"Gerçekten" haber verir 11 Temmuz 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Şükrü BULUT

Tesettür karşıtlarının korkusu…



Tesettür düşmanlığının global bir refleks olduğunu, gelişen hadiseler elbette bize anlatıyor. Dünyamızın iyice küçülmesi mütecaviz dinsizlerin işlerini kolaylaştırırken, diğer yandan da mahiyetlerinin öğrenilmesiyle ömürlerini azaltıyor kanaatindeyiz.

Tesettür karşıtlarının düşmanlığı nereden geliyor, sizce? İslâmiyet başta olmak üzere, semavî dinleri çağrıştıran sembolik yapısından mı? Veyahut, Allah’a ve ahirete imanı tedaî ettirdiğinden mi? Yoksa moderniteye başkaldırı olarak algılandığından mı?

Kanaatimizce yukarıdaki hususları bastıracak ağırlıkta bir şık daha var. Mütecaviz dinsizliğin insanlığı ve onun neslini bozmak üzere yoğun bir şekilde kullandığı sefahete giden yolun kapanmasından korkuyorlar.

Freud ve arkadaşlarının başlattıkları çalışma evvelâ Rusya’da hamamlarda kadın-erkek birlikteliğini o günlerde netice vermişti. Aynı cereyanın “cinsel devrim” yoluyla yaptığı tahribatın neticesinde, maalesef birçok Avrupa merkezlerinde Trocki Rusya’sında olduğu gibi günümüzde de yüzme havuzlarında kadın-erkek birlikte yüzüyorlar. Bugünkü neticenin, dünkü saldırgan dinsizlerin başlattıkları sürecin bir sonucu olduğunu kim inkâr edebilir ki… Avrupa kiliseleri ve insanî organizasyonlar, fuhşu tetikleyerek nikâh yolunu kapatan ve dolayısıyla insan neslinin tükenmesine kapı açan bu icraatlar karşısında pek ses çıkarmıyorlar.

Kemalizmin, tarih boyunca mütecaviz Avrupa dinsizliğiyle ittifak içinde çalıştığını Avrupalı dinsizler itiraf ediyorlar. Türkiye’nin modern yüzü diyerek destekledikleri ülke içindeki mülhitlerin de, aynen Freud ve Wilhelm Reich gibi düşündüklerini beyanatlarından okuyoruz. Yâni Kemalistler de sefahete açılan yolun kapanacağından korkuyorlar. Bir türlü çözmeyi başaramadıkları “Müslüman Türk ailesinden” söktükleri birkaç taşın tamir edenlerce yerlerine konulacağı endişesiyle dört elle tesettüre saldırıyorlar. Tesettüre bürünen bir hanımı, erkek-kadın karışık plajlara nasıl dâvet edeceksiniz? Başörtüsü omuzlarından sarkan bir hanımefendiyi dansa asla kaldıramazsınız. Tesettürünü ve insanî değerlerini yükseltirken, Kemalistlerin ekonomik rüşvetlerine dönüp bakmayan bir kadını kandırmak pek de kolay değil. Cinselliği; hava, su, ekmek ve hürriyetten de öte kutsayan Kemalistler, mütecaviz dinsizler ve nefislerinin esaretine teslim olmuş kimseler, elbette ki çevrelerinde tesettürlü kadın görmek istemiyorlar. Tesettür onların mülevves havasını—onlara göre—bozduğundan dengelerini kaybederek Kur’ân ve sünnete saldırıyorlar. Saldırsınlar… İman-küfür mücadelesinin tarihi yeni değil ki… Âdem babamızla başlamış, kıyamete kadar devam edecek!…

İnsan neslinin şu dünyada tükenmesini, mevcut topluma kaos ve anarşinin hakim olmasını, fert hürriyetlerinin belli sınıflarca gasp edilmesini, dünya sermayesinin zulümle kuvvetin eline geçmesini ve temel insanî ve ahlâkî değerlerin kaybolmasını isteyenler, tesettürle savaşa devam edecekler. Fakat, uyanan insanlığın kendi aleyhindeki böyle bir tezgâha razı olacağını zannetmiyoruz. Avrupa’da da, Asya’da da mücadele seccaldir, yani dönüşümlüdür. Dünkü bolşeviklerin, bizdeki mülhitlerin metodunu kullanarak muhafazakârları kötü emellerine âlet etmeleri çok sürmeyeceğe benziyor. Önemli olan, çok yakınımızdan başlayarak ahirzaman deccaliyetine dolaylı olarak yardımcı olan fert ve cemaatleri ikaz etmemizdir. İnsanların tüylerini ürpertecek dehşetli akibetlerden haberdar etmemiz. Mütecaviz dinsizliğe ve mülhitlere yüksek sesle itiraz edemeyen dindarların kıyameti beklediklerini düşünüyorum. O zaman gecikmiş olmaz mıyız… İnsaniyet karşıtları artık sıfatlarını gizlemiyorlar. “… Hem, âlem-i insaniyette inkâr-ı ulûhiyyet niyetiyle medeniyet ve mukaddesat-ı beşeriyeyi zir ü zeber eden deccal komitesini … “ durduracak elbetteki hakikî Müslümanlarla hakikî Hıristiyanlardır.

Fakat yiğit düştüğü yerden kalkar. Tesettür meselesinde bayrak evvelâ Türkiye’de dalgalanacaktır. Avrupalı, tesettürün Asyalı için hangi mânâya geldiğini bilemez. Müslümanları tam yedi senedir şu zillet süreçlerinde inleten idarecileri zaman, tarih ve de milletin affetmeyeceğini bu arada belirtmek istiyoruz.

Yüksek ümitlerle temel hakları için bekleşen genç kızların yüreklerine bugün dolan zifirî ümitsizliğin karşılığını dünyayı başörtülü eşleriyle rahatça yaşayan devletlilerden, elbette ki Allah soracaktır!

11.07.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Büyüklerin çilelerinin arkasındaki sır



İMAM-I Rabbânî’nin talebelerinden biri Acin’de ticaret maksadıyla bulunuyordu. Tam o esnada İmam-ı Rabbanî’nin Sultan tarafından hapse atıldığını duydu. Üzülmüştü. Yakın dostu Can Muhammed üzüntüsünü görünce sebebini sordu. Öğrendiğinde, “Merak etme. Ben bunun sebebini öğrenip sana bildiririm” deyip ayrıldı.

Herkesin bir haber alma tarzı vardır ya, bu maneviyât ehli de haberleşme imkânlarının çok zor şartlarda yapıldığı o günlerde telefonla görüşür veya canlı yayında konuşurcasına kendine has bir yolu tercih etti. Hemen kaylûle uykusuna yattı. Rüyasında İmam-ı Rabbanî Hazretlerini görmüştü. Hapse atıldığı haberinin doğru olup olmadığını sormuş, doğru olduğunu öğrenince de sebebini öğrenmek istemiş, o mâneviyat sultanı da şu cevabı vermişti:

“Allah’ın cemâlî ve celâlî tecellîleri vardır. Şimdiye kadar Rabbim beni cemâliyle okşayarak terbiye edegeldi. Belli bir makama getirdi. Üzerimde daha çok makam ve mertebeler vardı. Ancak bunlara ulaşabilmem için celâlî tecellîlerden de geçmem gerekiyordu. Zulmen hapse atılmamdaki sır işte budur.”

Can Muhammed gördüklerini aynen arkadaşına anlatmıştı.

Kâinattaki her şey ya bizzat güzeldi veya sonuçları itibariyle güzeldi. Musibetlere de sonuçları itibariyle bakmak gerekiyordu.

İnsanlar zulmedebilirdi, fakat kader hikmet ve adalet gereği kulu mûsibet makaslarıyla budayıp sabır ve şükre yöneltip belli noktalara getirmek isterdi. Rahmeti sonsuz Allah elbette kullarına zulmetmezdi. Mânen yükseltmek için bazen hikmeti gereği musibetlerle imtihan ederdi.

Bazan bazı şahıslarda belâ belâ değil, bir lütf-u İlâhî olurdu.

Sonra her mûsibetin bir nimet tarafı vardı. Bazan saadetten felâket çıktığı gibi felâketten de saadet çıkabilir, bazan mûsibet mükâfatın başlangıcı olabilirdi. Hz. Yusuf’un (as) haksız yere zindana atılmasında olduğu gibi. Mısır’ın sultanlığına giden yol oradan geçmekteydi.

Görünürdeki mûsibetler altında ve neticesinde inayet-i İlâhiyenin çok tatlı neticelerini görmek lâzımdı. Sonra en büyük saadetler büyük ve acı felâketlerin sonucu değil miydi?

Bütün bunlar iman gözlüğüyle batkıldığında görülebilirdi. Yoksa İmam-ı Azam, Ahmed bin Hanbel, İmam-ı Rabbanî, Bediüzzaman gibi İslâm büyüklerinin maruz kaldıkları mûsibetler nasıl izah edilebilirdi?

Demek makam ve mertebelerin yükselmesi için hikmet-i İlâhiye gereği bazen mûsibetler de gerekebiliyor.

11.07.2008

E-Posta: [email protected]




Nejat EREN

Çözüm üretmek



Buhranlara karşı...

Şaşkınlığa ve bîçareliğe karşı...

Yetersiz ve beceriksizliğe karşı...

Adaletsizliğe, keyfîliğe, malûllüğe ve tarafgirliğe karşı...

Şükürsüzlüğe, israfa, savurganlığa karşı...

Kaytarıcılığa, tembelliğe, vurdumduymazlığa, sorumsuzluğa karşı...

Her türlü dertlere, sıkıntı ve problemlere karşı...

Depresyonlara karşı. Her şeye karşı...

Çözüm üretmek gerek. Rahat ve huzuru sağlamak. Pes etmemek. Sırat-ı müstakîmden uzaklaşmamak.

Toplumun ve insanlığın “sigortası” konumundaki Kur’ânî hareketin mensupları olma bahtiyarlığına eren alperenler! Bu size düşüyor!

Yakın tarihin şeref levhalarında ise “Bediüzzaman” ünvanlı bir sembol kişi, “Risâle-i Nur” diye şaşmaz ve şaşırmaz bir ilim hazinesi mevcut.

Bu iki sembol, sadece bu toprağın insanına değil, bütün âlem-i İslâma ve âlem-i insaniyete çözüm getirmiş.

Bir asra yaklaşan mânevî mücadelenin, mukaddes cihadın tek bir gayesi ve programı olmuş: İçinde bulunduğu topluma çözüm üretip onu sunmak.

Dağarcığında bu kudsî reçeteleri olanlar, felsefenin hegemonyasına giren güruhun zaten devamlı menfî mânâda kullandığı materyalist felsefenin tesiriyle kurulan tuzakları, yazılan senaryoları bırakıp, ümitsizlik ve karanlık tabloları yokluğa mahkûm edip bir ışık yakmayı denemeliler.

Biz, ben, sen, yanımdaki, karşımdaki, mesâi arkadaşım, can yoldaşım, dâvâ dostum, vatandaşım, dindaşım, yurttaşım… İşte her kimse. Her kimsek, bunu, yani “çözüm üretmeyi” denesek. Krizleri fırsatlara çevirsek.

Toplumun bazı kısımlarının ve bazı kurumların “cinnet” haline karşı, “duâlarla” müsbet mânâda katkıda bulunsak.

“Topu taca atmanın” veya başkalarına yuvarlamanın kendimizden uzaklaşma ve kaçış olduğunun idrakine varsak. Kaçmanın bir geçerli yol olmadığının idrakinde olabilsek.

İnsafı öne çıkarabilsek. Fedakârlığı kendimizde denesek. Başkalarını değil kendimizi ve nefsimizi sigaya çekebilsek.

Masanın ön tarafındaki hâlet-i ruhiyeyi, arka tarafına geçince unutmasak. Âmirken memur gibi gayretli ve dikkatli ve sorumluluk duygusuyla çalışırken, memurken âmir gibi ilk önce kendi nefsimize hükmetmeyi kabullenebilsek.

Bütün bunlar ve daha niceleri bu topraklarda var. Resmiyetinde var, sivilinde var, şahsiyetinde var, cemiyetinde var, hanelerde var, iş yerlerinde var. Ama çözüm yolları ve çare de var.

Asrın sahibinin “dâvâ kahramanı” Zübeyir Ağabeyin, altmışlı yılların uç veren bir menfîliğini tahkik etmek için gönderdiği bir “son şahidine” şöyle dediğini, son şahidinden bizzat dinlemiştim:

“Durumu tahkik edip Zübeyir Ağabeyin huzuruna bilgi vermek için varınca bana sert ve kesin bir dille: ‘Kardeşim, kıyl ü kâl etme (Yani; o bunu dedi, ben şunu dedim. Bunu dediler, şunu dediler deme) Bu konudaki çözüm teklifini söyle. Bu problemi nasıl çözeriz? Onu bana söyle’ diyerek beni dedikodudan uzaklaştırdı. Ben de bu konudaki teklifimi sundum. Olayı öylece kapattık.”

Kuraklık, Türkiye’yi ve dünyayı müthiş şekilde tehdit ediyor. İmansızlık hâne duvarlarını zorluyor. Keyfîlik, adaletsizlik ve masumlara saldırı çılgınca sınır tanımadan devam ediyor.

Erbâbına düşen, çareye giden yolları, çözümü, sevgi çiçeklerini, muhabbet meyvelerini, fedakârlık hallerini, diğergamlık tavırlarını, sabır, sadakat, doğruluk ve metanet ibrişimleriyle işlemekten, süslemekten geçiyor.

Tarih böyle diyor. Tarihe kayıtlar böyle geçiyor. Zaman şeridi böyle işliyor. İnşaallah ileriye doğru yine böyle işleyecek. Bundan asla şüphemiz yok. Düşmanlığın rağmına, dostluk ve muhabbet kazanacak. Dostluğun, muhabbetin, sevgi ve hasbîliğin o engin ve mânevî sofralarında hep birlikte olmak dilek ve temennisiyle.

11.07.2008

E-Posta: [email protected]




Halil USLU

Birlik ve beraberliğin önemi



Türkiye büyük dünya ailesinin, en görkemli ülkesidir. Hangi cihetini ele alırsak alalım, müstesna yeri ve yerleri vardır. Kültürüyle, tarihiyle, insanıyla, toprağıyla ve bir anda yaşanan dört mevsimiyle, çeşitli ırklarıyla, farklı inanç yapısıyla, Osmanlı devlet-i âliyesinin küçük bir özü ve çekirdeğidir. Bu çekirdeğin yıpranması için, dahilde ve hariçte bilerek veya bilmeyerek, gece gündüz tahribata isyankârlığa ve yüksek tansiyonlara gidilmektedir.

Çağın Mevlânâ’sı Hz. Bediüzzaman’ın Lemeât eserinde, Osmanlı döneminde vaaz ettiği çok merakaver ve çarpıcı bir tesbiti var. Bir çok konferanslarımda üstüne basa basa dile getirdim ve getirmekteyim. Şimdi de bu satırlara tekrar alıyorum: “İslâmiyet selm ve müsalemettir, dahilde niza ve husûmet istemez.” Yani İslâmiyet barış ve kardeşlik dinidir, ülkenin vatanın içinde kavga istemez. 26 milyonluk Osmanlı dinlemedi, daha doğrusu dinletmediler, akıbet ortada. Çıkan devletler ne oldu? Kısm-ı azamı perişan, bir AB tarzına ulaşamadılar…

24 milyon km²’lik Osmanlı’dan çıkan 35 devletten biri de Irak’tır. O da dinlemedi, yine gelinen akıbet ve korkunç manzara ortadadır. Birbirleriyle 8 yıl kavga eden güya iki kardeş ülke İran ve Irak, 1.5 milyon ölü bırakarak, kendi iç dünyalarını da darmadağın ettiler. Kaldı ki; Hucurât Sûresi 14 asır önce ikaz ediyordu: “Bütün mü’minler kardeştir.”1 Yine Kur’ân ikaz ediyor du: “Kötülüğe iyiliğin en güzeliyle karşılık ver. Bir de bakarsın, aranızda düşmanlık bulunan kimse candan dost oluvermiştir.”2

Başta Türkiye olmak üzere İslâm dünyasına bakıyor ve soruyorum, biz bunun neresindeyiz ve neresinde olmalıydık? Biz eseriz, bizi yoktan var eden Malikimiz, Sahibimiz müessir-i hakikîdir, elbette bizi bizden daha iyi bilecek ve rahmetinden, merhametinden çıkış yolları gösterecek ve göstermiştir. Gözleri bir çok makam-ı dünyevî ve nefsî hırslarla dolu olanlarla bir yere varamayız ve varılmamıştır. İstikbaldeki nesl-i cedîde, bu tarz modeller model olamazlar. Kargaşa, kavga, hased, intikam ve en beteri huzuru ve ülkeyi bozmak.

Kur’ân-ı Hakîm’in sosyal hayata bakan 230 âyetinin hâkimiyeti, insanlığa cennet-âsâ hayat ve nizam verir. İşte Asr-ı Saadet. Proje de o, çıkış yolu da odur. Onu yansıtanlar yaşamışlar ve aziz olmuşlar. Bu hakikatler ferdan ferdadır, yani kişiden kişiyedir. Evvelâ nefsinde yaşayacaksın, sonra içtimâî hayatın her kademesinde ve her makamında yaşayacaksın. Makamlar azizdir, insanlar fanidir. Bunlar istismar edilmemelidir. Hangi makam olursa olsun, nizanın ve husûmetin kaynağı olmamalıdır.

Bu itibarla bu aziz vatanda “niza ve husûmet” olamaz. Aklı erenler ve münevver kişiler, birliğimizin, ittihadımızın ve ülkenin devâmiyeti için gerçekleri söylemelidirler ve barışın, kardeşliğin öncülüğünü yapmalıdırlar. Gün bugündür. Aynı gemideyiz, batarsak beraber batacağız. Komşu ve kardeş Irak büyük bir derstir. Keşke Türkiye’de bir bardak suda fırtına koparanlar, her gün Irak manzaralarını ve neden bu noktaya gelindiğini birlikte gösterseler. Belki ıslâh olanlar olur. İçtiğimiz suyun ve yediğimiz ekmeğin tadını bozdurtmayalım.

Büyük şair Hafız-ı Şirazî bir Farisî beytinde diyor ki:

“Dünya öyle bir metâ değil ki nizâa değsin.”

“İki cihanın rahat ve selâmetini iki harf tefsir eder, kazandırır: Dostlarına karşı mürüvvetkârâne muâşeret ve düşmanlarına sulhkârâne muâmele etmektir.”3

Soruyorum bunun neresindeyiz ve neresindeler?

Lemeât’taki söz, mezkûr iki âyet ve bu son satırlardaki Farisî beyit, günlük bir kahvaltı veya bir öğle yemeği kadar değer verilir ve akıl midesine sevk edilirse ve tefekkür âlemine gösterilirse, yüksek tansiyonlar normale avdet edecektir. Yoksa eden bulur…

Dipnotlar:

1- Hucurat Sûresi: 10. âyet; 2- Fussilet Sûresi: 34. âyet; 3- Mektûbât, B. S. Nursî, 22. Mektub

11.07.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet C. GÖKÇE

Mübarek bir mevsim



“Allahım! Receb’i ve Şaban’ı hakkımızda mübarek kıl ve bizi Ramazan’a kavuştur.”

(Peygamberimizin duâsı)

“ÜÇ AYLAR” adı verilen “altın silsile”nin ilk halkasını teşkil eden Receb ayını yaşamanın hazzını tadarken yararlanmamız gereken bir “mevsim”in içinde bulunduğumuzu unutmamamız gerekir.

Allah Resûlü’nün şu duâsı gerçekten çok anlamlıdır: “Allahım! Receb’i ve Şaban’ı hakkımızda mübarek kıl ve bizi Ramazan’a kavuştur.”

Hazırlayıcı nitelikteki bu ayların hakkımızda mübarek kılınmaları, elbette onlardan “yararlanmamız” ile doğru orantılıdır.

Kulluk görevlerimiz daha çok hatırladıkça, toplumsal bilinç çıtamızı daha fazla yükselttikçe, sağlam dayanışma ve kaynaşma köprülerimizin sayısını çoğalttıkça hiç kuşkusuz bu aylar “hakkımızda mübarek” kılınacak ve Ramazan’a huzurla “kavuşturulacağız” inşaallah…

Şunu unutmayalım ki, Allah Resûlü, bu günlere ayrı bir önem vermiş ve önem vermemize işaret buyurmuştur.

Öte yandan Recep ayı için “asam / sağır” tabiri kullanılır ve bu ayın sadece güzelliklerimizle ilgilendiği; uygunsuz hâl ve hareketlerimizden yana “sağır” olduğu ve bunları “görmediği” noktasına dikkat çekilir. Belki de bu doğrultuda, Recebin “R”si İlâhî Rahmeti; Recebin “C”si insanların Cürmünü; Recebin “B”si ise Allah’ın Birr’ini yani iyilik ve ihsanını sembolize eder, yorumları yapılmıştır. Kuşkusuz, bütün bu yorumlar bu günlere duyulan saygıdan kaynaklanmıştır. Önemli olan, “hazırlayıcı” nitelikteki bu günlerin “bütün hayatımıza” yansımasını sağlamak ve bugünlerde kazanılan güzellikleri ömür boyu kaybetmemektir.

Özellikle İslâm ve insanlık âleminin içerisinde bulunduğu zulüm tablolarının sona ermesi konusunda Allah’a yalvarmamız ve duâ seferberliği ilân ederek bu konudaki azamî sorumluluğumuzu yerine getirmemiz gerekir.

Mutluluklarımıza karşı şükretmek ve sıkıntılı durumlarımızda sabretmek bilincini bizlere kazandıran bu mevsim; bu kazanımlarımızı kaybetmeme adına önümüze serilmiş fırsatlar olarak değerlendirildiği takdirde daha da anlamlı hale gelecek ve “bir başka iklim” havasına girecektir.

Bu kutlu mevsimin havasını doyasıya teneffüs etmemiz dileğiyle…

11.07.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Batılılar: “Müslümanlardan öğreneceklerimiz var!



Türkiye ve İslâm âlemi, bu gelişmelerden ve “değişimden” uzak kalamazdı. Bilhassa, tarihî, jeopolitik, jeostratejik ve coğrafî şartlar, Türkiye’yi hassas bir konumda tutuyor. Bundan dolayı meydana gelen dahilî çalkantılar, hâdiseler bile, dış müdahale ve etkenlerden bağımsız düşünülemez.

Acaba AB; sadece maddî çıkarları hesaba katarak, yüzde 99’u Müslüman bir ülkeyi neden aday gösterdi? Maddî çıkarlar birinci plânda rol oynadı görünse de; mânevî ve kültür değerlerimize muhtaç olduğunun idrâkine vardığını fark etmek gerekir...

Batı’da, ferd, âile ve sosyal hayat çökmüş bir enkaz yığını halinde. Bu sosyal enkazı, teknik ve teknolojinin hârika cihazlarıyla da süsleyip-cilâlayıp saklayamıyor! Paklayamıyor da!

Pitirim Sorokin, Tarih Felsefesi isimli eserinin bir yerinde şöyle der:

“Normal zamanlarda bile en azından birkaç düşünür veya bilgin, toplumun nereden gelip nereye gittiği, nasıl ve niçini üzerinde kafa yorar. Ciddî bunalım anlarında ise, düşünürler için olduğu kadar sıradan halk için de bir önem kazanır... Sokaktaki sıradan adam bile şu soruları sormaktan kendini alamaz: Bütün bunlar neden oldu? Bütün bunların anlamı nedir? Sorumlusu kimdir? Sebepleri nelerdir? Bir çıkış yolu var mıdır? Buradan nereye gidiyoruz? Benim âilemin, dostlarımın, memleketimin başına neler gelecek?” (Büyük İslâm Tarihi, c. 1, s. 29.)

Mânevî bir boşlukta bocalayan insanlar, bir arayış içinde. Avrupanın zekâ tarlaları, düşünen kafaları ve idârecileri, bunu açıkça itiraf ediyor zaten. Bernard Kouchner, bunlardan sadece birisi:

“Sizden öğreneceklerimiz var diyorum. Dayanışmayı, âile bağlarını, yeniden insan olmayı öğrenebiliriz sizden. Irkçılığa karşı bir panzehir olacaksınız bizim için. Avrupa’yı kendi içine dönük bir kale olmaktan kurtaracaksınız.”

Bir diğer önemli tesbit de, Alman ve Protestan Kiliseleri Ruhânî Meclis Başkanı Manfred Kock’un: “Tek Allah inancımız aynı, ortak değerler etrafında birleşelim...” (Yeni Asya, 10.1.2000)

Öte yandan, ABD Başkanı Bill Clinton, Ocak 2000’de, Müslüman toplulukların liderleriyle yaptığı bayram kutlaması toplantısında, aynı düşünceleri, başka bir üslûpla seslendiriyordu:

“Dünyada dört kişiden birisi Müslümandır. Kur’ân’ın beni en etkileyen yönü, ‘Sizi taife taife, millet millet, kabile kabile yaratmışım; tâ birbirinizi tanımalısınız ve birbirinizdeki toplum hayatındaki münasebetlerinizi bilesiniz, birbirinizle yardımlaşasınız. Yoksa, sizi, birbirine yabanı bakıp, düşmanlık besleyesiniz diye kabile kabile yapmadım’ (Hucurât, 13.) âyetidir. Birlik noktalarımız var.”

Bunlar asla yabana atılacak bir gelişmeler değildir. Hiç şüphesiz, bu sözleri onlara söylettiren, önemli hâdiseler yaşanmaktadır.

AB’nin “genişleme politikası” ile 1993 yılından bu yana özellikle Doğu ve Orta Avrupa ülkelerine aldırdığı mesafe de, bütün malî yükü ve handikaplarına rağmen “istikrar ve refahı arttırma” hedefini de güttüğünü görüp kabul etmek gerekmektedir.

11.07.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




Rifat OKYAY

Biz neye hasretiz?



Sadece lâf. İş yok. Faaliyet yok. Ben şunu yaparım. Ben bunu yaparım. Ben okurum. Ben anlatırım. Kesirül kelâm insanlar…

Küçük, bayağı ve önemsiz lâflar çıktıkları, söylendikleri kişiyi çok çabuk anlatır. Hemencecik notunu verdirir.

Boş tenekelere özenmiş, bol bol ve kuvvetli sesler geliyor… Mânâsız, yersiz ve tesirsiz. Kime ne faydası olabilir ki…

Hayatta hiç meyvesiz olabiliriz, hiç olmazsa gölgesiz olmayalım. Azıcık, küçücük, minicik de olsa âleme bir faydamız dokunsun, bunun hiçbir mahsuru yok…

Hep güneş, hep ışık, hep aydınlatıcı ve irşad edici olamayabiliriz. Gelin bir de aydınlanmayı, irşad edilmeyi ve ders almayı deneyelim… Mü’minin memnun ve muzaffer olduğu bu hali bir deneyelim inşaallah…

Kimse boşum demiyor. Herkes meşgul. Herkes dolu dolu. Herkes büyük işler peşinde. Küçük ve minik fakat önemli işler başka bir dünyadan hareket için bir rüzgâr, bir emir bekliyor… Herhalde. Gelir inşallah.

Hemen ağzını açan büyük lâflara talip… Mangalda yarınlar için bir dayanak ve tutanak için bile köz kalmadığı gibi küller ise hiç bırakılmıyor… Allah yardım eder inşallah.

Haddini bilmek hep başkalarının malıdır. Bizim için haddimize mi? Düşünmek de yasak. Biz ne diyorsak o. O kadar!.. Haydi Allah kolaylık versin…

Bilmediğimizi bir bilsek… Âlem bizi alkışlar. Bilenin bilmeyene göre kuvveti yüz misli bu zamanda; cerbeze, mugaşgışlık ve çok bilmişlik… Ahir zamanda hüküm böyle ne yapalım!.. Dinleyen, bilen bir kulak bulsak da fısıldasak…

Hodri meydan diyor… Alnını karışlarım diyor… Ben diyor. Ben diyor. Biz demeye ve bize, bizim yaptıklarımıza sahip çıkmaya ne kadar hasretiz bir bilseniz… Yalnızca bir hizmetiniz için biz diyebilseniz…devamı gelecek inşaallah…

Bizim de üzerimize görev, vazife aldığımız, imanî, Kur’ânî, İslâmî hedefler olmalı. Bizim de boynumuzu büküp, okuyup öğreneceğimiz konular muhakkak olmalı. Bizim de kol kola emin adımlarla ilerleyeceğimiz bir yol muhakkak-ül muhakkak olmalı…

‘Lâf’sız ve ‘biz’li muhteşem günlere inşallah…

11.07.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

3 bin yıl sonra



Mutad olarak Mecelletü’l Ezher’i (Ezher dergisi) takip ederim. Aylık periyodlarla çıkan dergi dolu, doyurucu ve dengelidir. Hem akademik, ilmî, hem de amelî iltizamı esas alır. İslâmî değerlere bağlı ve bu bağlılığı vurgulayan ve okurlarına da aşılayan bir yapısı var. İşte bu zülcenaheyn yapıyı muhafaza eden insanlar az kaldığından Mehmet Görmez gibiler şimdi ulemanın ruhuna fatiha okuyor. Türkiye’de dinî alanda akademisyenler var, ama âlimler yok veya az. Zira âlim demek pratiği veya ameli olan ve insanları amele çağıran kimse demektir. İlim amelden soyutlandığında bu, akademisyenliğe ve bir nevi oryantalizme dönüşür. Bunu en iyi ifade eden kimselerden birisi Mustafa A’zami’dir. Ankara Okulu güya oryantalizme mukabele etmek için kurulmuştur, ama bu dengeye riayet etmediği ve gözetmediği için sonuçta maksadının aksi bir istikamete saplanmış ve oryantalist bir yaklaşımı benimsemiştir. Dolayısıyla âlimi âlim yapan, ilmiyle amel etmesi yani ilminin pratik tezahürleridir. Âlimle oryantalistin farkı budur. Âlim İslâm’ın aynasıdır. Akademisyen ise kil u kal derdindedir.

Temmuz (2008) sayısında ‘Nihayetu İsrail, mahtume’/İsrail’in sonu kaçınılmaz ve kesindir başlıklı yazıya rastladım. İsra Sûresinden yola çıkan yazar Prof. Hamdi Futuh Vali, sûrede beyan edildiği gibi Yahudilerin iki ifsade ve yükseliş devrinden bahsetmektedir. Buna mukabele olarak kimi Yahudiler de aynı silâhla Müslümanları vurmak üzere Tevrat’a dayalı Müslümanların iki yükselişinden bahsetmektedir ve Müslümanların son yükselişinin de günümüze tekabül ve isabet ettiğini ileri sürmektedirler. Bu, sembolizm veya simya alanındaki mücadeleyi gösterir. Kur’ân-ı Kerim Yahudilerin ifsat dönemleriyle alakalı olarak birinci veya ikinci vade dememiş belki birinci ve sonuncu kez demiştir. Bu da Yahudilerin ifsatlarının üçüncü veya dördüncü defa olmayacağını sadece iki defa ile sınırlı olacağını haber vermektedir. Dolayısıyla bazılarının ‘ fein udtum udna’ ifadesinden üçüncü veya daha fazla ifsat dönemleri çıkarmaları yanlıştır. Sonuncu defasından sonra zaten kıyametin saaati yaklaşmaktadır. İsra Sûresinin başında birçok kişinin gözünden kaçırdığı çok dakik hususlar var.

Sözgelimi ‘Letüfsidünne fi’l arz’/Yeryüzünde bozgunculuk yapacaksınız ifadesindeki yeryüzü aslında bir cihetle diasporanın örgütlenmiş hali olan Henry Ford’un deyimiyle beynelmilel Yahudi’ye işaret etmektedir. Arz ifadesinden yeryüzü çıktığı gibi aynı zamanda beynelmilel Yahudi ifadesi de çıkar. Yazar Vali, Hazreti Musa’nın 124 yıllık hayatı boyunca Arz-ı Mev’ud’a giremediğini ve Harun Aleyhisselam’ın vefatından üç yıl sonra onun da vefat ettiğini ve fetih sürecini tamamlamanın Yuşa Bin Nun’a nasip olduğunu söylemektedir. Bununla birlikte, müellifin Yuşa Bin Nun (Aleyhisselam)’la alakalı yorumları Kur’an-ı Kerim’in ruhuyla çelişmektedir. Bu ayrı konudur. Hatırlayanlar bilirler önceki yazılarımdan birisinde Hazreti Musa Aleyhisselam’ın 124 yıllık ömründe tamamlanamayan sürecin aslında 40’ar yıllık 3 dilim halinde tamamlandığını ifade etmiştim. 80 yıllık Musa Aleyhisselam’ın nübüvvet dönemi ve 40 yıllık Yuşa Bin Nun dönemi. Davud ve Süleyman (Aleyhisselam) dönemleri ise bundan farklıdır. Davud Aleyhisselam ile Süleyman Aleyhisselam’ın toplam iktidar dönemleri 70 ile 80 yıldır. Bu iktidar diliminin çoğu Süleyman bir kısmı da Davud Aleyhisselam’a aittir. Huruçtan Arz-ı Mev’ud’a girişin 120 yıl sürdüğü dikkate alınarak İslâm dünyasının da Filistin’e tekrar kavuşmasının 120 yıl süreceği öngürülüyor. Kimilerine göre bu süreç 1897’de Basel Konferansı ile birlikte başlıyor.

Buradan iz sürdüğümüzde karşımıza 2017 yılı çıkmaktadır. Bu da yaklaşık olarak Davud Aleyhisselam tarafından 3 bian yıl önce kurulan gerçek (MÖ: 1016) İsrail devletinin simetrisine denk gelmektedir. Bu varsayıma göre, İsrail’in ömrü 68 veya 70 yıla tekabül etmektedir ki, Hazreti Davut ve Süleyman Aleyhisselam’ın fiilî iktidar dönemlerine eşittir. Davud ve Süleyman Aleyhisselam’ın kurduğu devletin ömrü yaklaşık 80 yıldır ve bazıları gerçekte bunun 70 yılla sınırlı olduğunu söylemektedirler ve bundan sonra devlet parçalanmış ve iki parçaya ayrılmıştır. Kısaca Davud Aleyhisselam’ın kurduğu gerçek İsrail devletinden sonra kurulan ve Natura Karta gibi Ortodoks Yahudilerce sahte sayılan Teodor Hertzl’in vadettiği yeni İsrail devleti, Davud Aleyhisselam’ın kurduğu devletten yaklaşık 3 bin sonra tarihe karışacaktır. Bu aşamada, sahte ve siyasî peygamber Teodor Hertzl’in sahte Davud ve Süleyman devleti yıkılacak ve yerine Davud ve Süleyman’ın gerçek mirasını taşıyan devlet kurulacaktır. Onun süresi de (Allahu â’lem) yine gerçek Davud ve Süleyman devletinin ömrü kadar olacaktır.

Bugün yaşanılanlara dair Kur’ân-ı Kerim’de birebir işaret vardır. Sözgelimi, ‘Ve ceealnakum eksere nefira’ âyet-i kerimesi İsrail ve ABD ilişkilerine işaret etmektedir. Nefir harp teknolojisi demektir. Bu ayet Carter’ın da işaret ettiği gibi İsrail’in nükleer tersanesine ve Araplara karşı nitelikli silah üstünlüğüne işaret etmektedir. Ve ABD, daima İsrail’in bu nitelikli üstünlüğünü muhafaza etmeyi taahhüt etmektedir. Keza İsra Sûresi 104’üncü âyette ikinci ifsadenin ve büyüklenmenin nasıl olacağının işareti verilmektedir. Babil sürgünü ve akabinde M.S. 70 tarihinde Romalılarca Yahudilerin diaspora olarak yüryüzüne dağıtılmasından sonra ikinci ifsade ve yükselme dönemlerinde Yahudilerin tekrar Arz-ı Mev’ud’a toplanacakları beyan edilmektedir. Bu ayetteki ‘lefif’ ifadesi bunun sırrı ve şifresidir. Son vade geldiğinde ise Müslümanların yeniden Mescid-i Aksa’ya girecekleri ifade ediliyor; hadisler de bunu teyid etmektedir. Müslümanlarla Yahudiler savaşmadıkça kıyametin kopmayacağı ve bu savaşta taş ve ağaçların dile geleceği ve arkalarında saklanan Yahudileri haber vereceklerini ifade ediyor.

9/5/2002 tarihli Afak Arabiyye gazetesi Ahmet Yasin’e dayanarak böyle bir gelişmeden haber vermektedir. Bu Ahmed Yasin’e göre zafer müjdelerindendir. Olay şöyle gelişir: Ramallah’da Filistinliler bir yerleşimciyi kovalamaktadırlar. Adam gider ağaçların arkasına gizlenir ve ağaç dile gelerek arkasındaki yerleşimciyi haber verir. Bu da hadis-i şerifin olaylarca tasdiki makamındadır. Bilindiği gibi Birinci İntifada tamamen taşların dile geldiği ve Rabin tarafından Filistinli gençlerin taşlarla elinin kırıldığı bir dönemdir. Ve ağaçların Yahudilere karşı çıkmasının bir nedeni de binlerce ve yüzbinlerce zeytin ve benzeri ağaçları kökünden sökmelerindendir. Halbuki bu bölge zeytinin vatanıdır. ‘Vettini vezzeytuni’ ifadeleriyle Allah onlara kasem etmektedir. Beni İsrail ise Allah’ın kasem ettiklerine hakkı hayat tanımamaktadır. İşin böyle sembolik boyutları da vardır. Allahu â’lem.

11.07.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Kanlı terör tuzağı



Ergenekon tartışmalarına kilitlenmiş olan Türkiye, önceki gün İstanbul’da meydana gelen terör saldırısıyla sarsıldı. Amerika’nın İstanbul Konsolosluğu önünde gerçekleşen kanlı saldırı en ağır biçimde kınanmayı hak ediyor ve zaten herkes kınadı.

Tabiî ki bu terör saldırısı ile ilgili ayrıntılar daha sonra ortaya çıkar. Ancak 4 teröristten 3’ünün saldırı esnasında öldürülmüş, 1’inin ise kaçmış olması hadisenin aydınlığa kavuşmasını geciktirebilir. Terör saldırıları konusunda ‘uzman’ olanlar çok çeşitli yorumlar yaparak hadiseyi anlamaya çalışıyor. “Kale” gibi korunduğu ifade edilen bir yere, pompalı tüfekle saldırmak ‘intihar eylemi’nden farksız mı?

Terör saldırısının maksadı ve hedefi konusunda elbette farklı yorumlar yapılacak, fakat medyanın tavrı da her zaman olduğu gibi yine dikkat çekici. Saldırının duyurulduğu ilk dakikalarda teröristlerin ‘komşu ülke pasaportu’na sahip olduğu TV haberlerinde yer aldı. Sonraki haberlerde ise saldırganların ‘Türk vatandaşı’ olduğu açıklandı.

Yine dünkü bazı gazetelerde yer alan haberlerde teröristlerin ‘el Kaide’ mensubu oldukları, Afganistan ve benzeri ülkelerde eğitim aldıkları şeklinde bilgiler yer aldı. Bu bilgilerin doğruluk derecesini şu an için bilemiyoruz. Yine gazetelerde yer alan bazı bilgilerin ‘yönlendirme’ maksatlı olabileceği şüphesi de doğuyor. Böyle bir şüphe, geçmiş yıllarda yaşanan benzer terör saldırıları sonrası yapılan yayınlardan da kaynaklanıyor. Meselâ, “Kirli sakallı, şalvarlıydılar” başlıklı bir haberde ‘adını vermek istemeyen’ bir görgü ‘tanığı’ şu ‘bilgi’leri vermiş: “Kirli sakallıydılar. Montlarını çıkardılar, içlerine silah soktular. (...) Korktuk uzaklaştık. (...) Polis kulübesine en yakın teröristin üzerinde şalvar, asker yeşili yelek, belinde kuşak vardı, çember sakallıydı.” (Hürriyet, 10 Temmuz 2008)

Görüldüğü gibi hem ‘kirli sakallıydılar’ bilgisi var, hem de ‘çember sakallıydı.’ Anlaşılan adını vermek istemeyen görgü şahidi de kararsız kalmış, ‘kirli’ mi ‘çember’ mi olduğu konusunda! Aynı gazetede, “Emir küçükten mi” başlıklı haberde de saldırı emrinin Ladin’in 16 yaşındaki küçük oğlundan gelmiş olma ihtimalinden şüphelenildiği ifade edilmiş.

Bu ifadeler ve bu iddiâlar ne derece doğrudur, bilemeyiz. Ancak saldırganların ‘çember sakallı’ ya da ‘kirli sakallı’ olmaları tek başına bir anlam ifade eder mi?

Şu konuda herkesin mütabık olması lâzım: Kimden ve kime karşı olursa olsun her türlü ‘terör’ lânetlenmelidir. Yoksa sadece teröristlerin kıyafetlerinden yola çıkarak bir noktaya ulaşmak, terörü sona erdirmek mümkün değil.

Kanlı terör saldırılarına her zaman ve her zeminde karşı çıkılmalı, terörün kökü ‘sözde’ değil ‘özde’ kurutulmaya çalışılmalıdır. Ancak bu şekilde huzura kavuşabiliriz. Şehit olanlara Allah’tan rahmet, yakınlarına sabır temenni ederiz.

11.07.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Türkiye’nin asıl gündemi…



İKTİDAR partisini “kapatma dâvâsı” kararı ve “Ergenekon iddianamesi”nin açıklanması arefesinde İstanbul’daki Amerikan Başkonsolosluğuna düzenlenen saldırı, Türkiye’yi daha da gerçek gündeminden uzaklaştırdı.

Üç polisin şehit edildiği ve saldırganların anında öldürüldüğü saldırının kale gibi korunan meşhur konsolosluk binasına yönelik olması, beraberinde birçok çapraz soru işâretini de getirdi. “Karanlık saldırı” zaten karanlığa bürünen Ankara’nın gündemini daha da kararttı. Meclis açık ama son siyasî satıhtaki gürültülü gündemler dışında başka bir şey konuşulmuyor, ele alınmıyor.

Türkiye elbette demokrasiye kasteden çetelerin, mafyanın, antidemokratik oluşumların üzerine gitmeli. Devlet gerekirse bağırsaklarını temizlemeli. Bu hayra alâmet. Elbette her türlü teröre karşı tedbir almalı. Ancak karmaşa ortasında Türkiye’nin asıl gündemi de gözden kaçırılmamalı. Hayhuy arasında gündemden kaçan ya da kaçırılan ülkenin önemli konulardan biri şüphesiz Avrupa Birliği müzâkere süreci. Ankara âdeta süreçten kopmuş; nerede kaldığını tartışmıyor bile…

Aslında üç yıldır tavsama devam ediyor. Zaman zaman aralansa da gittikçe daha da belirsizlik ortamına sürükleniyor. Ve ne yazık ki Türkiye yavaş yavaş AB’den uzaklaşıyor. “ABD-İngiltere-İsrail ekseni”nde devam eden politikalarla yalnızlaşıyor. Ankara’nın öncelikle buna eğilmesi gerekiyor. Görev, siyasî iktidara düşüyor; zira Parlamentodaki muhalefetin bu tarakta bezi yok…

EKONOMİ İÇİN DEMOKRASİ ŞART

Bu bakımdan mâlûm “dâvâlar”ın ve saldırıların sonucu ne olursa olsun, Türkiye’nin mutlaka yeni anayasasını yapması, AB’nin demokrasi normlarını, temel hak ve özgürlüklerdeki standardı, inanç ve ifâde özgürlüğünü, eğitimin ve siyasetin demokratikleşmesini, yargı reformunu uygulamaya geçirmesi şart. Aksi halde her “dâvâ” ve “sarsıntı”da krize girme riski ile karşı karşıya…

Ankara, o denli olayların etkisinde ki daha önce TÜSİAD ve TOBB’un ortaya attığı, Meclis’in yanı sıra, akademisyenlerin, yüksek yargının, sivil teşekküllerin, sendika ve işveren temsilcilerinin katılacağı “toplumsal uzlaşma”yı esas alan “yeni anayasa konvansiyonu” teklifini duymadı bile.

YÖK yasası hâlâ ortada. Ceza kanunu defalarca değiştirildi; ancak hâlâ 301. ve meşhur 312’nin yerine ikame edilen 216. maddeden düşünce ve ifâde hürriyeti, inancını açıklama özgürlüğü üzerindeki baskılar devam ediyor. Sırf inancı gereği depreme “İlâhî ikaz” diyen yazar ve düşünürlerin yargılanmaları sürüyor.

Keza ekonomideki belirsizlikler sürüyor. Son bir yılda toplam yüzde 44’e varan elektrik zammıyla alarm sinyali veren ekonominin durumu için, ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı, “200 kilometre hızla giden trenin duvara çarpması” nitelemesini yapmıştı. Avrupa Parlamentosu Üyesi Dr. Cengiz Aktar, bunu “Türkiye 180 mil hızla duvara çarpıyor” diye te’yid ediyor.

En son MÜSİAD Genel Başkanı Ömer Cihad Vardan’ın sürdürülebilir büyümeyi sağlayabilmek ve istihdamı arttırabilmek için Türkiye’de tam ve kesintisiz demokrasiye ihtiyaç olduğu tespitiyle “yargı reformu” ve “yeni anayasa” çağrısı da bunu gösteriyor.

Zira Vardan’ın da belirttiği gibi demokratik zâfiyetle, sıkça tartışma konusu olan yargı kararları, toplumda gerilime neden olmakta ve sonuçta demokrasiyle birlikte ekonomik istikrarı baltalayıp ekonominin önünü tıkamakta… Ne var ki hükûmet, kendi eliyle “yeni anayasa”yı askıya aldığı gibi, bizzat Başbakan’ın ifâdesiyle “demokratikleşme paketi”ni bir başka bahara, âdeta siyasî tartışmaların seyrine bıraktı…

ANKARA ÂCİLEN TEDBİR ALMALI…

Kısacası, MÜSİAD’ın “2008 Ekonomi Raporu”nda açıklanan ikazla, sağlıklı ekonomi için tam ve kesintisiz demokrasi şart. Türkiye’nin çözümü, her şeyden evvel temel hak ve hürriyetleri teminat altına alan, kuvvetler ayrılığı prensibini demokratik esaslara bağlayan, millet irâdesini hâkim kılan, demokratik yeni bir anayasadan geçiyor. Türkiye’nin asıl gündemi bu; geçici ve oyalayıcı olaylar değil…

Demokrasiyle bağdaşmayan bu tenâkuzlar devam ettikçe her fırsatta Anayasanın “yetkili organlar”a verdiği “yetki kullanımı”yla demokrasiye doğrudan ya da dolaylı müdahâleler devam eder. Kurumlar arası çatışmaların ardı arkası gelmez.

Neticede millet irâdesine sahip çıkmak, en başta milletin irâdesini emânet ettiği siyasete düşer. Lakin siyasî iktidar da, Meclis’teki muhalefet de sâdece siyasî geleceği ve seçimleri düşünüyor. Başbakan bütün bunları fırsat bilerek köklü demokratik düzenlemelere girişmek yerine, “beylik” lâflarla muhalefete yükleniyor. Milletin verdiği irâdenin hakkını vermek yerine, hâlâ millet nezdinde siyasî avantaj elde etme peşinde…

Demokratik irâde olmadıktan sonra, partinin kapatılıp kapatılması neyi ifâde eder. AKP kapatılmazsa da, hatta yüzde 60 da oy alsa, neye yarar, hangi sorunu çözer? Türkiye yeniden tıkanmanın ve tökezlenmenin eşiğine gelmez mi?

Hâdiseler, içten ve dıştan gelen uyarılar, Ankara’nın bunu fırsat bilerek demokratikleşmede ve ekonomide vakit geçirmeden ciddî bir tedbire başvurmasını gerektiriyor. Türkiye âcilen asıl gündemine dönmeli…

11.07.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Söz yargının…



1 TEMMUZ tarihinde tatile girmesi gereken TBMM tartışmalı oturumdan sonra çalışmalarına devam kararı almıştı. Meclis şu anda çalışmalarını sürdürüyor. Partiler grup toplantılarını yapıyor. Genel kurulda kanunlar görüşülüyor. Anayasa Mahkemesinin AKP’nin kapatma davasına ilişkin kararını açıklayıncaya kadar da Meclis çalışacak. Çıkacak karara göre de ya erken seçim gündeme gelecek, ya da 1 Eylül’e kadar tatile girecek.

Meclis’in bu haftaki çalışmalarında gündem Ergenekon soruşturması oldu. Grup toplantısı yapan üç parti de meseleyi kendi pencerelerinden gündeme getirdi.

Baykal’ın “Bir ülkede başbakan davaların savcısıysa ben de o davaların avukatıyım” sözünü yakalayan Erdoğan, “Biz mafyanın, çetenin ve çetelerin avukatı değiliz” diyerek cevap verdi. Baykal ile Erdoğan arasında “temiz eller” polemiği yaşandı. Ergenekon operasyonunun, Genelkurmay Başkanlığının “bilgisi, izni, onayı ve desteğiyle gerçekleştiği”ni savunan DTP’li Emine Ayna, “Siyasal iktidara burada yaptırılan bir mıntıka temizliğidir” diyerek Ergenekon soruşturmasına farklı bir yaklaşım getirdi.

Yazın da çalışacak Meclis’te grup toplantısı yapmama kararı aldan MHP ise aynı günde grup toplantısındaki konuşmalarının yerini tutacak bir genelgeyi basına açıkladı. “Fetret dönemi genelgesi” olarak adlandırılan bir genelgesinde Bahçeli, partililerinden gerilim ve çatışma ortamlarından uzak durmalarını istedi.

* * *

Grup toplantıları bu minval üzerindeki atışmalara sahne olurken, gelinen noktada 13 aydır açıklanmadığı için eleştirilen Ergenekon iddianamesinin bugün açıklanması bekleniyor. 2 bin 500 sayfadan oluştuğu söylenen iddianamede 60 sayfalık bir bölümün de Danıştay saldırı ile ilgili olduğu söyleniyor. Bundan sonra olacakları hep birlikte takip edeceğiz. Gerçekten ilginç bir dava olacak. Cumhuriyet gazetesinin bahçesine bomba atanla, gazetenin başyazarı ve Ankara Temsilcisi, mafya liderleri ile emekli kuvvet komutanları aynı davada sanık durumunda.

İddianame yazılmadan önce darbe planları, sanıkların ifadeleri çarşaf çarşaf gazetelerde yayınlanıyor. Kamuoyu hangisine inanacağına karar veremiyor. Bu konuda gerçekten bir bilgi kirliliği de yaşanıyor. Gazetelere uçurulan bilgilerin doğruluğu yarından sonra görülecek.

İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Aykut Cengiz Engin, Ergenekon iddianamesi ile ilgili yayınlar için “Tamamı yalan” dedi. İddianamenin Engin tarafından televizyonlardan canlı canlı açıklanacağı da duyuruldu. Kamuoyu büyük bir merakla bekliyor.

58’i tutuklu, 100’e yakın sanığın bulunduğu davanın sonucu birçok şeyi gün yüzüne çıkaracak mı? İddianamesi 13 ayda ancak hazırlanabilen bir soruşturmanın mahkeme safahatının yıllar alması mümkün. Bu soruşturma sonucunda pek şey aydınlanabilecek mi? 1978 yılından beri yapılandığı söylenen bu oluşumun kötü kazınabilecek mi? Artık darbe plânı yapacaklar kırk kere düşünmek zorunda kalacaklar mı? Sorular… Sorular…

* * *

Artık bu aşamadan sonra herkesin yargıyı serbest bırakıp, çıkacak sonuca saygı göstermesi gerekiyor. Yargı serbest bırakılsın ki, adaletli bir sonuç ortaya çıksın. Meselenin hukukun üstünlüğüne inanarak, demokrasi içinde çözülmesi için herkes gayret içinde olmalı.

Tabiî bu dava sürerken de, Türkiye’de daha çok özgürleşmeyi, sivilleşmeyi, hak ve hürriyetlerinin genişletilmesine getirecek yeni sivil bir anayasa hazırlığına başlaması gerekiyor. Türkiye ihtilal anayasasından kurtulabilseydi, bu tür konular konuşuluyor olmayacaktı.

* * *

NOT: Dedem Arif Özkan’ın vefatı münasebetiyle gazetemize ilân vererek, telefonla ve bizzat ziyaretimize gelerek taziyelerini sunan bütün okuyucularımıza “Allah razı olsun” diyorum. Mekânı cennet olsun inşaallah (Amin)

11.07.2008

E-Posta: [email protected]




Fahri UTKAN

Namazdaki hareketler ve mânâları



Bedenî, yani bedenle yapılan ibadetlerin en önemlisi olan namazın ve namazda yapılan her hareketin bir mânâsının olup olmadığı, varsa, neler olduğu insanın aklına gelebilen sorulardandır.

Bu ve benzeri bütün konularda olduğu gibi, bu konuda da referansımız Risâle-i Nur’lar olacaktır şüphesiz.

Üstad Said Nursî’nin “İşârâtü’l-İ’câz” adlı eserinde: “Namazı dos doğru kılarlar” (Bakara Sûresi, 2:3.) âyetinin açıklamasında, “Bu cümlenin evvelki cümleyle bağlılığı ve münasebeti gün gibi âşikârdır. Lâkin bedenî ibadet ve taatlerden namazın tahsisi, namazın bütün hasenâta fihrist ve örnek olduğuna işarettir. Evet, nasıl ki Fâtiha Kur’ân’a, insan kâinata fihristedir; namaz da hasenata fihristedir. Çünkü namaz; savm, hac, zekât ve sâir hakikatleri hâvî olduğu gibi, idrakli ve idraksiz mahlûkatın ihtiyarî ve fıtrî ibadetlerinin nümunelerine de şâmildir. Meselâ secdede, rükûda, kıyamda olan melâikenin ibadetlerini, hem taş, ağaç ve hayvanların o ibadetlere benzeyen durumlarını andıran bir ibadettir” denilerek, namazda yapılan hareketlerin mânâlarının bir kısmını belirtmektedir.

Daha sonra devamında; “Suâl: ‘Yusallûne’ kelimesine bedel, itnablı (uzatmalı) ‘Yukîmûne’s-salâte’nin zikrinde ne hikmet vardır?” sorusunu sorarak cevabını şöyle vermektedir:

“Namazda lâzım olan tâdil-i erkân, müdavemet, muhafaza gibi ‘ikame’nin mânâlarını müraat etmeye işarettir.”

Bu cevapta, tadil-i erkân, devamlılık ve namazın muhafazası hususları öne çıkarılmıştır. Yani, namazdaki hareketlerin değil, bazen de hareketsizliğin anlamları olduğu ve bunun aynı zamanda makbul olduğu belirtilmektedir.

Ayrıca yine Said Nursî, 9. Söz’de, namazın beş vakte tahsisi konusunda; “Evet, herbir namazın vakti, mühim bir inkılâb başı olduğu gibi, azîm bir tasarruf-u İlâhînin aynası ve o tasarruf içinde ihsânât-ı külliye-i İlâhiyenin birer mâkesi olduğundan, Kadîr-i Zülcelâl’e o vakitlerde daha ziyade tesbih ve tazim ve hadsiz nimetlerinin iki vakit ortasında toplanmış yekûnuna karşı şükür ve hamd demek olan namaza emredilmiştir” demektedir.

“Bunlardaki ince ve derin mânâyı bir parça fehmetmek (anlamak) için, Beş Nükteyi nefsimle beraber dinlemek lâzım..” diyerek nüktelere geçmektedir.

Birinci Nükte’de; namazın mânâsının “Cenâb-ı Hakk’ı tesbih ve tâzim ve şükür” olduğunu, yani “celâline karşı kavlen ve fiilen Sübhânallah deyip takdis etmek; hem, kemâline karşı lâfzen ve amelen Allahu ekber deyip tâzim etmek; hem, cemâline karşı kalben ve lisanen ve bedenen Elhamdülillâh deyip şükretmek” olduğunu söylemektedir. Buradan da, tesbih, tekbir ve hamd’in, namazın çekirdekleri hükmünde olduğu hükmen varılabileceği ve dolayısıyla, namazın hareketlerinde ve okumalarında, bu üç kelime her tarafında söylenmesi gerektiğini ve söylendiklerini ifade etmektedir.

İkinci Nükte’de ise, ibadetin mânâsını anlatırken, ilk olarak secde hareketinin niçin yapıldığına ve mânâsına da şöyle dikkat çekiyor: “Dergâh-ı İlâhîde abd, kendi kusurunu ve acz ve fakrını görüp, kemâl-i Rubûbiyetin ve kudret-i Samedâniyenin ve rahmet-i İlâhiyenin önünde hayret ve muhabbetle secde etmektir.”

İkinci olarak, rükû hareketinin niçin yapıldığını da şu cümle ile açıklamaktadır. “..Rububiyetin kemâl-i kudreti dahi ister ki, abd, kendi zaafını ve mahlûkatın aczini görmekle, kudret-i Samedâniyenin azamet-i âsârına karşı istihsan ve hayret içinde Allahu ekber deyip, huzû (tevazu) ile rükûa gidip, Ona iltica ve tevekkül etsin.”

Ve yine diyor ki: “Demek, namazın ef’âl ve akvâli, bu mânâları tazammun ediyor (kapsıyor) ve bunlar için taraf-ı İlâhîden vaz edilmişler.”

Aynı konunun devamında vakit namazlarının hikmetini anlatırken de; öğle saatlerindeki günlük işlerin çoğunluğunun bitmeye yaklaşması ve meşguliyetlerin stresinden geçici bir istirahat zamanı ve fâni dünyanın bitmeyen ve bitmeyecek şekilde olan ağır işlerinin verdiği gaflet ve sersemlikten ruhun teneffüse ihtiyaç vaktinde kulun, öğle namazı için hazırlandığında; “...Ruh-u beşer o tazyikten kurtulup, o gafletten sıyrılıp, o mânâsız ve bekasız şeylerden çıkıp, Kayyûm-u Bâkî olan Mün’im-i Hakikî’nin dergâhına gidip el bağlayarak, yekûn nimetlerine şükür ve hamd edip ve istiâne etmek ve celâl ve azametine karşı rükû ile aczini izhar etmek ve kemâl-i bîzevâline ve cemâl-i bîmisâline karşı secde edip hayret ve muhabbet ve mahviyetini ilân...” edip, namazı kılmakla “ne kadar güzel, ne kadar hoş, ne kadar lâzım ve münasip bir iş yaptığını..” anlatarak, bunları bu şekilde yapmayana insan da denemeyeceğini belirtiyor.

“..hem güz mevsim-i hazinânesini ve ihtiyarlık hâlet-i mahzunânesini ve âhirzaman mevsim-i elîmânesini andırır ve hatırlattırır; hem yevmî işlerin neticelenmesi zamanı, hem o günde mazhar olduğu sıhhat ve selâmet ve hayırlı hizmet gibi niâm-ı İlâhiyenin bir yekûn-u azîm teşkil ettiği zamanı, hem o koca güneşin ufûle meyletmesi işaretiyle insan bir misafir memur ve her şey geçici, bîkarar olduğunu ilân etmek zamânıdır” dediği Asr (ikindi) vaktinde ise, kalkıp, abdest alıp, ikindi namazını kılan bir kul da, “Kadîm-i Bâkî ve Kayyûm-u Sermedînin dergâh-ı Samedâniyesine arz-ı münâcât ederek; zevâlsiz ve nihayetsiz rahmetinin iltifatına ilticâ edip, hesabsız ni’metlerine karşı şükür ve hamd ederek; izzet-i Rubûbiyetine karşı zelilâne rükûa gidip, sermediyet-i Ulûhiyetine karşı mahviyetkârâne secde ederek; hakikî bir teselli, bir rahat-ı ruh bulup, huzur-u kibriyâsında kemerbeste-i ubûdiyet” hâli sergilemektedir.

“..hem kışın başlamasından, yaz ve güz âleminin nâzenin ve güzel mahlûkatının vedâ-i hazinânesi içinde gurûb etmesinin zamanını andırır. Hem, insanın, vefâtıyla bütün sevdiklerinden bir firâk-ı elîmâne içinde ayrılıp kabre girmek zamanını hatırlatır. Hem, dünyanın, zelzele-i sekerât içinde vefâtıyla, bütün sekenesi, başka âlemlere göçmesi ve bu dâr-ı imtihan lâmbasının söndürülmesi zamanını andırır, hatırlatır. Ve zevâlde gurûb eden mahbublara perestiş edenleri şiddetle ikaz eder bir zamandır” dediği Mağrib (akşam) vaktinde kılınan bir akşam namazında da, hareketlerin (el bağlama, kıyam, rukû, secde, teşehhüd v.s.) anlamlarını şu veciz ifadelerle bizlere anlatıyor:

“İşte, akşam namazı için, böyle bir vakitte, fıtraten bir cemâl-i bâkîye âyine-i müştak olan ruh-u beşer, şu azîm işleri yapan ve bu cesîm âlemleri çeviren, tebdil eden Kadîm-i Lemyezel ve Bâkî-i Lâyezâlin Arş-ı Azametine yüzünü çevirip, bu fânilerin üstünde Allahu ekber deyip, onlardan ellerini çekip, hizmet-i Mevlâ için el bağlayıp, Dâim-i Bâkînin huzurunda kıyam edip Elhamdülillâh demekle kusursuz kemâline, misilsiz cemâline, nihayetsiz rahmetine karşı hamd ü senâ edip; Subhanallah demekle muinsiz Rububiyetine, şeriksiz Ulûhiyetine, vezirsiz Saltanatına karşı arz-ı ubudiyet ve istiâne etmek; hem nihâyetsiz kibriyâsına, hadsiz kudretine ve aczsiz izzetine karşı rükûa gidip bütün kâinatla beraber zaaf ve aczini, fakr ve zilletini izhar etmekle ‘Sübhane Rabbiye’l-Azîm’ deyip, Rabb-i Azîmini tesbih edip; hem zevalsiz cemâl-i Zatına, tağayyürsüz sıfât-ı kudsiyesine, tebeddülsüz kemâl-i sermediyetine karşı secde edip, hayret ve mahviyet içinde terk-i mâsivâ ile muhabbet ve ubudiyetini ilân edip, hem bütün fânilere bedel bir Cemîl-i Bâkî, bir Rahîm-i Sermedî bulup ‘Sübhane Rabbiye’l-A’lâ’ demekle zevâlden münezzeh, kusurdan müberrâ Rabb-i Âlâsını takdis etmek; “sonra teşehhüd edip, oturup, bütün mahlûkatın tahiyyât-ı mübarekelerini ve salâvât-ı tayyibelerini kendi hesabına o Cemîl-i Lemyezel ve Celîl-i Lâyezâle hediye edip ve Resul-i Ekremine selâm etmekle biatını tecdid ve evamirine itaatini izhar edip ve imanını tecdid ile tenvir etmek için şu kasr-ı kâinatın intizam-ı hakîmânesini müşahede edip Sâni-i Zülcelâlin vahdaniyetine şehadet eder...”

Yatsı namazının mânâsını anlattığı daha sonraki satırlarda ise; yaratılmış diğer varlıklardan örnekler vererek namazın hareketlerinin anlamlarını belirtiyor:

“...hem şimdi yatmış nebâtât, hayvanat gibi gizlenmiş güneşler, huşyar yıldızlar, birer nefer misilli emrine musahhar ve bu misafirhane-i âlemde birer lâmbası ve hizmetkârı olan Zat-ı Zülcelâlin kibriyâsını düşünüp, Allahu ekber deyip rukûa varmak; hem bütün mahlûkatın secde-i kübrâsını düşünüp, yani şu gecede yatmış mahlûkat gibi her senede, her asırdaki envâ-ı mevcudât, hattâ arz, hattâ dünya birer muntazam ordu, belki birer muti nefer gibi vazife-i ubudiyet-i dünyeviyesinden emr-i kün feyekûn ile terhis edildiği zaman, yani âlem-i gayba gönderildiği vakit, nihayet intizam ile zevalde gurub seccadesinde Allahu ekber deyip secde ettikleri, hem emr-i kün feyekûn’dan gelen bir sayha-i ihyâ ve ikaz ile yine baharda kısmen aynen, kısmen mislen haşrolup, kıyam edip, kemerbeste-i hizmet-i Mevlâ oldukları gibi, şu insancık, onlara iktidaen, o Rahmân-ı Zülkemâlin, o Rahîm-i Zülcemâlin bârgâh-ı huzurunda hayret-âlûd bir muhabbet, beka-âlûd bir mahviyet, izzet-âlûd bir tezellül içinde Allahu ekber deyip sücuda gitmek, yani bir nev'î mi'raca çıkmak demek olan işâ namazını kılmak ne kadar hoş, ne kadar güzel, ne kadar şirin, ne kadar yüksek, ne kadar aziz ve leziz, ne kadar mâkul ve münasip bir vazife, bir hizmet, bir ubudiyet, bir ciddî hakikat olduğunu elbette anladın.”

Bütün bu mânâların şuurunda olarak namazlarımızı kılmayı Cenâb-ı Hak’tan bütün duygularımızla diliyoruz.

11.07.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Site yöneticisi | Editör
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır