece zaman kaybederiz, bunu da bilelim.

Bu çirkinliklerin pek çok sebebi olabilir, ama asıl sebep; gençlerin dinî konularda yeterince, belki de hiç bilgilendirilmemesidir. “Anneye ‘öf’ bile dememe!” şuurunu bu gençlere kazandırabilseydik, ‘annesini doğrayan genç’lerle karşılaşır mıydık? Müzik ve eğlenceyle eğitilmeye çalışılan gençliğin geldiği nokta maalesef burasıdır ve bu tehlike hepimizi tehdit etmektedir. Her konuda olduğu gibi bu konuda da en tehlikeli yaklaşım; “Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” anlayışıdır. Allah muhafaza etsin; bu gençler en yakınımızdaki gençler de olabilir, eğer tedbir alıp duâ etmezsek...

Çok çok üzücü olan bir nokta da şudur: Bu tartışmalar yapılırken ‘yetkili’lerin susması... Gönül arzu ediyor ki, bu ve benzeri hadiseler yaşandığında en başta ilahiyatçılar çıkıp konuşsun. Konuşsun ve bu çirkinliklerin temelinde ‘iman zaafı’ olduğunu söylesin. Konuşsun ve bu belâlara ancak ‘iman ve İslâmiyet’le karşı konulabileceğini söylesin. Konuşsun ve ‘medya’nın yayınlarıyla gençliğin bataklığa sürüklediğini söylesin. Konuşsun ve İslâmın ter-ü taze iman esasları varken, başka yerde çare aramanın yersiz olduğunu söylesin... Konuşsun ve konuşsun...

Ama maalesef bu yapılmıyor, aksine sanki bu dertlerin çaresi yokmuş gibi susuluyor... Bakıyoruz, konuşan ‘uzmanlar’ da “Bunların çaresi doğru İslâmiyeti öğretmektir” demiyor ya da diyemiyor. Peki niçin? Sıralanan çarelerin çare olmadığı bunca yıl sonra dahi olsa görülmedi mi? Elde çare varken, çıkmaz sokaklarda ısrar etmenin anlamı var mı?

Başta ilahiyatçılar olmak üzere, gerçekleri bilen bütün uzmanlar, sosyologlar, psikologlar, hekimler vs. lütfen konuşsun! “Konuşalım, ama dinleyen var mı?” diye sorulmasın. Geçmiş yıllara nisbetle, sesimizi duyurmak için her türlü imkân var, bu yollar denensin. ‘Yetkililer’ ikaz edilsin, uyarılsın...

Sonra çok geç olabilir. Doğru bildiklerimizi, çareleri bir bir sıralayalım... Yarını beklemeden...

31.05.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

“Etnik ayırım” üzerinde barış olmaz



“Kapatama dâvâsı”, “Yargıtay bildirisi” ve ardından gelen “dinlenme skandalı”, gündemdeki bir çok önemli konuyu örtbas ediyor. Hükûmetin “GAP eylem plânı”yla Güneydoğu turu öncesinde toplanan “barış meclisi”nde, “Güneydoğu meselesi”nin bir dizi “ekonomik, sosyal ve kültürel öneri”ye ilâveten “etnik” temelde ele alınması, bunlardan biri…

Türkiye’nin asıl probleminin, bütün ülkeyi kapsayan ciddî bir demokrasi ve özgürlükler eksikliği olduğu açıkken, demokratikleşme, temel hak ve hürriyetlerin yalnız bir bölgenin meselesi gibi gösterilmesi, sapmanın temelini teşkil ediyor.

“Barış meclisi”nin katılımcıları arasında yer alan Hasan Cemal’in ifâdesiyle, “dağa çıkanlar, sonra inenler, hapse girdikten sonra çıkanlar ve Kandil’den dönenler”in anlatımıyla şekillenen “sonuç bildirisi”nin yine “etnik temele dayalı” olması, doğrusu “barışa hizmet”i değil, “ayrışmaya ve kutuplaşmaya” hizmet etmekte.

Oysa demokrasi ve özgürlüklerin bütün ülke için değil, salt “bölge” ve “ırkî” alanla analizi, neticede barışı baltalamakta. Barışı ve kardeşliği değil, ayrılık ve iftirakı körüklemekte; kavgayı kışkırtıp fitneyi ateşlendirmekte. Nevruz olaylarıyla uç verip Doğu’dan Batı’ya baş gösteren sokak hareketleri bunun son örneği…

“Barış Meclisi” sonuç bildirgesinde, özellikle “sosyal ve kültürel öneriler”de Türkiye’deki “farklı kültürler”e vurgu yapılıp “ırkı inkâr”ın önüne geçmek ve kültürlerin birbiriyle iletişimini sağlamak için çözüm olarak “kamusal alanda Kürtçenin serbestçe kullanılabilmesi ve çok dilli resmî hizmet ve siyasî faaliyet” serbestliği isteniyor. “Etnik tanım”la “terör”e karşı “siyasî çözümü” ileri sürülüyor.

Halbuki temel hak ve özgürlüklerin “etnik” zihniyetle “ırkî anlam”da ele alınması, bizatihi “iftirak meyli”ni tahrik, kamplaşmanın sebebi olmakta. Sözü edilen “gettolaşma”ya, kutuplaşmaya itip “tehlikeli ayrışma” tuzağına düşürmekte.

“Kürt dili ve edebiyatının geliştirilmesi, bu topraklar üzerinde kültürün, kültürlerin araştırılması ve geliştirilmesi” başlı başına yapılması gereken akademik çalışmalar. Ne var ki bunun “etnik temelli” tasniflerle kategorize edilerek İslâmla kaynaşan bin yıllık kültür ve irfan zenginliğinin “ırkî eksen” cenderesine sokulması, ayrılık ateşine malzeme olmakta…

Sinsî hedef, “dil” ve benzerî “sosyal ve kültürel haklar” perdesinde “meyl-i iftirak”ı alevlendirmek; geçen asrın başlarında “muhtariyet” denilen “özerklik”, “otonomi” ve benzeri “ayrılık” illetleriyle, “federasyon fitnesi”yle, Kürtleri koparmak olduğu anlaşılmakta…

“Özerklik” talebinin milletin birliğini bozan bir ecnebî oyunu olduğu ortada. Bedüzzaman, “yediyüz sene müddetinde İslâmiyetin ve Kur’ân’ın elinde şerefşiâr, bârikâsâ (şimşek gibi) bir kılınç olan Türk milleti” ile “dinî an’anesine sadakati gâye-i hayat bilmiş olan Kürtleri” birbirinden koparma komplosunun bu amaçla kurulduğunu yaklaşık bir asır önce açıklar. (Şuâlar, 515; Âsar-ı Bediiye, İkdam, 7 Mart 1920)

Maksat, Lawrencelerin desîseleriyle Şarkî Anadolu’yu Anadolu’dan ayırmak. Kürtleri Osmanlı ve İslâm câmiasından koparıp, ecnebilerin himâyesinde ve esâretinde “bir millet-i tabie” haline getirmek... Bediüzzaman’ın ifâdesiyle, aklı başında hiçbir Kürdün taraftar olmadığı “pek mânâsız bir iddia olan Kürdlük dâvâsı” ile İslâmiyetin şiddetle reddettiği “kavmiyet kavgası”nı başlatmak. Asimetrik kışkırtmayla “milliyetçilik / ırkçılık damarı”nı depreştirmek… (Sebil-ür Reşad, 17 Mart 1920)

Anlaşılan, Türkiye’nin Bediüzzaman’ın daha geçen asrın başlarında, “âdem-i merkeziyet” düşüncesine destek veren Prens Sabahattin Beye verdiği ve “hayat ittihaddadır” dersine ihtiyacı vardır… (Âsâr-ı Bediiyye, 434)

Zira “laik-antilaik”, “Alevî-Sünnî” gibi, “Türk-Kürt” kamplaşması, problemi çözmez, daha da derinleştirir. Bu bakımdan çözüm, demokrasiyi, hak ve özgürlükleri bütün Türkiye’nin “sorunu” görmekten geçmekte.

Görünen o ki Bediüzzaman’ın tâ Osmanlı’nın son döneminde ikaz ettiği, ırklara göre siyasî kulüpler ve kavimlere göre partiler kurulması, tahrikin ana etkeni. Çünkü “etnik siyaset”, ayrılık fitnesini tetiklemekte. Ayrılıkçı zihniyetin etnik ve diğer farklılıkları istismar ederek, “dil ve kültürel haklar” paravanında “özerklik” perdesinde “muhtariyet” maskesiyle ülkeyi parçalara ayırması, özellikle Kürtleri perişan edecek bir “proje”. Osmanlı döneminde “muhtariyet”le ortaya atılan ve bugün “özerklik” çıkışıyla seslendirilen saplantının peşinden “bağımsızlık” hevesinin tahrikiyle ülkenin kargaşa ve kaosa sürükleneceği açıktır. Bunda insanımızın ve Kürtlerin hiçbir menfaati yoktur.

Kimsenin fitneyi tahrike hakkı yoktur. Aman dikkat!

31.05.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Şalın altındakiler…



Başbakan Tayyip Erdoğan da basında sadece kapatma dâvâsıyla ilgili haberlerin yer almasından şikâyetçi. “Suriye İsrail barışı için başlama vuruşu yaptık. Dünya medyasında 300 haber ve yorum çıktı. Bizim basın nedense görmedi, malûm meseleden dolayı (Yargıtay bildirisi)” diye serzenişte bulunuyor.

Türkiye’de tek gündemin dayatılmasından şikâyetçi olduğumuzu biz de sık sık dile getiriyoruz. Özellikle son bir yıldır bir konu gündeme getirilip kamuoyu oyalanıyor. Diğer sorunların üzerine kalın bir şal örtülüyor. Hükümetin özellikle kapatma dâvâsı açılana kadar Avrupa Birliği projesindeki gevşekliği, seçimlerin hemen ardından gündeme getirilen yeni anayasa ile ilgili çalışmaların dondurulması, ekonomideki kötü gidişat, başörtüsü meselesinin çıkmaza sokulması, meslek liselerine uygulanan katsayı adaletsizliği gibi bir çırpıda aklımıza gelen şal altında bırakılan konular…

* * *

Meselâ, Avrupa Birliği… AKP’nin iktidara geldiğinde sımsıkı sarıldığı bir konuydu. Ancak yıllar geçtikçe hükümet bu konuyu kendi seyrine bıraktı. Tâ kapatma dâvâsına kadar. Türkiye bu medeniyet projesinde yapılması gerekenleri geciktirme lüksüne sahip değildir. Burada bir eksikliğe dikkat çekmek gerekir. Ali Babacan’ın hem Dışişleri Bakanı, hem de AB Başmüzakerecisi olması Türkiye’ye vakit kaybettirebiliyor, aksamalara sebep olabiliyor.

Ekonomide göstergelere bakıldığında gidişat iyi değil. Erdoğan, “Avrupa’da 6. büyük ekonomi olduk” dese de iş çevreleri özellikle TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu’nun, “Anadolu SOS veriyor” sözü kulaklarda. Ekonominin gidişatından herkes yakınıyor. Enflasyon ve işsizlik rakamları bunun en önemli göstergeleri.

Başörtüsü konusuna gelince… Anayasa Mahkemesi’nin üniversitelerde başörtüsü serbestliği getiren anayasa değişikliğiyle ile ilgili kararı bekleniyor. Mahkeme Başkanı Haşim Kılıç’ın söylediğine göre dâvâ Haziran ayının ilk haftasında görüşülmeye başlanacak. Mahkeme dâvâyı reddetse de meselenin bu iki değişiklikle çözülmeyeceği görülüyor. Çünkü, üniversite yönetimleri tek başına bu değişikliğin yetmeyeceğini söylüyor. Tuzak bir madde (YÖK Kanunu EK-17 madde) sırada bekliyor.

Artık sivil anayasa ile ilgili söyleyecek söz kalmadı. Büyük bir hevesle işe başlayan hükümetin bu konuda geri adım attığı ve şimdilerde ise rafa kaldırdığı görünüyor. Bütün bu meseleler Türkiye’nin gerçek gündemi. Kimsenin bu meselelerin çözümü için de beklemeye tahammülü yok. Meseleler eşzamanlı düşünülüp çözüme kavuşturulması şart.

* * *

Son olarak GAP konusuna temas etmek istiyoruz. Başbakan Erdoğan, yanına 12 bakan ve 75 milletvekili alarak “Yüzyılın en büyük kalkınma projesi” dediği Güneydoğu Acil Eylem plânını açıkladı.

Yıllardır süren ve bir türlü tamamlanamayan, özellikle bundan önceki üç hükümet döneminde neredeyse bir çalışma yapılmayan bu proje gerçekten Türk ekonomisi ve Güneydoğu halkı için hayatî önem taşıyor. Sulamalarıyla, elektrik üretimiyle, yeni iş imkânlarıyla beraber düşünülmesi gereken projenin plânlandığı sürede bitirilmesi için kararlılık ve süreklilik gerekiyor.

Terörün bitmesi için de son derece önemli bir proje. Çünkü terörün sadece silâhla mücadele ile bitmeyeceği görüldü. Bu yüzden de terörün kazınması için ekonomik ve kültürel alanlarda iyileştirmeler yapılması gerekiyor.

Proje çok gecikti, daha fazla da geciktirilmemeli. Hükümetin bunu geçte olsa görmesi -sebebi erken seçim yatırımı, siyasî havayı değiştirme veya başka bir sebep olursa olsun-önemli bir gelişmedir. Tabi devamlılık arz ettiği sürece.

Şu da unutulmamalıdır ki, proje bu hükümetin değil, Türkiye’nin projesidir. İktidarlar değişse de bu projenin tez elden bitilmesi gerekir.

31.05.2008

E-Posta: [email protected]




Cevat ÇAKIR

Enerji politikamız



Bir çevre seminerinde Doç. Dr. Sıdkı Uyar’ı dinlerken hayalen Karadeniz’in bütün yaylalarını rüzgâr türbinleriyle doldurmuştum. Böylesine temiz, yenilenebilir bir enerji sisteminin bizde niçin yeterince kurulamadığını öğrenmek için “Bu bilgileri Enerji Bakanına sundunuz mu?” diye de sormuştum.

Yenilenebilir enerji konusunda dünyada lider konumunda olan Almanya’nın mutlaka örnek alınması gerekir. Almanya yenilenebilir enerjisini dört sacayağına oturtmuştur. 1- Rüzgâr gücü: Almanya’da güdülen amaç halen tüketilen elektrik içinde payı yüzde 14.3 olan yenilenebilir enerji kaynağı oranını 2020 yılına kadar yüzde 25-30 aralığına çıkarmak. Karada olan yer sıkıntısı dolayısıyla rüzgâr enerji parkları denizde kurulmaya başlanmış. Federal hükümet offshore rüzgâr enerji parklarının kapasitesinin 2025/2030 dönemine gelindiğinde 20.000 ile 25000 megavat düzeyine çıkarmayı planlamaktadır. Almanya bu çalışmayla rüzgâr enerjisi 22.248 megavatlık kapasiteyle dünyada birinci sırada.

2. Güneş enerjisi: Almanya Meteoroloji Enstitüsünün hazırladığı global gün ışığı haritasıyla yıllık güneş ışığı dağılımı haritasını çıkarmış. Güneş enerjisi sistemiyle güneş pilleri 500 kat yoğunlaştırılmış ışığı doğrudan elektriğe çeviriyor. Bu sistemin kurulduğu evlerin çatılarındaki güneş enerji ünitesi yıllık 9000 kilovat saatlık enerji üretiyor. Güneş başlı başına bir enerji santrali. Bir saat içerisinde dünyaya düşen güneş ışığında saklı enerji, dünyanın yıllık enerji ihtiyacından daha fazla. Almanya’da 2006 yılı itibariyle meskenlerde özel kullanıma yönelik mevcut 800.000 güneş enerjisi paneli bulunuyor. Bütün meskenlerin yüzde 5‘ini güneş enerjisi yardımıyla ısınma ve sıcak su sağlanıyor.

3. Oluklu parabol enerji santralleri: Aynalar vasıtasıyla güneş ışığını enerjiye dönüştüren sistem borular içerisinde 400 dereye kadar ısı sağlayan ve gecede devam eden bir sistem.

4. Jeotermal: Jeotermal kaynaktan enerji elde etmek için sıcak su bir enerji santraline pompalanıyor. Bir ısı aktarıcı üzerinden ısısını bırakıyor ve türbinleri harekete geçirerek eletrik üretiyor. Suyun artan ısısı ise merkezi ısıtma sisteminde kullanılıyor. Soğuyan su tekrar kayaç katmanına gönderiliyor.

Bizim misalimiz; su var, un var, ama hamur yapan yok gibidir. Güneş var, su var, sıcak su var. Ama netice yok. Bizim rüzgârımız, güneşimiz, jeotermalimiz, biyokütlemiz, Avrupa’ya göre iki misli fazla. Dünya enerjide artık yenilenebilir enerjiye dönüyor. ABD 1 milyon tane çatıyı güneş piliyle kaplamaya karar vermiş ve biodizelin yüzde 8’ini bitkilerden üretiyor. Çünkü fosil yakıtlar kullanılarak elektrik üretildiğinde her kilovat saat elektrik başına atmosfere kömür için bir kilogram, petrol için 650 gram ve doğal gaz için 450 gram karbondioksit salınmaktadır.

Enerjide ‘yenilenebilir’i seçmediğimiz sürece yapılacak gerek hidrolik gerek, gerek diğer tür santrallerden dolayı çevresel riskler ortaya çıkmaktadır. Ayrıca her konuda olduğu gibi enerjide de ciddî iktisada gidilmelidir. Bazı uygulamalarla yıllık iki milyar dolar düzeyinde bir tasarruf imkânı var. Türkiye’deki konutlarda yılda metrekare başına ortalama 300 kwh enerji kullanılıyor. Almanya’da yeni yapılan binalarda bu değer 40 kwh’e kadar düşürülmüş. Böylece biz on kat daha fazla enerji kullanıyoruz.

Demek ki biz evlerden ziyade dışarısını ısıtıyoruz. Demek iktisat her konuda olduğu gibi bu konu da da gerekli. Dinimiz iktisadı emrettiği halde, bunu da mı başkalarından öğreneceğiz?

Kaynak:

1. Deutschland dergisi, Mayıs 2008

2. Avrupa Birliği uyum sürecinde Türkiye’de enerji ve çevre politikaları, Doç.Dr. Tanay Sıdkı Uyar

31.05.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Flört ve zina halleri



Nagehan Alçı önemli bir meseleye temas etti ve Batı medyasında din editörleri istihdam edildiğini, ama ne yazık ki Türk medyasında buna rastlayamadıklarını; basının bu yönde eksikleri olduğunu yazdı. Gerçekten de uzman anlamında medyada din editörleri olsa en azından medyada ‘Bu yıl hac yine Kurban Bayramına denk geldi’ veya en son Hadi Uluengin’in yaptığı gibi, ‘20 yıl önce Mescid-i Aksa’yı tavaf etmiştik’ şeklinde ibare ve ifadelere rastlanmazdı. Yine de teklifle alâkalı tartışma hanesi açık ve ne getirip ne götüreceği meçhul.

Nagehan Alçı üşenmemiş ve birer birer camianın gazetelerini din editörü çalıştırıp çalıştırmadıkları noktasında yoklamış. En ilginç cevap Vakit gazetesinden gelmiş. Demişler ki “Ne hacet! Zaten bizim hepimiz din uzmanıyız…” Bu söz bana Hasan El Benna’ya sorulan bir sorunun cevabını hatırlattı. Demişler ki “İslâmda din adamı var mı?” O da şöyle cevap vermiş: “İslâmda din adamı yok, ama hepimiz din adamı sayılırız…” Yani din adamları sınıfı yok. Yoksa dinî konular uzmanı anlamında âlimler var ve olmalı. Bu anlamda, belki de Vakit gazetesinin herkesten çok böyle uzmanlara ihtiyacı var. Kendileri pek ihtiyaç hissetmeseler de... Gerçekten de medyamızda en önemsiz konu dinî konular olarak görülüyor. Uzmanlığa ve ihtisasa hiç önem verilmiyor. Bu alanda herkes ihtisas sahibi ve kolay ahkâm kesebiliyor. Gerçekten de Diyanet İşleri Başkanlığının yeni gündeme gelen klâsik flört veya dolaylı zina konusu (bu fetva değil tavsiye) Nagehan Alçı’nın ne kadar isabet ettiğini ve yerden göğe kadar haklı olduğunu bir kez daha ortaya çıkardı. Sözgelimi iki ayrı grubun iki ayrı yazarı bu hususta ayrı kampları temsil ettiler ve karşı karşıya geldiler. Hürriyet yazarı Bekir Coşkun belki de Hıristiyan kökenli bir hanımla evli olmanın avantajını değerlendirerek neredeyse Hıristiyanlığın flörtü teşvik ettiğini ve İslâmın ise bunu zina saydığını yazmıştır. O da bu yönüyle galiba Vakit gazetesinin hatasına düştü ve ‘Nasıl olsa eş durumundan uzman sayılırım’ diye karavana atış yaptı ve tutturamadı. Halbuki, Radikal gazetesinden Türker Alkan ‘din ve bilim’ başlıklı yazısında Hıristiyanlığın bu hususta kılı kırk yaran bir anlayış içinde olduğunu ifade ediyor.

***

Belki Bekir Coşkun üzülecek veya bozulacak, ama Türker Alkan bu hususta doğrusunu yazıyor: “Bunda şaşılacak bir yan var mı, bilmiyorum. Bu günahlar, Hz. Muhammed’e atfedilen hadislerden alınmış. Hz. İsa’ya atfedilen bir zina türü de zihin zinasıdır ki her türlü zinayı kapsar; Hz. İsa, bir kadınla yatmayı düşünmenin onunla zina yapmakla aynı şey olduğunu söylemiştir…” Mesele üzerinden Hıristiyanlığı haklı çıkaran Bekir Coşkun’un hilâfına Türker Alkan’ın aktardığı tamamen doğru. Aslında ‘fuhşu kelâm’ bağlamında ağız zinası ve ‘hatarat’ bağlamında kalp zinası vardır. Aslında burada ifade edilmek istenen şudur: Nasıl ki ebrarın ve mukarreplerin orucu varsa kaba ve derin zina çeşitleri de vardır. Avamın orucu yiyip içmekten kesilmektir. Hasın orucu ise ağzını kötülüklerden korumak ve gıybet gibi orucun manevî iklimini bozan hususlardan uzak durmak ve kaçınmaktır. Mukarreplerin orucu ise kalbini negatif dalgalardan korumaktır. Elbette ki orucun en makbulü budur. Tersinden zina meselesi de bu meseleye benzer. Organ kirliliğinin ötesinde insan zihin veya kalp kirliliğinden de mümkün mertebe kendisini korumalıdır. Aksi takdirde, kendisiyle çelişmiş ve ikiyüzlü ve riyakâr olmuş olur. Orucun en üst mertebesi kalbi kötülüklerden ve kötü duygulardan imsak etmek olduğu gibi zina meselesinde de kalbi negatif duygulardan korumak gerekir. Bu da manevî terbiyenin en üst noktasıdır. Büyükler elini, dilini ve belini koruyacaksın derler. Bu fizikî illetlerden korunmak için söylenmiştir. Bir de manevî illetler ve hastalıklar vardır. Başkalarının aleyhinde konuşmak veya onun da ötesinde su-i zanda bulunmak, kıskançlık gibi. Kıskançlık amelleri ateşin odunu yediği gibi yer ve bitirir. Kur’ân-ı Kerim bu durumlar için ’asimun kalbuhu’ der. İşte kalbi bu gibi mezmum huylardan tasfiye eden ve temizleyenler küçük günahlardan korunma noktasında antrenmanlı olduklarından kolay kolay büyük günahlara veya organ zinasına da düşmeyeceklerdir. Kalp zinasından korunmak ve bu konuda talimli olmak insanı behemehal kaba zina türlerinden de koruyacaktır. Nezahet ve iffet kalple başlar ve organlara yayılır ve sirayet eder. Kalbini iyi koruyan organlarını da iyi korur. Mesele bundan ibarettir. Zina önce zihinde başlar ve imkân bulursa kaba şekliyle tezahür eder. Pozitivizmle birlikte insanların imanları nasıl gözlerinin ucuna akmışsa ve inmişse aynı şekilde zina da kalpten organlara inmiş durumdadır. Dolayısıyla flört meselesini bu bağlamda ele almak gerekir. Yoksa Bekir Coşkun gibilerinin savunduğu gibi evlenecek adayların birbirlerini görmesi zina değil belki evliliğin metaneti için gerekli şartlardan birisidir. Lâkin bu müsaadenin miktarı, evlilik konusunda ciddî olmak ve tanışmayı ve tanımayı suistimal etmemektir.

Son sıralarda, Diyanet İşleri Başkanlığı benzeri meselelerle gündeme geliyor. Daha önce de ‘Kadın dövülebilir mi?’ meselesinden dolayı Kemal Gürkan’ın Müslüman’ın El Kitabı gündeme gelmişti. Elbette Diyanet İşleri Başkanlığı uzman bir kurum olmasına rağmen zaman zaman hataya düşebilir ve eleştirilecek yönleri bulunabilir. Ama bunu din editörü barındırmayı bile zül ve luzumsuz addeden sorumsuz medya organları yapmamalıdır. Bu hususta basın çuvaldız Diyanet’e batırırken kendisine de iğneyi batırmalıdır. Sözgelimi, derhal Hürriyet bir din editörü edinmeli ve evvelemirde Bekir Coşkun’a brifing verdirmelidir ve bu olmuyorsa en azından Nasrettin Hoca’nın dediği gibi bilenler bilmeyenlere anlatmalı. Bu hususta kendi camialarından veya grup gazetesi yazarlarından Türker Alkan’dan ön destek alabilirler. İyi de olur. En azından eşinin dinine ve dindaşlarına gösterdiği hassasiyet ve saygı kadar kendi ülkesinin vatandaşlarına ve Müslümanlara da gösterir ve esirgemez.

Reklâmdaki gibi; arayı kapatmak için çok çalışmalıyız çoooooooook.

31.05.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA
Download

Kutlu Doğum Haftası Pdf

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Zeynep RUHAN

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

© Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır