Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 17 Haziran 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Anayasa’ya uygunluk denetimi

(...)- “Cumhuriyetçi” unvanını “ulusalcılık”la pekiştirip biz de “ergenekon” payandası dayayanlar hiç kül yutar mı? Derhal kükrerler:

- Sizin laikliğiniz takkıyyedir. Ne derseniz deyin, sizi paralıyaciiz! Sokrates olunacaak, ol!

- Kerem edin efendimiz, İsrail, ABD, bütün Avrupa ülkeleri sizin gibi amansız laik değiller ki!

- Onların karşısında Siyasi İslam tehlikesi mi var? Sağ olsun, son zamanlarda Rubin’i getirdik de laiklik konusunda bize tecdid-i İman ettirdi. Laiklik; İslam ülkeleri dışında her yerde demokratik Hukuk Devleti ile bağdaşır, Türkiye’de demokratik Hukuk Devlet’ini savunmak demek, gericiliği savunmak demektir!

Ey Azizan, çok endişe verici bir çıkmazdayız. Her ülkede Anayasa mutluluk ümidi verir, bizde böyle olmaz. Anayasalar’ın asıl “can bağışlayıcı” kuralları, temel hak ve hürriyetler bölümünde yer alır. 1982 Anayasası dahi, bugünkü şekliyle, insan hürriyetini ilke olarak kabul eder, ancak Anayasa’da belirtilen sınırlama gerekçeleriyle ve özel bir kanun ile temel hak ve hürriyetler sınırlanabilir. Bu sınırlama temel hakkın özüne dokunursa, Anayasa Mahkemesi bu özel kanunu elbette iptal eder. İktidar; bu iptale ergel olmak için özel kanun çıkarmayıp da Anayasa değişikliğine başvurmuş ise “kanuna karşı hile” gerekçesiyle bu Anayasa değişikliği iptal edilebilir.

Oysa Anayasa Mahkemesi son kararıyla, “temel hakkı sınırlayan” değil, tam aksine: teyid eden bir Anayasa değişikliğini iptal etti. Anayasa’da, bunu yapamayacağına ilişkin çok açık hükümler vardır. Meclis; “kanuna karşı hile”ye başvurmayıp “anayasal yasama yetkisi”ni kullandı. Anayasa Mahkemesi ise, Anayasa’nın vermediği ve vermediğini de açıkça, tekrarla söylediği bir “olmayan, verilmeyen yetki” kullanarak, “Anayasa’nın yasakladığı bir yasak yargı işlemi” yaptı. Bu işlem kesin hükümsüzdür. Anayasa’nın 6. maddesinde, 149. maddesinde (son cümle), 11, maddesinde, 148. maddesinde, 149. maddesinde tekrarlanan bu yasağa karşı işlem batıl olmaz da ne olur? Anayasa hükümleri, gücü yetenin kendisini bağlı görmeyebileceği “haminne temennileri” midir?

Bilmiş oluna ki, sandıktan çıkmayan bir şey varsa, insanlık onuru, insan hürriyeti ve bunları koruyan temel ilkeleridir, müstebid dayatmaları temelsizdir vesselam!

Yeni Şafak, 16 Haziran 2008

Hüseyin Hatemi

17.06.2008


 

TSK medyası mı?

‘Gazetecilik’ yapmak yerine ‘TSK medyacılığına’ soyunanları, Hürriyet Gazetesi Ankara Temsilcisi Enis Berberoğlu ‘ters köşeye’ yatırdı.

Aslında soru basit...

Bir Kara Kuvvetleri Komutanı ile her taşın altından ismi çıkan Anayasa Mahkemesi Başkanvekili’nin, ‘karargah giriş ve çıkışlarında bulunan güvenlik kameralarının karartıldığı, komuta katınınsa tamamen boşaltıldığı’ bir ortamda gizlice buluşmaları ‘haber midir, değil midir?’

Eğer ‘görevli’ ya da ‘yeminli’ değilseniz bunu belden aşağı vuran, özel hayata giren iğrençliklerle bir tutma imkánı var mı? Ama gel gör ki...

‘TSK gazetecisine’ göre, bu iddia haber değil.

Taraf Gazetesi’nin ortaya çıkardığı bu gerçekten çok rahatsızlar.

Tabii ‘Ergenekon’u da unutmamak gerek. ‘Askeri menşeli’ bombalar ortaya çıktıktan sonra da aynı duruşla karşılaşmadık mı biz bu gazetelerde?

* * *

Üstelik haber olayın kahramanları tarafından doğrulandı.

Orada da kalmadı...

Enis Berberoğlu, Taraf Gazetesi haberi yayınlamadan önce Osman Paksüt’ün görüşmeyi Hürriyet muhabirinden gizlediğini, yalan söylediğini açıkladı.

Madem masum bir görüşme bu, neden taraflardan biri önce ‘inkár’, sonra ‘kabul’ ediyor?

Anında savunmaya ve suçlamaya geçen ‘TSK medyacılığı’ neden ‘kameraları karartma ve kat boşaltma’ iddialarının üzerinde hiç durmuyor? Kendi mesleğine ihanet edende utanma aramak yersiz ama...

İnsan gene de merak ediyor.

Şimdi ‘paranoya’ diye yazan andıççılar...

‘Asker adına açıklama yapan’ Ankara temsilcileri...

Görüşmeyi haber yapanları ‘acemi psikolojik savaşçı’ ya da ‘organize işler yanlısı’ ilan edenler...

Berberoğlu’nun haberini okuduktan sonra utandılar mı?

* * *

Olması gereken neydi?

Aslında onu da gene Enis Berberoğlu dünkü yazısında tekrarlıyordu: ‘Dün bu köşede Osman Paksüt’ün Başbuğ görüşmesini saklamasını eleştirdim.

Şaşıranlar ve ‘Neden gerek duydu?’ diye merak edenler çıkabilir, hemen anlatayım.

Bendeniz gazetecilik mesleğinde eksik bilginin, yanlış bilgiden daha tehlikeli olduğuna inanırım. Yanlış bilgi uçar gider, eksik bilgiyse komplo teorilerine hizmet eder.’

* * *

TSK Medyası’nın hali ortada.

Ya Genelkurmay?

‘Kameralar karartılmış’...

‘Komuta katı tamamen boşaltılmış’...

Anayasa Mahkemesi başkanvekili bir gece önce Hürriyet muhabirine görüşmeyi yalanlamış, ertesi gün ise ‘ziyaret tebrik amaçlıydı’ demiş...

‘Tebrik ziyareti’ bir saat on beş dakika sürmüş...

Tüm bunlar ortadayken, Genelkurmay ‘maksatsız ve seviyeli’ olduğunu iddia ettiği bu görüşmeyi, pek seviyeli sayılamayacak bir ‘kelime seçimi’...

Ve ‘korkutmaca’ ile örtmeye uğraşıyor.

Herkes ürker...

Herkes susar...

Ya da ‘TSK Medyası’ gibi olup biteni ‘çok doğalmış’ gibi pazarlamaya girişirse...

İşler düzelecek, toplumsal vicdan ve kanaat rahatlayacak mı?

Gerçekten saygın...

Gerçekten inanılır...

Gerçekten güvenilir olmak istiyorsan tek bir yol var: Saydam olmak.

Hálbuki ilkesizlik ve çifte standart her yana bulaşmış ve ülkeyi çürütüyor.

* * *

Askeriyenin savunma...

Yargının hukuk...

Medyanın habercilikten yana ‘taraf’ olmadığı bir ülke çöker. Bu çöküş, yalanla, dolanla, küfür ve hakaretle, korkutmacayla önlenemez.

Neden herkes asıl işine bakmaz da, ‘demokrasi ve evrensel hukuk ilkeleri’ dışına çıkarak ülkeye kendi menfaatlerine göre nizam vermeye kalkışır? Neden olacak, bu Osmanlı’yı batıran İttihat ve Terakki illetidir.

* * *

Doğruyu söylemeyen, komutanlarla gizlice buluşan bir üyesine karşı ağzını açmayan bir kurum da...

Yapmaması gereken işlerle uğraşan bir askere arka çıkan kuruluş da... Bunların üstüne gitmek yerine, ‘amigoluk’ yapan medya da...

Saygınlığını yıpratır.

Toplumun dirliğini, düzenliğini...

Ve her şeye rağmen birlikte yaşamak için tek önemli güvencesi olan ‘hukuku’ yok eder.

O noktaya doğru hızla gidiyoruz.

Her şey lime lime...

* * *

Umut var mı?

‘Mızrağın çuvala sığmadığı’ son olay, eğer TSK Medyası’na yeniden gazeteciliği hatırlarsa bir umut olabilir.

Çünkü askeriyeye de, hukukçuya da ‘işini hatırlatacak’ ve bu ilkelere göre onları denetleyecek bir medyaya ihtiyacı var.

Ama bunun için...

‘TSK Medyası’ başta olmak üzere tüm yazılı ve görsel basının kendi ‘mesleğine’ geri dönmesi, yalancılığı, tutarsızlığı savunmaktan vazgeçmesi gerekiyor.

28 Şubat’ta ‘Andıç’ ulaklığı yapan ya da asker adına açıklamalara girişenlerle bu iş zor ama gene de bakacağız...

Star, 16 Haziran 2008

Mehmet Altan

17.06.2008


 

Sevmek zorunda mıyız?

Radikal’den Hakkı Devrim “Hepimiz Atatürk’ü sevmek zorunda mıyız?” diye soruyor.

Türkiye gibi bir ülkede bu soru bile insanın başına iş açabilir. Hele de başörtülü bir kız bu sözü sarf etmişse, savcılar hemen harekete geçer. Yargılanma sonucunda tabii ki bir şey çıkmayacak. Maksat göz dağı vermek. Aynı Latife romanının yazarı İpek Çalışlar’a ve Atatürk’ten, irticalen yaptığı bir konuşmada “ bu adam “ diye bahseden Atilla Yayla’ya yapıldığı gibi. Hatta Demirci Mehmet Efe ile Atatürk arasında geçtiği söylenen o meşhur hikâye bile, yakasını, 5816 sayılı yasadan kurtaramamıştı. Atatürk’ü bambaşka hayal eden Demirci Mehmet Efe’nin, onun, kısa boyunu ve ince sesini duyduktan sonra, bir de şekerli kahve istemesi üzerine “Bunu bana yapmayacaktın Paşam” dediği rivayet edilir. Bu çok sempatik fıkra dahi mahkemeye düşmüştür.(...)

Bunun için, iyisi mi, bu soruya cevap vermeyelim.

Sabah, 16 Haziran 2008

Nazlı Ilıcak

17.06.2008


 

Köpekler ve başörtülüler giremez!

Hiçbir din, mabedini bu kadar ödünsüzce dışa kapatmıyor. Müslüman olarak Hindu tapınağına da kiliseye de girebiliyorsunuz. Camilerin kapıları da kimsenin yüzüne kapanmıyor.

Ama laikçilerin mabedine dönüşen üniversite kampüsleri titizlikle başörtülülerden temizleniyor. Öğrencilerin, insanlık onurunu kanatan kulübelerde başlarını açmalarını, sonra kimseye görünmemeye çalışarak duvar diplerinden kaçar gibi okullarına koşmalarını kanıksamaya başlamıştık. Tahminlerimizde yanılmadık, maalesef orada durmadılar. Okullara öğrenci taşıyan servisler de kamusal alan oluverdi. Kampüsten geçen toplu taşıma araçlarındaki sıradan vatandaşlar da kurtulamadı. Üniversite sınırları içinde konser, panel dinlemeye giden halk engellendi. Elinde kalan can yongasının mezuniyet sevinci ile avunmak isteyen şehit anaları bile o sert, abus çehreyle muhatap oldular: ‘Yassah giremezsin.’ Haklarını yemeyelim bazı demokrat(!) rektörler, başörtülerini buyrulan şekilde bağlamaları karşılığında annelerin salonda kalmasına izin verdi. ‘Siz kim oluyorsunuz, insanların neyi nasıl giyeceklerine karar verebiliyorsunuz?’ sorusunun bile anlamı kalmadı.

Bu insanlık dışı, keyfi uygulama dün, olabilecek en son noktaya ulaştı. ÖSS için çocuğunu götüren başörtülü velilerin bahçede beklemelerine bile izin verilmedi. Marmara Üniversitesi’nin kampüs girişinde başı açık-kapalı veli ayırımı yapıldı. Başı kapalı olan ve açmamakta direnen veliler çocuklarının önünde aşağılanarak kapı dışarı edildi. Annesine vebalı muamelesi yapılan öğrencinin bozulan psikolojisine mi yanalım? Yoksa yaşını başını almış anaların maruz bırakıldığı ikinci sınıf muameleye mi üzülelim? Bence asıl bu çağda böylesine ilkel bir anlayışla mücadele etmek zorunda kaldığımıza hayıflanalım. Dışişleri Bakanı Ali Babacan’ın ‘Müslüman çoğunluğun da dinîhürriyetler konusunda sıkıntısı var.’ ifadelerine karşı kıyameti koparanları yalanlamak için dünkü örnekler yeter.

Hadi âdet olduğu üzere biraz anayasa geyiği yapalım. Kimse kusura bakmasın, son kararla Anayasa Mahkemesi’nin bile çiğnemekte beis görmediği bir anayasa ile ilgili ancak geyik yapılır. Bazı uyanıkların el çabukluğu ile ortadan kaldırmaya çalıştıkları değiştirilemez maddelere değinmek istiyorum. Değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddede, propagandalara bakarak sadece laiklik var sanıyor olabilirsiniz. Söz konusu maddede demokratiklik, sosyal ve hukuk devleti olmak da kayıt altına alınıyor. Hukuk devleti, hukukun (yargıcın değil) üstün olduğu düzen demek. Hukukun temel belgesi anayasa ‘temel hak ve özgürlükler ancak yine anayasada gösterilen hallerde kanunla sınırlanır’ diyor. Başörtüsünün üniversitelerde yasak olduğuna dair kanun yok. Tam tersine ‘yürürlükteki kanunlara aykırı olmamak kaydı ile serbesttir.’ diye biten kanun var. Ve bunun iptali için yapılmış başvuruyu reddeden bir Anayasa Mahkemesi kararı var. Geyik yapıyoruz ya hadi hepsini kabul edelim. Anayasa Mahkemesi’nin, Anayasa’nın açık hükmüne rağmen kanun koyucu gibi davranmasını onaylayalım. Biraz daha ileri giderek kanun ihdasını, kararıyla değil yorumuyla yapmasına da eyvallah diyelim. O malum hukuk şaheseri(!) yorum bile sadece öğrencileri kapsıyor. Velileri, sıradan vatandaşları nereden çıkarıyorsunuz? Tavşanın suyunun suyu gibi, siz rektör cenapları da yorumun yorumu ile kanun koyuculuğa mı soyundunuz?

İmam cemaat ikileminde olduğu üzere Anayasa Mahkemesi’nin Anayasa’yı ihlal ettiği bir dönemde rektörlere bir şey demek de zor. Normal demokrasilerde bu ayırımcılığı yapmaya kimse cesaret edemez.

Zaman, 16 Haziran 2008

Bülent Korucu

17.06.2008


 

Çözümsüzlük çözüm üretemez mi?

Bir atasözümüz vardır: ‘Bozulmazsa düzelmez.’ Bizim sisteme bakıp her seferinde yeteri kadar bozuldu, her şey dibe vurdu daha ötesi olmaz diyor ve beklemeye başlıyoruz. Umudumuz boşa çıkıyor.

Genelkurmay önceki gün yine sinirlenmişti. Genelkurmay sinirlenince korkarım. Çünkü, ülkemizin en itibarlı ve en güçlü kurumu. Öfkesi pek olur. Geçmişten bunun örneklerini biliyoruz. Neyse yaptıkları açıklamada, “Türk Silahlı Kuvvetleri’ne ve onun mensuplarına yaptıkları saldırıların hesabını yine yargı önünde vereceklerdir” deniliyor.

***

27 Nisan 2007 tarihli Genelkurmay muhtırasından bu yana Türkiye’nin kimyası iyice bozuldu. Deneyimli büyüklerimiz, ‘asker muhtıra yayımlarsa onun devamını getirir’ uyarısında bulundular. Seçmen bu gerçeği kavramadığı için olsa gerek 22 Temmuz 2007 seçimlerinde AKP’yi daha yüksek bir oy yüzdesiyle iktidara getirdi.

Anayasa Mahkemesi’nin 367 koşulunu aşan TBMM, Abdullah Gül’ü Cumhurbaşkanı seçince hazmedilemez yeni bir durum ortaya çıktı. Su şişede durduğu gibi durmuyor. Bu kez de Meclis türban(başörtüsü) yasağını kaldıran Anayasa değişikliğini 411 oy gibi yüksek bir oyla bir kabul etti.

***

Karşı tarafın cevabı gecikmedi. AKP hakkında kapatma davası açıldı. Cumhurbaşkanı ve Başbakan dahil partinin önde gelenlerine siyaset yasağı istendi. Türban (başörtüsü) yasağını ortadan kaldırmayı amaçlayan Anayasa değişikliği Anayasa Mahkemesi tarafından yetki sınırlarını aşan bir kararla iptal edildi. AKP, kendi iktidarlarına yönelik bütün bu müdahaleler karşısında bir anlamda çaresizdi. Artık Anayasa’yı değiştirmesi de hangi oy yüzdesiyle olursa olsun mümkün görünmüyordu. Çünkü Anayasa Mahkemesi ‘değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez’ hükümlü silahlara sahipti. Bu silahları ihtiyaç olan anlarda kullanmayı sürdürecekti.

***

AKP çaresizdi ama karşı tarafın da çaresiz olduğu başka bir gerçekti. Belli ki AKP kapatılacak. Sonra ne olacak? İki ihtimal bulunuyor. Ya ara seçim, ya erken seçim. CHP şimdiden erken seçimin telaşı içine girmiş durumda. Baykal, halktan iyice umudunu kesmiş bir refleksle erken seçime karşı çıkıyor. Sonuç olarak bütün bu sürecin sonunda AKP karşıtları köklü bir çözüm üretmeyecekler. AKP kökenli bir siyasi parti büyük bir olasılıkla önümüzdeki dönemde de Meclis çoğunluğunu elinde bulundurabilir.

***

Bugünün Türkiyesi’nde askeri müdahalenin koşullarının olmadığı görülüyor. Yargının müdahalesinin de bir sınırı olduğu ortada. O zaman siyasetin normalleşmesi ve demokratikleşmesi dışında bir çözüm olmadığını kabul etmek zorundayız. Çözüm demokraside. Çözüm halkın tercihlerini kabul etmekle başlayacak. Ancak burada da günümüz demokrasilerinin temel kaygılarından birisi gündeme geliyor: Azınlık hakları. Demokrasi çoğunluğa karşı azınlığın haklarının korunmasını olmazsa olmaz olarak benimsiyor.

***

Bu sürecin sonunda sistemi 12 Eylülcü kurumlar içinde tutmak isteyen güçler, artık kendi asıl işlevlerine dönmek dışında bir yol olmadığını görebilirler. Demokratik dünya ile geçmişe göre çok daha sıkı bağlara sahip olan Türkiye’de çağdışı 12 Eylülcü kurumları ayakta tutmanın pek olanağı kalmadığını kabul edebilirler. Etmezlerse hayat onlara bunu kabul ettirecektir. İşte burada çoğunluğa dayanan siyasi gücün, gerçekten demokratik bir iradeye sahip olup olmadığı önem kazanacaktır. Bu büyük badirenin içinden ancak demokrasiyle çıkabiliriz. Daha çok demokrasi, daha çok sivilleşme dışında bir yol görünmüyor.

Asker, yargı ve siyasetin bu kadar eşit koşullarda tartışılır hale gelmesi bir başka yönden baktığımızda bir sağlık işareti sayılabilir. Her gücün kamuoyu önünde eleştirilmesine, hesap verir hale gelmesine doğru bir eğilim gelişiyor. Bunun sağlıklı bir durum olduğu söylenebilir.

Çözümsüzlük bu nedenle çözüm üretecektir.

Eninde sonunda.

Radikal, 16 Haziran 2008

Oray Çalışlar

17.06.2008


 

Yetki gaspı

ORTALIK toz duman. Safların böylesine keskinleştiği dönemlerde yargının “tarafsız hakem” olması ve buna güvenilmesi hayati derecede önemlidir. Bu beklentiyle, Anayasa Mahkemesi’nin son kararını eleştirmeye devam edeceğim. Hukuk diliyle yapılan eleştiriler, mahkemenin gerekçeli karar yazımına da ışık tutacaktır.

Benim tezim şudur: Anayasa Mahkemesi son kararıyla sadece “yetki aşımı” değil, dahası, “yetki gaspı” yapmıştır... “Yetki aşımı”nın örneği, mesela yargının yetkisiz olduğu halde “yerindelik denetimi” yapmasıdır.

Yüce Mahkeme’nin son kararı ise “yetki gaspı”dır.

Anayasa’nın 4. maddesine göre, sadece 1. madde, 2. madde ve 3. madde “değiştirilemez” niteliktedir; değiştirilemezlik bu üç maddeyle sınırlıdır. Başka bir maddeyi de değiştirilemez hale getirmek yetkisi sadece “tali kurucu iktidar” denilen Meclis’e aittir.

Ama buna rağmen, Yüce Mahkeme, Anayasa’nın 10. ve 42. maddelerini de “değiştirilemez”ler arasına sokarak, “tali kurucu iktidar”a ait olan yetkiyi “gasp” etmiştir!

Hem de 148. maddedeki açık yetkisizlik hükmüne rağmen...

FARAZİYE VE HUKUK

Bu konuda bazı ‘savunmalar’ var, deniliyor ki: Meclis’te üçte ikiyi bulan bir çoğunluk kalkıp da “Seçimler 20 yılda bir yapılır” diye, yahut “Kadınlar yarım miras alır” diye anayasa değişikliği yaparsa ne olacak?!

Bu tür çocuksu faraziyelere ciddi bir hukukçu itibar edemez.

Evvela, anayasa değişiklikleri birçok aşamadan geçer; bu tür uçuk faraziyeler teklif yetersayısını bile bulamaz. Nitekim bu saçma faraziyeler kimsenin aklına gelmemişti, şimdi “yetki gasp”ını desteklemek için uyduruluyor. Dahası, toplumun ulaştığı çeşitlilik düzeyi de böyle uçuk faraziyelerin Anayasa’ya girmesine engeldir. Büyük kitle partilerinin çeşitli görüşlerin koalisyonu olduğunu belirten siyaset bilimini yok saymak lazımdır, bu tür çocuksu faraziyelere itibar etmek için!

Hukukun temel bir kuralıdır; mahkemeler dosyadaki olgulara bakarak karar verir; faraziye üreterek karar veremez. (‘Tevehhüme itibar yoktur’ kuralı.) Anayasa’yı yazan Danışma Meclisi tutanaklarında da bu tür faraziyeler reddedilmiştir.

Dünyanın hiçbir demokrasisinde seçimler 5 yılı geçmez, kadın erkek eşitsizliği de temel bir normdur. Bunları ortadan kaldıracak bir anayasa değişikliği Mahkeme’nin önüne ‘gelebilirse’ elbette iptal edilir. Çünkü temel normların “doğrudan” bir şekilde ihlalidir bunlar; “dolaylı da olsa” diye uydurulan faraziyeler değil.

DOLAYLI DA OLSA?

Türban yasağının kalkmasının laikliğin “doğrudan” ihlali olduğunu söylemek mümkün değildir. Bu yasağın kaldırılmasını laikliğin gereği sayan hukuki tezler bir kenara, yasağı savunan en radikal yargı kararlarında bile “dolaylı da olsa... laikliği özgürlüğe kıydırmamak” falan gibi ‘hukuk ötesi’, yani siyasi ve ideolojik ifadeler kullanılıyor.

Cinsiyet eşitsizliği veya seçimlerin yirmi yılda yapılması gibi zırvalar hiçbir demokraside yoktur. Ama Türkiye dışında bütün demokrasilerde üniversitelerde fikirler gibi kıyafetler de özgürdür; onların devleti laik değil mi?! Anayasa Mahkemesi’nin bu eleştirileri karşılamayan bir gerekçe yazması halinde daha çok eleştiri çekeceği muhakkaktır. Bunları dikkate alarak gerekçe yazacaklarını umuyorum.

Milliyet, 16 Haziran 2008

Taha Akyol

17.06.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA
Download

Kutlu Doğum Haftası Pdf

Bütün haberler

© Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır