11 Ağustos 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Sami CEBECİ

Barla günleri


A+ | A-

Yağmurlu bir gündü. Sağanak hâlinde yağan yağmurlar, Barla sokaklarını çamur deryasına döndürmüştü. Birkaç tane Barlalı köylü, bir saçağın altına sığınmış yağmurun dinmesini bekliyordu. Aşağı taraftan başında sarığı, sırtında cübbesiyle Bediüzzaman Said Nursî’nin geldiğini gördüler. Bir elinde, çamurda yürürken çıkan lâstik ayakkabısını tutuyordu. Bir ayağında lâstik, diğer ayağında yün çorabıyla evine doğru yürüyen bu asil adama yaklaşmaya kimse cesaret edemiyordu. Çünkü sürgündü ve göz hapsi altındaydı.

Barlalı köylüler ihtiyarlığa ayak basmış bu orta yaşlı hocaya acıyarak baktılar. Yağan yağmur bütün hızıyla devam ediyordu. Nihayet içlerinden biri dayanamadı ve koşarak hocaya doğru yaklaştı. “Hocam! Müsaade buyurun size yardım edeyim” dedi. Bu zât, daha sonra Said Nursî’ye sekiz buçuk sene hiç gücendirmeden hizmet edecek olan sıddık lâkaplı Süleyman Kervancı’dan başkası değildi. Bediüzzaman “Olur kardaşım, gel” dedi. Sıddık Süleyman, Bediüzzaman’ın koluna girdi ve birlikte yürüyerek Çınar Ağacının gölgelediği ilk Nur medresesine girdiler. Barlalı köylüler onların arkasından bakakaldı.

Ehl-i dünya, Bediüzzaman Hazretlerini zulmen sürgün etmişti. Hiçbir suçu yoktu. Şeyh Said İsyanı bahanesiyle Doğunun ileri gelenlerini sürdükleri gibi, onu da nefyetmişlerdi. Fakat bu sürgünde çok hikmetler saklıydı. Bediüzzaman mânen vazifeliydi. Bin seneden beri Kur’ân’ın bayrağını Asya, Avrupa ve Afrika kıt'alarında şan ve şerefle dalgalandıran necip bir milletin evlât ve torunlarını Kur’ân’dan soğutmak ve din ile olan bağlarını koparmak için uğraşan ve devletin gücünü Batılı bir toplum oluşturmak yolunda kullanan bir zihniyetin yaptığı tahribâtı tamir etmek vazifesi onun omuzlarındaydı. O da bunun farkındaydı. Telif ettiği Nur Risâleleri için ara sıra diyordu: “Bir zaman gelecek, ben bu risâleleri bütün dünyaya okutturacağım.”

Barla’da ilk telif ettiği eser Haşir Risâlesi olmuştu. Âhirete inanmayı suç sayacak bir kanun çıkarmayı plânlayan hâkim zihniyetin hevesi, bu risâleyle kursaklarında kaldı ve niyetlerinden vazgeçtiler. Ondan sonra telif edilen diğer risâleler, dehşetli dinsizlik ve dalâlet cereyanlarına karşı, Çin Seddi gibi bir sedd-i Kur’ânî oluşturdu. Zamanla altı bin sayfayı aşan Nur Risâleleri, dinsizliğin bel kemiğinin kırılmasına ve ehl-i imanın imanını muhafazasına hizmet etti. Dinsizlik cereyanı geriledi, iman ve İslâm cereyanı gittikçe ilerledi. Nur Risâleleri elliden fazla dünya diline tercüme edildi. Onun adına binlerce İnternet siteleri kuruldu. Radyo ve televizyonlardan okunur hâle geldi. Bediüzzaman Hazretlerinin “Bu risâleleri bütün dünyaya okutturacağım” ideâli gerçek oldu.

2004 yılından beri yedi senedir düzenli Barla’ya gidiyoruz. Türkiye’nin değişik illerinden gelen ailelerle bir haftalık okuma programları yapıyoruz. Ne zaman Barla yollarına düşsem, içimi sanki öz vatanıma gidiyormuşum gibi ulvî hisler kaplar. Heyecanım doruk noktasına çıkar. Çünkü orada, asrın mânevî sahibi ve son müceddid olan Bediüzzaman Hazretlerinin ayak izleri vardır. “Bu menzilleri Yıldız Sarayına değişmem” dediği menzilleri vardır. Barla’da, insanı sanki her köşeden Bediüzzaman çıkıverecekmiş gibi bir his kaplar.

1 Ağustos 2010 Pazar günü, yine aynı duyguların eşliğinde Barla’ya yaklaşırken, mavi ve yeşilin farklı tonlarıyla renklenen Eğirdir Gölü, bir kartpostal gibi arz-ı endam ediyordu. Göl kenarından kıvrım kıvrım uzanıp giden yolları geçerek Yeni Asya Sosyal Tesislerine ulaştık. Gülümseyen çehresiyle tesis müdürümüz Niyazi Bey ve diğer görevliler bizi karşıladı. Bavullarımızı taşıyıp yerleştikten sonra, ikindi namazını müteakip okuma programımız başladı. Bir hafta boyunca, öğle namazı öncesi bir buçuk saat ilk defa Bediüzzaman tarafından izahı yapılmış ve mânevî keşif hükmündeki imanî konulardan dersler yaptık. İkindi namazından sonra, Zübeyr Gündüzalp çizgisi ve onun Nurculuk anlayışını müzâkere ettik. Yeni Asya grubunun misyonunu izah ettik. Akşamla yatsı arasında yine imanî derslerimiz vardı. Diğer namazların arkasından Hizmet Rehberi takip ediliyordu. Günlük toplam dört buçuk saat müzakereli derslerimiz oluyordu. Üstadın evi, Cennet Bahçesi, Karakavak, Barla Kabristanı, Çam Dağı ve Isparta’daki Üstadın kaldığı müze olan ev ziyaret ettiğimiz yerlerdi. Bir hafta bitip, Pazar sabahı dönüş başladığında, seneye tekrar buluşmak dileğiyle dostlarımızla vedalaştığımız zaman, gönlümüz hâlâ Barla’da kalmıştı.

11.08.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Ümit ve müjde ayı, hoş geldin!


A+ | A-

Zaman korkunç bir fırtına gibi! Her şeyi sürükleyip sonsuzluklar ülkesine götürmekte. Dünyamız, mahşer meydanı etrafında titiz bir dâire çizerken, üzerinde yaşayanlara her fırsatta Mahkeme-i Kübrâ’yı, hesabı, büyük sorguyu ihtar edercesine deprenmekte, her fırsatta asık ve ekşi yüzünü göstermekte, her fırsatta sert mîzâcıyla celâl ve izzet Sahibi Rabb-i Zülcelâl’i hatırlatmakta.

Yuvarlanıp giden dünyamız içinde biz de varız. Biz de dünyamızla birlikte sür’atle, sağa sola sapmadan, ebediyete doğru yol almaktayız. Dehşetli bir yolculuk, dem ve damarlarımıza işlemiş; gidiyoruz. Aldanmakta fayda yok.

Yolumuzu bazen rahmet ve mağfiret günleri de kesmese, nice olurdu hâlimiz Yâ Rab? Günahlarımızla, isyanlarımızla, cürümlerimizle, hatâlarımızla, kusurlarımızla, noksanlıklarımızla, hâlimiz ne olurdu? Zât-ı Zülcelâl’ine sonsuz şükürler olsun ki, rahmetin var! Cemâl Sahibi Zât’ına sınırsız hamd ü senâlar olsun ki mağfiretin var! Kemâl Sahibi Zât’ına hesapsız minnettârız ki, bize günahlarımızla, kusurlarımızla, zaaflarımızla değil; affınla, bağışlamanla, muhabbetinle, lütfunla, merhametinle muâmele buyuruyorsun.

Rabb’im; bu kıymet biçilmez rahmet günlerine bizleri ulaştırdın; kadir ve kıymetini bilmeyi de nasip ve müyesser kıl. Bizleri “kıymet bilmeme” vahâmetinden koru! Bizleri “kadir bilmeme” körlüğünden muhafaza buyur! Bizleri nankörlük belâsından halâs eyle! Rabb’im, bizleri şükredenlerden eyle. Âmin.

Bu sabah uyandık ki, rahmetin gölgesi üzerimize düşmüş. Rahmet, yolumuzun üzerinde. Hani yolda sokakta yürürken, elimizi uzatsak ona ulaşacağız, gözümüzü ve gönlümüzü açsak ona ereceğiz, yüreğimizi yoklasak onu yüreğimizde bulacağız. Çünkü o bize canımız kadar yakın, ruhumuz kadar bizim içimizde, kalbimiz kadar bizim derinliğimizde. Biz onunla olabilirsek eğer! Çünkü o Allah’ın kâinâtı ihâta eden, âlemleri kuşatan, dünyayı ve âhireti kabzası içine alan Rahmân ve Rahîm isimlerinin eseri. Çünkü o Kur’ân ayı, Rahmet ayı, Ramazan ayı, Oruç ayı. Bizi ona, varlığımızı ibâdetine, rûhumuzu rahmetine, duygularımızı muhabbetine eriştiren Rabb-i Rahîm’e kâinâtın zerrâtı adedince hamd ü senâlar olsun.

***

Bu ayda Kur’ân arzımıza indi, aramıza indi, gönlümüze indi. Onun inişini farz oruçla kutlamak ve tebrik etmek ne büyük kadirşinaslık! Bu bir ayın içini gelin, Kur’ân’la dolduralım. Onu defalarca okuyalım; üzerinde düşünelim; âyetlerini tefekkür edelim; mesajlarını alalım; Sâni-i Zülcelâl ile bire bir muhatap olalım; O’na yönelelim, O’na müteveccih olalım; O’nun marziyâtının, râzı olduğu şeylerin ve bizden istediklerinin ne olduğunu öğrenelim; O’nunla dolalım; O’nunla taşalım bu ay.

***

Bu ay Rahmet ayı. Rahmet bekleyen, rahmete muhtaç ve rahmete muntazır bizler, küçüklerimize, büyüklerimize, yaşlılarımıza, hastalarımıza, kimsesizlerimize, yetimlerimize birer “merhamet meleği” kesilmeyi ihmâl etmeyelim. Ağlayan çocuktan, düşen yaşlıya kadar; inleyen hastadan, hüzünsüz günü geçmeyen garip ve kimsesizlere kadar her yürek sahibi, ilgi ve merhamet alanımıza muhakkak girsin. Onlara yüzümüz bir başka gülsün, gönlümüz bir başka eğilsin, kucağımız bir başka açılsın, ellerimiz bir başka uzansın, yüreğimiz bir başka çarpsın bu ay.

Yaklaşalım ki, Allah’ın yakınlığını kazanalım. Merhamet edelim ki, Allah’ın rahmetine nâil olalım. Sevelim ki Allah’ın rızâsına erelim. Verelim ki, Allah’ın sonsuz ikrâmlarına erişelim. Kucaklayalım ki, Allah’ın şefkatine ulaşalım. Allah’ın izni ile, inâyeti ile, bereketi ile.

***

Rahmet ayının bütün İslâm âlemi ve bütün insanlık için hayra, muhabbete, sevgiye, dostluğa, barışa, kardeşliğe vesîle olmasını Rabb-i Rahîm’den niyaz ederim. Bu ay hürmetine niyaz edelim ki, Müslümanların, mâsumların ve mazlûmların üzerinde dönüp duran kara bulutlar dağılsın, savaşlar kalksın, hîleler, hurdalar, tuzaklar nihâyete ersin, adâvetler son bulsun, husûmetler bitsin, dargınlıklar ve kırgınlıklar gönül bahçemizden kovulsun.

Mübârek Ramazanınızı tebrik ederim. Farz orucunuzu tes’îd ederim. Her şey gönlünüzce olsun. Kalbinize, rûhunuza, evinize, barkınıza, yuvanıza, işinize, dünyanıza, âhiretinize nûr ve bereket dolsun.

11.08.2010

E-Posta: [email protected]



Nejat EREN

Gerçek tevekkül anlayışı


A+ | A-

İslâmiyet’i doğru anlamak üzerine - 2 Bediüzzaman’ın, İşârâtü’l-İ’câz tefsirinde “Abdimiz üzerine inzâl ettiğimiz Kur’ân’da bir şüpheniz varsa, Kur’ân’ın mislinden bir sûre yapınız. Hem de, Allah’tan başka, işlerinizde kendilerine müracaat ettiğiniz şuhedâ (şahitler) ve muînlerinizi de çağırınız, yardım etsinler. Eğer sözünüzde sâdık iseniz hepiniz beraber çalışınız, Kur’ân’ın mislinden bir sûre getiriniz. Eğer bir misil getiremediğiniz takdirde—zaten getiremezsiniz ya—öyle bir ateşten sakınınız ki, odunu, insanlar ile taşlardır” (Bakara Sûresi: 23/24) âyetini aktardıktan sonra yaptığı şu yüksek ve muhteşem yoruma dikkatle bir bakalım:

“Şeriat-ı İslâmiye, aklî bürhanlar (deliller) üzerine müessestir. Bu şeriat, ulûm-u esasiyenin (esas fen ilimlerinin) hayatî noktalarını tamamıyla tazammun etmiş (en önemli konularını tamamen içine almış) olan ulum ve fünûndan mülâhhasdır (onlardaki ilim ve fennin özetidir.) Evet, tehzibü’r-ruh (ruh temizliği), riyazetü’l-kalb (kalp terbiyesi), terbiyetü’l-vicdan (vicdan terbiyesi), tedbirü’l-cesed (vücudun ihtiyaç, idare ve düzenini sağlama), tedvirü’l-menzil (ev idaresi), siyasetü’l-medeniye (medenî siyaset), nizâmâtü’l-âlem (dünya işlerinin düzenlenmesi), hukuk, muamelât (günlük ticaret, alış veriş), âdâb-ı içtimâiye (toplum ahlâkı) vesâire vesaire gibi ulum ve fünunun (ilim ve fenlerin) ihtivâ ettikleri (içine aldıkları) esâsâtın fihristesi (esasların özü), şeriat-ı İslâmiyedir (İslâm dinidir).

“Ve aynı zamanda, lüzum görülen meselelerde, ihtiyaca göre izahâtta bulunmuştur. Lüzumlu olmayan yerlerde veya zihinlerin istidadı olmayan meselelerde veyahut zamanın kabiliyeti olmayan noktalarda, bir fezleke ile icmâl etmiştir (kısaca özetleyerek geçmiştir). Yani, esasları vaz etmiş, fakat o esaslardan alınacak hükümleri veya esâsâta bina edilecek füruâtı (ayrıntıları, detayları) akıllara havale etmiştir. Böyle bir şeriatın ihtivâ ettiği (kapsadığı) fenlerin üçte biri bile, şu zaman-ı terakkîde (gelişme çağında), en medenî yerlerde, en zekî bir insanda bulunamaz. Binaenaleyh, vicdanı insaf ile müzeyyen (süslenmiş) olan zât, bu şeriatın hakikatinin bütün zamanlarda, bilhassa eski zamanda, tâkat-i beşeriyeden hariç (insan gücünü aşan) bir hakikat olduğunu tasdik eder.” (İşârâtü’l-İ’câz, s. 274)

Bu iki geniş ve çok anlamlı tefsir ve yoruma ek olarak Münâzarât ve Hutbe-i Şamiye eserlerinden de konumuzla alâkalı bazı bölümleri aktarıp istifade etmeye çalışalım.

İlk önce “Münâzarât” kitabından alıntılara bir göz atalım:

Muhataplarımızı değerlendirmede “hasenâtı seyyiâtına, sevâbı hatâsına tereccüh edenler (üstün olanlar) mağfiret ve affa müstehaktırlar” hakikatini günlük sohbet, konuşma ve değerlendirmelerimizde ne kadar tatbik edip uygulayabiliyoruz?

“Yeisin (ümitsizliğin) aczden geldiği ve her mükemmelliğin önündeki en büyük engel olduğunun” idrakinde miyiz? Bu büyük hastalığı devam ettiren hallerden ne kadar uzak kalıp sakınmaya çalışıyoruz?

İmtihan sırrının gereği olarak “Hamiyetin, şiddetli mânilere karşı şiddetle metânet etmek olduğu” tesbiti yapılıyor. İçten ve dıştan gelen-–bize göre de olsa—maniler karşısındaki metanet direncimiz ne ölçüde sağlamdır?

“İnsanların hatalarını ve kabahatlerini göstermenin, sadece onları tembellikten kurtarmak”, “mârifet ve fazîleti anlatmak, gelişme tohumlarını atmanın ise, kısa bir zamanda mânilerden kurtulmak” mânâsında olduğunun idrakinde ve bilincinde miyiz?

Yanlış bir tevekkül anlayışının ifadesi olarak; âlemdeki sünnetullah kanununa muhalefet olan ve tembelliği netice veren “hiçbir şey yapmadan, gayret ve çalışmaya tevessül etmeden netice alma teşebbüsü”nün “Allah’ın arzularına karşı inat etmek” mânâsına geldiğini kavrayıp, buna göre tevekkül anlayışımızı “İsrâiliyattan” ve bid’alardan kurtaracak gayretin içinde miyiz?

“İhtilâftan bazen istifade olunacağının” hakikatine karşı,—kendimize göre—“muhalif fikir ve şahıslara” karşı tutumumuz; onları bastırmak, susturmak, dışlamak, ötekileştirmek mi; yoksa onlardan istifade etmeye çalışmak mı? İkincisinin daha sağlıklı olduğunu fark edebiliyor muyuz?

Havas-avâm, âmir-memur veya kardeş-ağabey arasındaki ilişkiler maharet ve meziyetler, yerine göre “alçakgönüllülük, vakar, ciddiyet, şefkat, merhamet” ile çözüme mi kavuşturulmalı; yoksa tahribat ve kırgınlıklar mı meydana getirmeli?

Toplum hayatı için çok lüzumlu olan “meşveretin” varlığı ve devam ettirilmesi için herkesin uyması lâzım gelen iki görevden:

“Birincisi: Meşveret yapmayı devam ettirmek. Bu hükmü ve inancı ümmet olarak sürdürmek. Meşvereti dinin emrettiği üzere sağlıklı, meşrû, usulüne uygun, mahir ve işin ehli olan kişilerle yapmak. Meşveret yapılacak konularda ittifak sağlamak ve bu sahaya asla ve asla ‘dünyevîlik ve hissîlik’ karıştırmamak” tavsiye ve hakikatlerini göz önünde bulundurarak, yaygın tatbikatımızın doğruluk ve güvenilirliğini zaman zaman da olsa samimî olarak sorgulayabiliyor muyuz?

“İkincisi: Kuvvetli bir sünnet olan ‘Meşveretten’ çıkan kararlara uygun hareket etmek.”

“Ümmetin bir konuda fikir birliği etmesinin ‘çok kuvvetli bir delil’ olduğu; çoğunluğun görüş ve reyinin ‘dinde bir esas’ olduğu, milletin bir fikir konusunda birliğinin ‘dinde geçerli ve hürmet görmesi lâzım geldiği’” tesbiti karşısında, şahs-ı mânevîyi mi, yoksa şahsî mütalâa ve değerlendirmeleri mi öncelikli ele alıyoruz?

Hangi konularda meşveret edilebileceğini hükme bağlayan; “Ammâ ahkâm ve hukuk ise, zâten tebeddül etmez; tatbikat ve tercihâttır ki, meşverete ihtiyaç gösterir..” şeklindeki izaha uyma samimiyetimiz ne durumdadır?

Bediüzzaman “Asya kıt’asının ve istikbalinin keşşafı ve miftahı (anahtarı) şûrâdır. Yani, nasıl fertler birbiriyle meşveret eder; taifeler, kıt’alar dahi o şûrâyı yapmaları lâzımdır ki, üç yüz, belki dört yüz milyon İslâmın ayaklarına konulmuş çeşit çeşit istibdatların kayıtlarını, zincirlerini açacak, dağıtacak, meşveret-i şer’iye ile şehamet ve şefkat-i imaniyeden tevellüd eden hürriyet-i şer’iyedir ki, o hürriyet-i şer’iye, âdâb-ı şer’iye ile süslenip garp medeniyet-i sefihanesindeki seyyiâtı atmaktır” diyerek meşveretin önemini bir defa daha vurguluyor.

Çoğunluğun görüşüne uyan millet veya “şahs-ı manevinin” menfatini öne almaya yönelik olarak:

“Üç yüz âra-i mütekabile ve efkâr-ı mütehalife, hak ve maslahattan başka birşey ile musâlâha etmez veya sükût etmezler. Hak ve maslahat ise, şeriatta esastır.”

Yani: “Üç yüz farklı görüş, çok çeşitli muhalif fikirlerden çıkan ortak görüş ‘hak ve faydadan’ başka bir şey üzerinde barışmaz ve suskun kalamaz. Hak ve fayda ise dinde esastır.”

Dinî hükümlere, yine din çerçevesi ve fetvası içerisinde çözüm üretmekle ilgili bir meşhur kaide olarak:

“Fakat ‘Zarara kendi rızası ile girene merhamet edilmez’ kâide-i şer’iyesince bâzan haram bildiğimiz şey, ilcâ-i zarûretle vâcip olur. Taaffün etmiş parmak kesilir; tâ el kesilmesin. Selâmet-i millet, cevher-i hayata tevakkuf etse, vermekten tevakkuf edilmez; nasıl ki, edilmedi. Dünyada en acîb, en garibi, rûhunu iftiharla selâmet-i millete fedâ edenlerden, bâzan garazında menfaat-i cüz’iye-i gurûriyesinde buhl eder, vermiyor.”

Yani: Dinin tesbit ettiği şartlar çerçevesinde haram bilinen bazı şeyler, zaman ve zeminin şartlarına göre vacip olur. Elin kesilmemesi için çürümüş parmağın kesilmesi gibi” hakikatinin inceliğini fikir olarak kalbimizde yerleştirebildiğimiz düşüncesinde miyiz?

(Devam edecek)

11.08.2010

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

İhlâs Risâlesi’nden siyasî ölçüler!


A+ | A-

Mübalâğa gibi görünebilir, ama Bediüzzaman, İhlâs Risâlesi’nde siyasî ölçü, ders ve prensipler de verir. Şöyle ki:

“Bu dünyada, hususan uhrevî hizmetlerde en mühim bir esas, en büyük bir kuvvet, en makbul bir şefaatçi, en metin bir nokta-i istinad (dayanak noktası), en kısa bir tarik-i hakikat (hakikat yolu), en makbul bir duâ-i mânevî, en kerâmetli bir vesile-i makasıd (maksatlara ulaşma vesilesi), en yüksek bir haslet, en sâfi bir ubudiyet (kulluk), ihlâstır.”1

Dikkat edilirse, burada ihlâsın dokuz boyutu dikkate sunulurken, dokuz psikolojik yapıda, farklı karakterde/mizaçta, kişilikteki fıtratlara da hitap edilir. Bunlar, “esas, kuvvet, şefaatçi, istinad noktası, hakikat, duâ, kerâmet/harika hâl, haslet, ubudiyet/kulluk” anahtar kelimelerinde saklıdır.

Burada “siyasî iktidar ve maddî güç elde etme” boyutlarını ele alacağız. İhlâsın tarifinde en başta “Bu dünyada” derken, siyasete bakan boyut da nazara verilir. Şimdi İhlâs gücünün, dünya işlerine bakan yönünü, dolayısıyla siyasete nasıl yaklaşmamız gerektiğinin psiko-sosyal boyutlarını incelemeye çalışalım:

* En mühim bir esas: “Esas”a önem veren karakterler, mükemmeliyetçi, titiz, prensiplere bağlı, tenkitçi, detaylara dikkatlidirler. Bu motiflere vurgu yapanlar için ihlâsın en büyük faydası ve kuvveti, “esaslar, kurallar” çerçevesinde Allah rızasını kazanmayı ön plana çıkarmaktır. Yani ihlâs, kural için kuralcılığı engeller. Mükemmeliyetçiliği değil, mükemmelliği esas alır. Kuralcılığı değil, Allah rızasını esas maksat yapmak gerektiği dersini verir.

* Kuvvet: Bazı insanlar da yaradılışları gereği aksiyon merkezli olduklarından hareket ve faaliyet en büyük gıdalarıdır. Onlara göre “güç-iktidar ve kontrol” olmaksızın inandıkları değerleri ve güzellikleri hayata taşımak imkânsızdır. Hayat bir mücadeledir ve bu, “güç, kontrol ve iktidarı” elinde tutanlarla “tutmak isteyenler” arasında geçmektedir.

İşte bu anlayış, siyasetle hizmeti esas alır. Ne var ki; “iktidar, güç ve kontrol” bir araç olmaktan çıkıp gaye/amaç olur. Bu anlayış da git gide istibdada, haksızlığa, zulme dayanabilir.

“Güç, iktidar ve kontrol”e öncelik tanıyıp buna karşı iştah duyanlara karşı ihlâs en büyük bir ilâç ve denge unsurudur. Çünkü “en büyük kuvvet, en büyük bir haslet, vasıf ve fazilet” ihlâstır. Yani, hakikî güç, iktidar ve kontrol ihlâs olunca, artık iktidar mücadelesi ve siyasete harcanacak olan enerji ve imkânlar ona yönelecektir.

Başta şâheser örnek Asr-ı Saadet olmak üzere İslâm tarihi boyunca birinci planda “güç, iktidar ve kontrol”ün değil, yalnızca ihlâsın önemli olduğu fiilen de görülür. Cehalet ve karanlık çağlarından mutluluk devrine geçişte yalnızca Yüce Yaratıcı’nın emirlerini ihlâsla yerine getirmek ve iman esaslarına yapışmak vardır. Peygamberimiz (asm) yalnız başınadır. Herhangi bir hanedâna mensup değildir. Yetimdir. Askeri, hazinesi, iktidarı yoktur. Hatta teklif edilen “reisliği/iktidarı, malı mülkü” reddetmiştir.

Mücedditler halkası, müçtehitler kervanı da aynı metodu izlemişlerdir. Asla “güç, iktidar ve kontrol” endeksli hizmet yürütmemişlerdir. Bilâkis reddetmiş, ellerinin tersiyle itmişlerdir. İmam-ı A’zâm’ın kadılığı; Bediüzzaman’ın genel vaizliği, milletvekilliği, milyarlarca lira maaş ve köşkü reddetmesi gibi... Hatta Bediüzzaman, iktidarın bir aracı olan siyaseti, “İslâmiyet’in yüzde biri siyasete bakar!”, “Siyasetten ve şeytandan Allah’a sığınırım!” diyerek en geri plana itmiştir.

“Hem madem dünyevî dostlar ve rütbeler kabir kapısına kadardır, elbette en bahtiyar odur ki, dünya için ahireti unutmasın, ahiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın, malayanî şeylerle ömrünü telef etmesin, kendini misafir telâkki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin, selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin…” 2

Bu nefis yorumda yer alan “dünya için ahiret” yerine “siyaset için Kur’ân’ı” veya “siyaset için ahireti fedâ etmesin” kelimelerini koyabiliriz.

Not: Okuyucularımızın Ramazan-ı Şerif’ini tebrik eder, İslâm ve insanlık âlemi için hayırlara vesile olmasını Cenâb-ı Hak’tan niyaz ederim.

Dipnotlar:

1- Lem’alar, s. 163.

2- Şuâlar, s. 406.

11.08.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



H.İbrahim CAN

Netanyahu: Kuzu suyumu bulandırdı!


A+ | A-

İsrail Başbakanı Netanyahu’nun Gazze Konvoyuna saldırı konusunda uluslar arası soruşturma komisyonundan kaçmak için kurduğu Turkel Komisyonu önündeki ifadesi, ilginç incilerle doluydu.

Türk hükümetiyle temas kurduklarını, ama Türkiye’nin konvoyu durdurmakla ilgilenmediğini, eylemcilere baskı yapıp vazgeçirmediğini, askerlerin büyük bir cesaretle kendi hayatları için ateş ettiğini, Gazze’de asla açlık ve insanî kriz olmadığını, tezgâhların yiyecek ve ilâç dolu olduğunu, ama nedense dünya kamuoyunun yanıltıldığını anlattı Komisyona Netanyahu.

Gördüğünüz gibi ne kadar masum İsrailliler. Gazze Konvoyu’ndaki beş yüz savaşçı (!) İsrail’i işgal etmeye gidiyormuş neredeyse.

Bu kadar yalana kimseyi inandıramayacağını anlayınca da önce topu Ehud Barak’a attı. Savunma Bakanı olarak saldırının komutası ve emir verme yetkisinin ona ait olduğunu savundu. Zira kendisi “çok önemli” bir toplantı için Amerika’ya gidiyormuş. Zaten Gazze’ye donanma kuşatması uygulanması fikri de ondan çıkmış.

Daha da acı bir itiraf; saldırıdan önce yedi bakan olarak yaptıkları toplantıda tek konunun saldırı sonrası dünya kamuoyunda bozulacak imajlarını nasıl düzeltileceği olduğunu açıklamasıydı aslında. Yani masum insanların ölecek olması umurlarında bile değildi.

Mavi Marmara’daki kurşun deliklerini macunla kapatıp boyayla gizlemek mümkün. Ama dünya kamuoyunun kalplerine ve aklı başında Yahudilerin vicdanlarına açılan çentikleri nasıl kapatacaksınız?

Görünen o ki; İsrail kendi kurduğu komisyon eliyle bazı gerçekleri itiraf etmek zorunda kalacak. Netanyahu’nun kendisini suçlamasına, büyük ihtimalle bugün komisyon karşısına çıkacak olan Barak, koalisyon ortağının bu suçlamaları karşısında elbette sessiz kalmayacak.

Böylece göstermelik komisyondan, gizlenmiş suçların itirafları çıkacak. Peki, bu sonuç İsrail’in Filistin’e uyguladığı ablukanın kaldırılması, Gazze’ye yapılan saldırıların tamamen durdurulması, insanî yardımın önünün açılması gibi önemli adımları sağlayacak mı?

Maalesef buna ihtimal vermiyoruz. Amerika’nın İran kozunu oynamaya karar vermesi sebebiyle, İsrail’in ABD nezdindeki itibarı hayli fazla. Yahudi propaganda makinası ise zaten hızla çalışıyor ve İHH’yı terörist örgüt olarak gösterme, saldırıda İsrail’in zarar gördüğü yalanına dünyayı inandırma çabalarını sürdürüyor.

Zaten asıl Filistin sorununun çözümünü İsrail’de aramak gibi bir yanılsamaya düşülmemelidir. Bu mesele İsrail’in insafına bırakılamaz. Filistin birliğini sağlayıp, İslâm ülkeleri de kendi gizli kalmış korkularını bir yana itip, Filistin’i samimî bir şekilde desteklerse, İsrail bu inadını sürdüremez. Bu mübarek Ramazan gününde hepimizin duası Filistin, Irak, Afganistan ve Pakistan başta olmak üzere, dünyanın çeşitli bölgelerinde zulüm altında inleyen Müslümanların çilelerinin bir an önce bitmesi.

11.08.2010

E-Posta: [email protected]



Banu YAŞAR

Gençlerle nasıl iletişim kurulur?


A+ | A-

Ergenlik çağında olmak zordur, fakat ergenin annesi babası olmak, en az onun kadar zorlayıcı bir deneyimdir. Bu dönemin yaşanmasında ve yoğunluğunda bireysel farklılıklar olabilmektedir. Bazı gençler, bu süreci daha sakin ve durgun geçirirken, bazıları daha fırtınalı yaşamaktadır. Fiziksel büyümeyle beraber, hormonal değişimler de gencin kişilik yapısında bazı dengesizliklere yol açmaktadır.Kişilik oturacak bir yer ararken, birbirine zıt duygular da birlikte yaşanır. Bazen çok özgür olmak ister, bazen de çok yakın ve derin bağlılıklar arar. Hem güven duyacağı, sırlarını açacağı ortamlar ararken, hem de kırılma korkusundan dolayı etrafına karşı güvensizlik yaşar. Yani sürekliliği olmayan ve oturtulmaya çalışılan kişilik yapısı dolayısıyla, kararlı bir ilişki kurmakta zorlanır.

Bu süreçte kendini tam anlamıyla çocuk gibi hissedemediği gibi, yetişkin gibi de hissedemez. Bedensel gelişim yani boy, kilo artışına rağmen, duyguların bir çoğu hâlâ çocuksu kalır. Adeta yetişkin görünümlü bir çocuk gibi olur. Bu yüzden de bazen çok olgun, bazen de çocuksu davranır. Anne babalar, onun büyüyen dış görünüşüne aldanıp, beklentilerini ve eleştirilerini arttırırlar. Oysaki genç, eleştirilmekten, kişiliğinin rencide edilmesinden, aşağılanmasından, başkalarıyla kıyaslanmasından hiç hoşlanmaz. Daha çok hırçınlaşır. Bu noktada, onunla çocukken kurduğumuz iletişimin dilini değiştirmemiz gerekir. Yani, onunla bir çocukla konuşur gibi değil, fikirlerini dinleyip, istişare ederek muhatap olmaya çalışmamız daha sağlıklı olur. Onunla kardeşleri dışında baş başa vakit geçirmek, sohbet etmek, özel anları paylaşmak ona değerli olduğunu hissettirecektir. Babasıyla arasında mesafeler varsa, yani iletişim kurmakta zorlanıyorsa, bu onun özgüven problemleri yaşamasına bile yol açabilir. Bu sebeple gencin, babayla geçireceği sağlıklı vakitlere de ihtiyacı vardır.

Onunla konuşurken, eleştiri yapmak, arkadaşlarıyla, kardeşleriyle kıyaslamak ve nasihat etmek yerine, duygularını paylaşmasına yönelik konuşulursa, anne babaya daha çok yaklaşacaktır. Yaşadığı bir olayı paylaşacağı, size anlatacağı zaman, şefkat hisleriyle hemen nasihat etmeye çalışmamak gerekir. Önce dinleyip, sıkıntılı noktalar için soru sorarak ve duygularımızdan bahsederek anlatmaya çalışmalıyız.

‘Sence bunun sonucunda neler olabilir, sen ne hissedersin, neler yaşanabilir’ ‘seni çok seviyorum, incinmenden korkuyorum, bu durumun sonucunda üzülürsün diye endişe ediyorum’ diye kendisinin doğruyu bulmasına yönelik samimî sorular sorabilirsiniz. Hazır cevaplar vermek yerine, çözümü onunla birlikte bulacağınız sohbetler oluşturabilirsiniz... Bu şekilde, öfkeli tepkileri de sakinleşmiş olur.

Aynı zamanda, boyu, kilosu arttı diye onu çocuk gibi sevmekten vazgeçmeyin. Saçlarını okşayın, hatta bazen gıdıklayın, öpün, koklayın. Bu davranışınız ona, ne kadar büyüse de anne babası tarafından hâlâ çok sevildiğini hissettirecektir. İnsanın kendinden ve hayattan hoşnut olması için her zaman için sevgiye ve sevildiğini görmeye ihtiyacı vardır.

Ona kızmak ve öfkelenmek yerine duygularınızdan bahsedin… Onu ne kadar çok sevdiğinizi, bir zarar gelmesinden ne kadar çok korktuğunuzu, bu sebeple de bazen istemeden de olsa onu kırdığınız için üzgün olduğunuzdan söz edin. Stresli olduğunuz zamanlarda, olayları abartabildiğinizi ve fazla tepki gösterdiğinizi ifade edin. Sizin bu yaklaşımınız ona da örnek olacaktır. Çünkü, duyguları ifade etmek, kızıp, bağırmaktan her zaman için daha etkilidir.

Çocuklarımız büyürken, biz de onlarla beraber tekrar büyüyoruz. Aynı zamanda büyümeden kalan taraflarımızla da yüzleşiyoruz. Bu öğrenme sürecinde, kalbinizin sesi size yol arkadaşı olsun...

11.08.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

‘Evet-hayır’dan öte


A+ | A-

Referandumda oylanacak anayasa paketi için, ne getirip ne götürdüğüne bakarak “evet” veya “hayır” kararı verecek insanların sayısını ve oranını kestirebilmek hayli zor.

Ve esasen, paketteki değişikliklerin pratikte ne sonuçlar vereceğini öngörebilmek de kolay değil.

Hukukun çapraşık diline âşina olan uzmanlar bile aynı metin için farklı yorumlar yapabiliyorlar.

Gerçi bu farklılık, temelde yorumcuların değişik dünya görüşlerine sahip olmasından ileri geliyor.

Ama bu bile, Türkçe olarak yazılmış bir metinden, birbirine taban tabana zıt sonuçlar çıkarılabiliyor olmasını açıklamak için yeterli olamıyor.

Burada daha başka “basit” problemler de var.

Meselâ halkın, anayasa ve değişiklikleri hakkında derin bir bilgiye sahip olması beklenemez. Bu sebeple, devletin işleyiş tekniğini ilgilendiren bir dizi çapraşık düzenlemenin halka götürülmesi, usûl ve yöntem olarak doğru bir hareket tarzı değil.

Bunlar, daha önce yapılan anayasa değişikliklerinde olduğu gibi Mecliste sonuçlandırılmalıydı.

Ama son pakette Meclis bunu başaramadı.

Şimdi konu halka gidiyor. Ve halk meselenin kendisine takdim ediliş biçimine göre, hangi izah tarzına kafası ve gönlü yatarsa ona göre kararını verecek. Tercihler de büyük ölçüde paketin muhtevasından ziyade, lehinde veya aleyhinde tavır alan partilerin duruşuna bağlı olarak şekillenecek.

Paketin sahibi iktidar partisi, madde madde tanıtımını yapıp, getireceği “kazanım”ları tek tek izah ederek, halkı “evet” oyu vermeye çağırıyor.

Meydanlarda bu kampanyayı başlattı bile.

Ama geçici 15. maddenin kaldırılması örneğinde olduğu gibi, abartılı söylemlerin fiilî durumla örtüşmemesi, inandırıcılık sorununa yol açıyor.

Ve madde kalktığında 12 Eylülcülerden hesap sorulacağı şeklinde bir izaha, partinin 40 maddelik “Neden evet?” kitapçığında bile yer verilmiyor.

Adalet Bakanı ise, “Biz bu maddeyi kaldırarak, 12 Eylülcülere dâvâ açma engelini kaldırıyoruz, ama yargılanmalarını garanti edemeyiz, bunun kararını yargı verir” şeklinde açıklamalar yapıyor.

Öte yandan, seçmen kitlesi içinde ciddî bir çoğunluğu oluşturan “12 Eylül’ü hiç yaşamamış gençler” açısından “12 Eylül’le hesaplaşma” söyleminin ne ölçüde anlam ifade edeceği belli değil.

Aynı şey, karmaşık detaylarına “sıradan insanlar”ın hiçbir şekilde vâkıf olamayacağı AYM ve HSYK düzenlemeleriyle “yargı vesayetinin azaltılacağı, yargıdaki kast sisteminin değişeceği” yönündeki açıklamalar için de büyük ölçüde geçerli.

Alacak-verecek, miras gibi günlük konular dışında mahkemeye yolu düşmemiş, yargı vesayeti kavramına yabancı, derd-i maişetten demokrasi ve hürriyetleri düşünmeye fırsat bulamamış, bunun için bilgi ve kültür altyapısı da yetersiz, günlük yaşayan kesimler için bunlar ne ifade eder?

Temennî edelim ki, anayasa paketi etrafındaki tartışmalar, bu kesimlere, günlük hayattaki sıkıntıların da “hukuk, demokrasi, demokratik anayasa eksikliği” ile olan doğrudan ilişkisini fark ettirsin.

Gerçek şu ki, başörtüsü yasağından katsayı sorununa, devlet hizmetlerindeki bürokrasi ve hantallıktan adalet duygusunu sarsan karar ve uygulamalara, eğitim sorunundan fakirliğe, gelir uçurumundan işsizliğe... günlük hayatı etkileyen ne kadar olumsuzluk varsa, tamamı yürürlükteki darbe anayasasının koruduğu hukuk dışı, antidemokratik ve müstebit sistemden kaynaklanıyor.

Referandum gündemini, toplumda bunun daha iyi anlaşılmasına katkıda bulunacak şekilde değerlendirirsek, doğru olanı yapmış oluruz.

Onun için, meseleyi gittikçe kısırlaşan ve o ölçüde de provokatif bir zemine çekilmeye çalışılan “Evet mi, hayır mı?” ikileminden çıkarıp, böyle bir perspektife yerleştirerek tartışmak gerekiyor.

Çünkü sadece pakete odaklanan bir tartışma, tıpkı paket gibi daracık bir kapsama hapsedilir ve dediğimiz gibi neticesiz polemiklere takılıp kalır.

Bunun yerine, paket ve referandum gündemini, hukuk temelinde sivil ve demokratik bir anayasa bilincini kitlelere mal etme vesilesi kılmalıyız.

11.08.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Çözüm cesarettedir


A+ | A-

Hakkını ve hukukunu bilmeyenlerin rahat yüzü görmesi mümkün değil. Risâle-i Nur eserlerinde yer alan bu konudaki güzel bir tesbiti hatırlamak lâzım: “Bir millet cehaletiyle hukukunu bilmezse ehli hamiyeti dahi müstebit eder.” (Münâzarât, Yeni Asya Neşriyat, sf. 28)

Hakkını ve hukukunu bilmeyenlerin yaşadığı bir cemiyette, “ehl-i hamiyet” dahi “müstebit” olabiliyorsa, “hamiyet sahibi olmayan, insafsızlar”ın millete neler yapabileceğini varın siz düşünün...

Ülkemizde hemen herkesin şikâyet ettiği kurumların başında ‘adalet sistemi’ geliyor. Neredeyse her gün bu konuda ‘itiraz’lar gazete manşetlerini süslüyor. Alınan herhangi bir karar sonrası “Bu nasıl olur, Türkiye bir hukuk devletidir. Bu kadar da yanlış karar alınmaz ki!” diye haklıhaksız itirazlar duyuluyor. Kişilerin ‘hakkını’ bilmesi bakımından bu itirazlar gerekli, ancak asıl itiraz edilmesi gereken konularda kitlelerin susuyor olmasını da anlamak mümkün değil.

Değil Türkiye’nin, dünyanın bildiği bir gerçek var: Üniversitelerimizde uygulanan başörtüsü yasağı, yürürlükteki herhangi bir kanuna dayanmıyor. Yani tamamen kanunsuz bir yasakla karşı karşıyayız. Hemen ifade edelim ki, uygulanan başörtüsü yasağı ‘kanun’a dayanıyor olsa da yanlıştır, yine itirazı hak ediyor. Fakat uygulamanın tamamen kanunsuz olduğunu, Türkiye’yi idare edenler de ifade edip itiraf ediyorlar. Öyle ise kanunsuz bir yasak nasıl olup da milyonları mağdur etmeye devam edebiliyor?

Elbette, bu kanunsuz yasak sebebiyle mağdur olanlar olarak haklarımızı tam olarak bilmiyoruz, ara(ya)mıyoruz. Bir iki defa ‘aleyhte’ karar çıkınca hemen işin peşini bırakıp sessizliğe bürünüyoruz.

Geçenlerde ‘TRT Haber’e konuşan Prof. Dr. Ali Nesin, başörtüsü yasağının sona ermesi için dikkat çekici bir ‘çözüm’ sunmuş. Nesin, rektörlerin hiç kimseden emir alamayacağını belirterek, gerektiğinde hapse girmeyi göze alarak bu sorunu bitirebileceklerini söylemiş. (Nuriye Akman’ın sunduğu “Akılda Kalan” programı, 22 Temmuz 2010)

Hakikaten bu cesareti gösteren 35 rektör çıksa, kanunsuz başörtüsü yasağı sona erer. Aslında bazı cesur rektörler çıkıp bu yasağı uygulamıyor ve hiç de bir şey olmuyor. Meselâ, Mardin’deki Artuklu Üniversitesi kanunsuz başörtüsü yasağını uygulamıyor. Ama Artuklu Üniversitesi’nin attığı adımın devamı gelmediği için yasak sona ermemiş oluyor. Mardin’deki üniversitede yasak yok ve rektörü de makamında. Bu vesile ile gösterdiği medenî cesaretten dolayı rektörü ve çalışma arkadaşlarını tebrik ediyoruz.

Ali Nesin’in tesbitini hatırlayalım: “(Yasağın sona ermesi için) Kişilik lâzım. Doğru, yanlış nedir? Başkasından yanlış bir emir almayı kabul etmemek lâzım… Bunu yapabilen rektör varsa, gereğini yapabilir. (Soru: Peki rektörler ya hapse atılırlarsa?) Hapse atılmaktan korkarlarsa ne olacak ki…”

Hakkını ve hukukunu bilenlerin sayısı çoğaldıkça, yasakçıların ‘alan’ı daralacak ve kanunsuz yasak da sona erecek.

Çare ve çözüm ‘cesaret’tedir, farkına varalım...

11.08.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

Çarpıklık ve garâbet…


A+ | A-

Referandum sürecinde, başta halk oylamasının yapıldığı “anayasa değişikliği” ve tırmanan terörle mücadele olmak üzere Türkiye’nin gerçek gündemi tartışılmıyor…

“Referandumda, kaysı, fındık, künefe olup olmadığı” konuşuluyor. Başbakan Erdoğan ve iktidar partisi sözcüleri, referandumun seçim gibi siyasî malzeme yapılmasını eleştiriyorlar; lâkin meydanlarda aynı şeyi yapıyorlar. “Paket”in muhtevasını izâh etmek, maddeleri tek tek ele alıp anlatmak yerine, halk oylamasını bir “seçim provası”na dönüştürüyorlar…

Tek parti zihniyetine karşı gösterdiği demokratik direnç, Ezân-ı Muhammedî’nin aslına çevrilmesiyle mekteplerde din derslerinin okutulması, yüzlerce imam hatip okulunun, Yüksek İslâm Enstitüsünün, binlerce Kur’ân kursunun açılmasıyla devam eden mânevî değerlere hizmetlerinden dolayı demokrasiyi katleden darbelere ve ara dönemlere mâruz kalan merhum Menderes’e, Demokrat Parti’ye ve devamı partilere, Erdoğan kendini ve partisini yakıştırıyor!

Dahası Demokrat Parti’nin ülkenin maddî ve mânevî imar ve inşasından uğradığı haksızlıkları, hakkındaki “yolsuzluk iddiaları”yla karıştırıyor. Yolsuzluklardan dolayı “Yüce Divana sevki”yle kıyaslıyor, referandum sürecinde mağduriyet psikolojisini üretmeye çalışıyor. “Toki evleri”ni ve “hızlı tren”i nazara vererek “yolsuzluk yapmadıkları”nı söylüyor…

POLEMİKLERDE BOĞDURULUYOR…

Özetle, problemleri çözmek yerine, siyasî rant elde etme yaklaşımını sergiliyor.

Ne garip ki, daha önce, “Her gelene gidene baş sallayacak değiliz” benzerî cümlelerle verdiği “demokratik direnç” havasının aksine, “hükûmetin dediğini yaptığı” propagandasının tersine, kötü yönetilen “mutâbakatlı YAŞ”tan sonra bu kez YAŞ’ı “teğet geçiyor.”

Bu haliyle bir nebze olsun iyileştirmeler getiren “anayasal değişiklikler”, seviyesiz politik polemiklerde boğduruluyor, atışmaların karambolünde kayboluyor…

Ve bu haliyle, dünyanın hiçbir yerinde “referandum” konusu olmayan “anayasal düzenlemeler”, tıpkı “açılım”da olduğu gibi, fevrî ve uzlaşmaz tutumla daha da zora giriyor. Siyasî atışmalar ortasında, karşıtlığı inadına kışkırtan, asimetrik tahrikle politik tahterevallide oy devşirme taktiği güdülüyor. Sert tartışmaları “sütü bozukluk”la sürdürüyor…

Meselâ, AKP iktidarı, 12 Eylül darbecilerinin yargılanmasını önleyen “geçici 15. madde”yi kaldırıyor; lâkin bu maddenin işlemesi için “darbe suçlarında zamanaşımının kaldırılması” teklifini Meclis’te reddediyor.

Erdoğan, “demokratikleşme”den dem vuruyor, “demokratik açılım”dan bahsediyor, bunun için toplantılar yapıyor, ancak kamuoyundan gelen siyasetin demokratikleşmesine yanaşmıyor.

Hâkim nezâretinde önseçim ve tercih sistemiyle siyasî partilerin genel merkez sultasından kurtarılması, seçmenin genel başkanların atadığı “liste”yi değil, milletin kendi vekilini irâdesiyle seçmesinin önünü açacak siyasî partiler ve seçim kanununu AB standartlarına göre düzeltmekten kaçınıyor…

İŞİN ENDÂZESİ KAÇTI…

Bütün demokratik ülkelerde, seçim barajı yüzde beş ve hatta altında iken, Türkiye’de temsilde adâletin sağlanması adına en azından seçim barajının tâdilini kabul etmiyor.

Demokratik sivil anayasayı rafa kaldıran, AB müzâkere sürecinde hâlen en kapsamlı başlıkları açtıramayan vaziyetiyle, kendi dönemlerinde kendinden menkul “Türkiye’yi demokratikleştirdikleri” medhiyelere mukabil, AB kriterleri ve yıllardır “ilerleme raporu”nda iletilen yüzde beş baraja “Türkiye hazır değil” diye yan çiziyor…

Esâsen işin endâzesi, en başta iktidar partisinin “anayasa değişiklikleri”ni tek başına hazırlayıp Meclis’te mutâbakat aramayışıyla kaçtı.

Bugünkü çıkmaz, 1995’te dönemin Meclis Başkanı Hüsamettin Cindoruk’un “partilerarası uzlaşma komisyonu”nda on partiyi bir araya getiren, Ahmet Türk’le Muhsin Yazıcıoğlu’nu buluşturan ve anlaştıran ortak mutâbakat zeminine ulaşılmadan sırf siyasî ikbal hesâbına başvurulan çarpıklıktan türedi.

Çarpıklık, “Venedik kriterleri”ne göre “birbiriyle ilgisiz maddelerin Meclis’te ve referandumda ayrı ayrı oylanması” esasına rağmen, Başbakan’ın birbiriyle alâkasız maddeleri aynı torbaya sokup bir “hap” gibi halka sunulmasından kaynaklanıyor…

Ve bu çarpıklık, hak ve özgürlüklerin geliştirilmesi adına yapılan “kısmî değişikliklere” bile milletin farklı bakmasına sebep oluyor. Kamuoyunu kamplaştırıp kutuplaştırma garâbetiyle karşı karşıya bırakılmasına sebebiyet verdiriyor…

11.08.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri




Son Dakika Haberleri

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.