27 Kasım 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Yasemin YAŞAR

Asr-ı Saadetten günümüze aile dersleri


A+ | A-

Günümüzün yoğun iş temposu maalesef bugün aile içi iletişimin azalmasına, bu da aile bireylerinin duygu paylaşımını ev içinde değil de dışarıda tatminlerine zemin hazırlamıştır. Baba, işyerindeki arkadaşlarıyla, anne kadın guruplarıyla, çocuklar kendi akranlarıyla iletişim kurmayı tercih etmektedir. Oysa tâ asırlar öncesinde hem bir eş, hem baba, hem devlet başkanı, hem de bütün insanlığa rehber olan Resulullah (asm), hayatın nasıl tanzim edilmesi gerekliliğine dair dersler sunmuştur. Eşine karşı sevgiyi belirtmekte Peygamberimiz (asm) en güzel örnektir. Hazret-i Âişe Validemiz (r.anhâ), evlendiklerinde Peygamberimize (asm), ‘Beni seviyor musun?’ diye sorar. Peygamberimiz (asm) ‘evet’ deyince, Hazret-i Aişe (r.anhâ), ‘Ne gibi?’ der. Peygamberimiz (asm), ‘Kör düğüm gibi’ cevabını verir. Bu cevap Hazret-i Aişe Validemizi (r.anhâ) çok sevindirir ve zaman zaman Efendimizin yanında sevgisini test etmek için, ‘Kör düğüm ne âlemde?’ diye sorar. Peygamberimiz (asm), ‘İlk günkü gibi’ diye karşılık verir. Yani buradan da anlaşılıyor ki eşlerin birbirine sevgisini belirtmesi sünnettir.

Aile içinde iletişimin ve saadetin diğer bir şartı da aile bireylerinin birbirlerini ahlâksızlığa teşvik etmemesidir. Saliha bir hanım, salih kocasının iyi yönünü taklit etmeli, koca da hanımının iyi yönlerini takdir etmelidir. Birbirlerini sefahatte taklit edenler, birbirinin ateşe atılmasına yardımcı olur. Eşinden sadakatsizlik gören bir hanım duâ ile mukabele etmelidir. Aksi halde sadakatsizlikle mukabele kadını yıpratacak ve hukukunu kaybettirecektir.

Karı koca arasındaki sevgi sadece nefsanî bir sevgi değildir. Eğer öyle olursa, ihtiyarladığı zaman bu sevgi azalır. Bu mesele ile ilgili olarak, Ahmet bin Hanbel’in yaşadığı bir hadiseyi nakletmek gerekir. Ahmet bin Hanbel, evlenme niyetindedir. Ona yardımcı olmak isteyen yakınları, ‘Filan adamın iki kızı var. Hangisini isterseniz size alırız. Fakat birinin bir gözü sakattır’ derler. Bu teklif üzerine büyük müçtehit, ‘İslâmiyeti hangisi daha iyi biliyor?’ diye sorar. ‘Bir gözü sakat olanın hem ilmi var, İslâmiyet’i biliyor, hem bildiğini yaşayanlardandır.’ derler. Ahmet bin Hanbel, ‘Öyleyse, bilgiliyi bana nikâh edin, o insanı mesut eder. Hevai ve şımarık cahillerden insana hayır gelmez.’

Resulullah’ın (asm) hayatına baktığımızda onunla evlenen ezvac-ı tahirat hemen eski alışkanlıklarını terk ederek, onun gibi yaşamaya başlamışlardır. Hazret-i Peygamber Efendimizin (asm) hayatına bakıldığında, bırakın yaşarken eşlerine olan saygıyı, vefatlarından sonra eşlerinin akrabalarına, arkadaşlarına dahi saygı göstermektedir. Vefanın doruğunu yaşayan Hazreti Peygamber, Hazret-i Hatice’nin en yakın arkadaşı olan Havle binti Tüveyt, Hazret-i Hatice’nin vefatından sonra, Hazret-i Aişeyi ziyarete geldiğinde ayağa kalkıp, hal ve hatırını sormuştur.

Sağlıklı iletişim, iki tarafın da ortak adımları neticesinde oluşur. Resulullah (asm) güzel ahlâkın zirvesi iken, onunla evli bulunan hanımları da eşsiz ahlâka sahip, peygamber eşi olmaya müsait bir yapı sergilemektedirler. Meselâ; Hazret-i Hatice, Peygamber Efendimiz (asm) için bütün malını, mülkünü feda etmiş, bir kez olsun vefasızlık göstermeyip, sıkıntı, ıztırap, yokluk ve işkenceye rağmen hep Resulullah’ın (asm) yanında olmuştur. Hazret-i Zeyneb, yetimleri koruyup kollamayı, fakirlere yardım etmeyi ahlâk haline getirmiş bir eştir. Hazret-i Sevde takvayı mükemmel bir şekilde yaşayan bir eş olmuştur. Hatta Peygamber Efendimizi (asm) memnun etmek için elinden geleni yapan mü’minlerin annesi, Peygamberimizin (asm) vefatından sonra hiç evinden dışarı çıkmamış, sürekli ibadetle meşgul olmuş. Safiye, Yahudi bir aileye mensup bir hanımdır. Resulullah (asm) ile evlendikten sonra eski adet ve alışkanlıklarını bir anda terk etmiş, Resulullah’ın ahlâkıyla ahlâklanmıştır.

Sağlıklı bir aile iletişimi için bazı özgürlüklerin bulunması gerekir. Meselâ düşündüğünü ve hissettiğini olduğu gibi ifade edebilme özgürlüğüdür. Peygamber Efendimizin (asm) hanımlarında da bu özgürlüğün olduğu görülür. Bir gün Peygamberimiz (asm) Hazret-i Aişe’ye, Hazret-i Safiye ile evlendikten hemen sonra, ‘Nasıl buldun Safiye’yi?’ diye sorunca, Hazret-i Aişe, özgürce, ‘Bir Yahudi gibi buldum’ demiştir. Bunun üzerine Resulullah (asm), ‘Ya Aişe, böyle söyleme. O Müslüman oldu ve İslâmiyet onu güzelleştirdi’ buyurmuştur. Sağlıklı bir iletişim için bir başka özgürlük alanı ise, kendi arzularına göre bir şeyi isteme ve reddetme özgürlüğüdür.

Bir diğeri de, olmak istediği yönde gelişerek, kendi özünü gerçekleştirme özgürlüğüdür. Meselâ Peygamber Efendimizin (asm) eşlerinden Hazret-i Zeyneb, el işleri, deri işleri yaparak kazanç sağlayan ve bu kazancını da fakirlere yardımda kullanan bir hanımdır. Hazret-i Aişe, küçük yaşta Resûlullah ile evlendiği için onunla daha uzun vakit geçiren hanımı olduğundan en çok hadis rivayet etmiştir. Peygamber hanımlarının hemen hemen hepsi muhaddis, müfessir ve müçtehittirler. Ümmü Seleme bir fıkıh âlimesidir. Buradan çıkarılacak neticeye göre, aile fertleri meşrû bir zeminde, duygu, düşünce, istidat ve kabiliyetlerini geliştirebilecek ortamlara sahip olmaları onları mutlu edecektir. Bu özgürlüklerde yapılacak kısıtlamalar ailede iletişim bozukluklarına sebep olur.

Aile içi iletişimin şartlarından bir diğeri de sadakattir. Sadakat kavramı, itaat mânâsında, tahammül, sabır, sıdk ve sorumluluk mânâlarında düşünülmelidir. İnsan hayatı hep güllük gülistanlık olmaz. İlkbaharlar yaşandığı gibi, evliliğin kışları da vardır. Allah Resulü (asm), “Hiçbir kimseye sabırdan daha hayırlı ve geniş bir şey verilmemiştir” buyurmaktadır. Birçok kavganın, gürültünün temelinde müsamahasızlık ve aynı ile mukabelede bulunma hissi vardır. Aile hayatı içinde İslâmiyetin kadına yüklediği misyon, eşinin malına, evlâdına, her şeyine muhafaza memuru olmasıdır. Bu işleri lâyıkıyla yapabilme, sadakatli ve güvenilir olmasıyla mümkündür. Buna mukabil erkeğin vazifesi ise; ailenin geçimini sağlamak, dışarıdan ve içerinden gelecek her türlü tehlikeye karşı korumak ve aile eğitimini sağlamak gibi vazifeleri vardır. Kadın, sadakatiyle erkeğe karşı sorumlu olduğu gibi, erkek de görevi itibariyle kadına karşı sorumludur. Demek ki aileyi muhafaza eden, müşterek sorumluluk anlayışıdır. Bu sorumlulukları bir taraf yerine getirmezse, ailede problemler başlar ve hatta aile yıkılabilir.

Hazret-i Peygamber (asm), aile fertlerinin eğlenme ve dinlenme gibi ihtiyaçlarını karşılar, meşrû eğlencelerden onları mahrum etmezdi. Peygamberimize (asm) göre, kişinin ailesiyle geçirdiği vakit, boşa harcanmış bir zaman değildir.

Aile, sadece kadın ve erkekten oluşmaz. Bu birlikteliğin meyveleri olan çocuklar, iletişimin en önemli ve hatta en zor olan unsurlarıdır. Bunun için de yine Resulullah’ı örnek almak gerekecektir. O’nun hayatının her karesi, bugün pedagogların örnek alacağı ve talim edeceği inceliklerle doludur. Evlendikten sonra bile kızı Hazret-i Fatıma’yı sık sık ziyaret eder ve onun hal ve hatırını sorardı. Hazret-i Fatıma geldiği zaman, Resulullah, ayağa kalkarak onu karşılar, ‘Hoş geldin kızım!’ der, öper, elinden tutarak yanına oturturdu. O sevgi peygamberidir. Öyle ki çocuklar, büyükleri tarafından gerçekten sevilip sevilmediklerinden endişe duyarlar. İşte Resulullah (asm), torunlarının gözlerine bakarak, ‘Vallahi sizi çok seviyorum’ diyerek, sevgisinden şüphe duymamaları için, yeminle pekiştirirdi.

Birçok hikmete binaen evlendiği eşleri onun sade hayatına hiç tereddütsüz ayak uydururlardı. Bazen şikâyetçi olurlar, bazen birbirlerini kıskanırlardı. Fakat Resul-i Ekrem (asm) onlardan şikâyetçi olmamış ve onlara karşı sertlik göstermemiştir.

Efendimizin (asm) eşleri arasındaki sürtüşmeler kalıcı olmazdı. Peygamberimizin eğitiminden geçtikleri için, gönülleri temizlenmiş, kötü duyguları gelip geçici olmuştur. İftira hadisesinde Hazreti Zeyneb, Hazreti Aişe lehinde şahitlik etmiştir. Bundan başka Hazreti Aişe’nin Peygamberimizin (asm) ikazı üzerine, Hazreti Safiye ve Hazreti Hatice ile ilgili görüşlerini hemen değiştirip tövbe etmesi bunlara misaldir.

Himmet, hizmet ve infak konularında mü’minlerin annelerinden alınacak çok dersler vardır. Hizmet ve himmetin içerisinde denge insanı olan bu hanımlar, evlerini terk etmemiş, eşini ihmal etmemiş, çocuğu ile beraberliğini bozmamıştır. Asr-ı Saadet dönemi olmasına rağmen, sokaklarda sahabelerin gezmesine ve bütün gayeleri Allah’ın rızasını kazanmaya yönelik olan bir sosyal hayat içinde fitnelerin, günahların hemen hemen hiç olmadığı bir zamanda dahi aileyi, hayatlarının merkezine koymuşlardır.

Ahir zamanda ise, durum tamamen tersine dönmüştür. Etrafta sahabe ruhluların değil, insan postuna girmiş canavar ruhluların dolaştığı sokaklarda geziyoruz. Çocuklarımızı sefih medeniyetin dadıları büyütüyor. İnsanların akıl ve kalpleri, rıza-i İlâhiden ziyade, rıza-i nefsi tahsil yolunda koşuyor. Hal böyle olunca, tahassüngâh olan evlere, sıcacık yuvalara; aşklarını, sevgilerini, hüzünlerini, mübadele edebilen eşlere; sevgi, saygı, sadakat ve güvenin sardığı evlere ne çok ihtiyaç vardır.

Bu güvensiz sokaklarda, meydanlarda, hadisin belirttiği gibi, ‘uyuyanın uyanık olandan, oturanın ayakta durandan, evdekinin dışarıdakinden daha hayırlı olacağı’ günler yaşanmaktadır. İşte umuma dalga dalga yayılan bozulmaların olduğu bugünlerde, aileyi bin kat daha önemsemek gerekecektir. Ailelerimiz, tekrar tahassüngâh olmalı. Aile fertleri bu kaleye sığınarak muhafaza olmalı ve teneffüs etmelidir. Fakat tahassüngâhların da korunmaya ihtiyacı vardır. İşte aile kalelerinin sağlamlığı ve muhafazası için de sünnet-i seniye kalesine sığınmak gerekecektir. Hasılı, Hazret-i Peygamberin (asm) hayatına, onun sünnet-i seniyesine ne kadar çok ihtiyacımız vardır. Bugün ailede yaşanan bütün problemlerin çözümü, onun örnek hayatında mevcuttur. Zaten yaşadığımız problemler de onun o geniş caddesinden ayrılmamızın birer tokatları değil midir?

Kuzularımızı kurtların kapmaya, gençlerimizin kuyulara atılmaya, eşlerimizin sefahat çukurlarına çekilmeye çalışıldığı bu asırda, öylece oturup beklememek gerekir. Aile içinde, ‘Bu erkeğin görevidir, bu kadının görevidir’ diye kısır çekişmeleri, karşı tarafın adım atmasını beklemeden kim bu kötü gidişin farkına varıyorsa ve içi yanıyorsa, onun o adımları atması, tahassüngâh olan yuvaları sünnet-i seniyye kalesiyle korumaya alması şarttır.

27.11.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Aileyi korumak


A+ | A-

Diyalog Avrasya Platformu, Kültürlerarası Diyalog Platformu ve Kadın Platformunun, 30 yurt dışı partner kuruluşla birlikte düzenlediği ve 53 ülkeden 650 kadar akademisyenin katılımıyla gerçekleşen “Din, Gelenek ve Modernite Bağlamında Bir Değer Olarak Aile” başlıklı konferans için Antalya’dayız.

Konferansın amacı, gelenekten moderniteye geçiş sürecinde dünya kültürlerinde ailelerin kazandığı ve kaybettiği ortak değerleri ele alıp, sağlıklı toplumlar ve bu bağlamda siyasî, sosyal, ekonomik düzenlemeler için yol haritası çizmek.

Hedef iddialı, konu başlıkları da bu iddianın ağırlığı ile mütenasip şekilde özenle belirlenmiş.

Aileyi kadın kimliği, kitle iletişim araçları, medya, eğitim-öğretim, ahlâk, cinsel özgürlük, ideolojik akımlar, tüketim alışkanlıkları, dünyevîleşme, devlet politikaları ve hukukî problemler, AB politikaları, nüfus politikaları, göç ve etnisite, şiddet, sokak çocukları, yoksulluk, özürlülük/üstün zekâlılık, gibi her biri başlı başına önem taşıyan ilginç boyutlarıyla tahlil eden...

Çok eşlilik ve kadın hakları gibi konuları dindeki bağlamları çerçevesinde ele alıp irdeleyen...

Ve Türkçe, İngilizce veya Rusça olarak hazırlanan tebliğler, katılımcı akademisyenler tarafından simültane tercümelerle sunuluyor ve müzakere ediliyor. Bakalım, bu çalışmalardan ne gibi neticeler ve nasıl bir yol haritası çıkacak?

Bu, “Moderniteye geçişte aile açısından ‘kazanılan’ değerler mi, yoksa ‘kaybedilen’ler mi ağır basıyor?” sualine bulunacak cevaba da bağlı.

Bu cevapları, konferans bittiğinde göreceğiz.

Ama aile gibi, tarihi insanın yaratılışıyla yaşıt köklü bir “müessese”yi, böylesine geniş çaplı bir entelektüel organizasyona konu yapmak, başlı başına takdire şayan bir emek ve gayret örneği.

Bu çalışmanın sivil toplum örgütleri tarafından başarılması ise, değerini daha da arttırıyor.

Hele, anayasasında “toplumun temeli” olarak nitelediği ailenin korunmasını temel görevi sayan bir devletin, aileye yönelik tahripkâr gelişmelere ilgisiz ve duyarsız kalan tavrı karşısında.

Bundan yirmi sene kadar önce Başbakanlığa bağlı olarak Aile Araştırma Kurumu ihdas edilmiş ve bu kurumun tertiplediği—Bizim Aile dergisini temsilen bizim de katıldığımız—Aile Şûrâsı ile bir istişare platformu oluşturulmuştu.

O zaman da Devlet Bakanı olan Cemil Çiçek’in görev alanında faaliyet gösteren ve kurucu başkanlığını—sonradan bir ara gazetemizde müstear isimle haftalık yazılar yazan—Dr. Necmettin Türinay’ın üstlendiği kurum, o dönemde hayli aktif ve verimli çalışmalar ortaya koydu.

Ciddî akademik araştırmalar gerçekleştirdi; emek ürünü ve kaliteli kitap yayınları yaptı; ve TRT’de yayınlandıktan sonra toplumda hayli olumlu yankılar uyandıran aile dizileri hazırlattı.

Ancak sonradan, Aile Araştırma Kurumu da, diğer birçok bürokratik kuruluş gibi, bu dinamizmini kaybetti ve gelinen noktada, esamesi bile okunmaz hale geldi. Yeniden aktif hale getirilebilir mi? Gösterilecek ilgi ve gayrete bağlı.

Ama aile, tek başına devlete ve kurumlarına bırakılamayacak kadar önemli. Ve özellikle aile bireylerinden başlayarak bütün ailelerin önce kendi içlerinde, sonra toplum genelinde aileye sahip çıkma seferberliği başlatmaları gerekiyor.

Çünkü bilhassa kadınlar ve gençler üzerinden yürütülen sistematik ve tahripkâr kampanyalar, Bediüzzaman’a “İnsanın, hususan Müslümanın tahassüngâhı (sığınağı) ve bir nevî cenneti ve küçük bir dünyası aile hayatıdır. Bu da mı bozulmaya başlamış?” (Lem’alar, s. 464) diye sorduran derin endişeyi teyid eder şekilde, üstelik çok daha etkili araçlarla şimdi de devam ediyor.

Buna karşı, aileye vücut veren fıtrat kanunları, insanî değerler ve semavî dinlerle gelerek, en mükemmel şeklini İslâmda bulan ahlâk prensipleri çerçevesinde, topyekûn bir “aileyi koruma ve güçlendirme” seferberliğine ihtiyaç var.

Bilhassa sivil zeminde gönüllü bir seferberliğe.

27.11.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Çift başlı yargı


A+ | A-

Gözümüzü gerçeklere kapatma inadından vazgeçersek, çözüm bekleyen dertlerimizden birinin ‘yargı reformu’ olduğunu göreceğiz. Son günlerde bu ihtiyaç daha fazla dile getirilir oldu. Gerek siyasetçiler ve gerekse sivil toplum kuruluşlarının yöneticileri konuyu gündemde tutarak yeni fikirlerin dile getirilmesine vesile oluyorlar.

Yargının önemli problemlerinden biri de “çift başlı” olmasıdır. Nedir ‘çift başlı’ yargı? Hem sivil, hem de askerî mahkemelerin olması... Son yıllarda kısmî düzenlemeler yapılmış olsa bile bu ‘çift başlılık’ sona erdirilebilmiş değil. Öyle ki, darbe yapmak iddiasıyla suçlanan bazı askerlerin ‘askerî mahkemeler’de yargılanması isteniyor. Daha da vahimi, uzun süre siviller askeri eleştiren sözleri sebebiyle ‘askerî mahkemeler’de yargılandılar!

Peki, bu olur mu? En ciddî itirazlardan biri Yargıtay eski Başkanı Sami Selçuk’tan geliyor: “Askerî Yargıtay ve Askerî Yüksek İdare Mahkemesi kesinlikle kaldırılmalıdır. Askerî mahkemelerin vermiş oldukları kararların temyiz mercileri Yargıtay ve Danıştay olmalıdır.” (Star, 15 Eylül 2009)

3 komutanın açığa alınması sonrasında gündeme gelen “Vesayet rejimi sona erdi mi, ermedi mi?” tartışmasına değinen Prof. Dr. Eser Karakaş da şöyle demiş: “(...) hukuk devleti alakart bir tüketim değildir; çift başlı yargı, başka tuhaf düzenlemelerle birlikte, anayasada durduğu sürece vesayet rejiminin bittiğini söylemek de mümkün değildir.” (Star, 26 Kasım 2010)

Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç da, Anadolu Ajansı Genel Müdürlüğü ile İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansının ortak organizasyonuyla düzenlenen bir toplantı sonrası “çift başlı yargı”dan şikâyetle şöyle demiş: “Tümgeneral emredecek, daha düşük rütbedeki askerî hakim bunun dışında bir karar verebilecek. Mümkündür, ama Türkiye’deki yaşadığımız şartlar içerisinde o hakimlerin işlerinin çok zor olduğunu düşünüyorum. O yüzden belki bu olaylar ileride yapılacak bir Anayasa değişikliğinde yargı birliğine gidişte Türkiye’nin çok ciddî davranması gerektiğini ve bu konuda parlamentoya önemli görevler düştüğünü de bize gösteriyor.” (AA, 26 Kasım 2010)

Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç da sistemdeki aksaklığa dikkat çekerken şöyle konuşmuş: “Türkiye’de yargı sorunludur. Bu sorunlarımızı hepimiz biliyoruz ve zaman zaman da dile getiriyoruz. Türkiye’nin çok ciddî bir yargı reformuna ihtiyacı var. (...) Bu sebeple, öncelikle, (...) bir yargı reformunun acilen yapılması ve hayata geçirilmesi gereği açıktır.”

“Bu güne kadar bunlar niçin yapılmadı?” tartışmasını bir yana bırakıp, bari bugün muhtaç olduğumuz reformları yapalım.

Konunun uzmanlarının da ifadesiyle bir yargı reformuna acilen ihtiyaç var. O halde daha fazla vakit geçirmeden bu adımları atalım. Aksi halde ömrümüz hep şikâyetlerle ve ‘doğru tesbitleri yapmakla’ geçecek...

Hastalığı teşhis de önemlidir, ama tedavi edilmediği sürece bu ‘tesbit’ işe yaramaz. Çift başlı yargıya son vererek reform yolunda ciddî adımları atmaya başlayalım...

27.11.2010

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

Ellerini öperken…


A+ | A-

Geçen Çarşamba günü “Öğretmenler Günü” bazı faaliyetlerle, toplantılarla kutlandı. Okullarda öğretmenliğin önemi anlatıldı, öğrenciler öğretmenlerine hediyeler verdi. Resmî ağızlardan günün mânâ ve önemini anlatan açıklamalar yapıldı. Öğretmenler devletin en üst kademelerinde ağırlandı. Devlet büyükleri öğretmenlerinin ellerini kameralar önünde öperek, şükranlarını sundular.

Öğretmenleri temsil eden sendikalar, “gün” dolayısıyla açıklamalar yaptılar. Anketler yayınlayarak eğitimin ve öğretmenlerin sorunlarına dikkat çektiler. Sendikalar öğretmenlerin en önemli sorununun ücretlerinin azlığı olduğu konusunda uzlaşıyorlar. Bundan dolayı öğrencilerine daha iyi bir eğitim vermek için kitap ve dersi daha iyi anlatabilmek için materyaller alamıyorlar.

Burada bir konuya dikkat çekmek gerekir. Şu anda öğretmen açığı konusunda sendikalar arasında bile tam bir uzlaşı yok. Hele Millî Eğitim Bakanlığı ile sendikaların araştırmaları arasında yakınlık bile yok. Yüz binlerce öğretmen adayı atanmayı bekliyor. 8 yılda 837 bin öğretmen ataması yapıldığı açıklandı. Ancak en az bunun yarısı kadar da öğretmen açığı mevcut.

Başbakan Erdoğan son grup toplantısında yaptığı konuşmada, eğitime ve öğretmenlere verdikleri önemi ve 8 yılda yaptıklarını tek tek anlattı. Derslik sayısını arttırdıklarını, bununla sınıf mevcutlarını 30’a çektiklerini dile getirdi. Ancak şurası bir gerçek ki, Türkiye’nin başşehri Ankara’nın merkez ilçelerinde bile 60-65 kişilik sınıflar mevcut.

Bir taraftan görevde olan öğretmenler de maaşlarının azlığından şikâyet ediyorlar. Yapılan anketlerde de bu açıkça ortaya çıkıyor. Demokrat Eğitimciler Sendikasının araştırmasına göre öğretmenlerin yüzde 82.9’u maaşlarının, zorunlu ve zarurî ihtiyaçlarını dahi karşılamadığını belirtiyor. Öğretmenlerin yüzde 32.9’u ek iş yaparken yüzde 48.3’ü ise harcamalarını keserek maaşlarının yetmesini sağlıyor. Öğretmenlerin yüzde 86.9’u kamuda en düşük ücret alan grubun öğretmenler olduğunu söylerken, yüzde 47.7’si fırsat tanınması durumunda daha iyi ücret veren ve sosyal haklar tanıyan kamu kurumlarına geçmeyi istiyor. Buradan da şu sonuç çıkıyor. Kafasında geçim derdi olan bir öğretmen nasıl verimli ders anlatabilir. Ortalama bir öğretmenin maaşı bin 500 TL. Bu da tek kişilik açlık sınırı ile aynı seviyede.

Türkiye’de şu anda dört farklı statüde öğretmen istihdam edilmektedir ki, bunlar kadrolu, sözleşmeli, vekil ve ücretli öğretmenlerdir. Bakan Çubukçu göreve geldiğinde “sözleşmeli öğretmen uygulamasının kaldırılacağını söylemesine rağmen uygulama devam ediyor. Sözleşmeli, vekil ve ücretli öğretmenlerin iş güvencesi bulunmuyor. Türk-Eğitim-Sen’den yapılan açıklamada, 100 binin üzerindeki ücretli öğretmenler ayda 400-700 TL arasındaki bir ücretle karın tokluğuna çalışıyor.

Öğretmenler bu yıl da günlerini buruk kutladılar… Yapılan anketlerde de öğretmenlerin büyük bir kısmı önümüzdeki yılda durumlarının düzeleceği konusunda ümitsiz… Öğretmenlere ödenen ücret ve sağlanan diğer imkânlar yeterli değil. Verdikleri hizmetin karşılığını alamıyorlar. “Toplumsal statünün” istenilen düzeyde olmadığı aşikâr…

İşte bunlardan dolayı, “Onların ellerini öpüyoruz” derken sorunlarının da halledilmesi gerekiyor. Hiç değilse Öğretmenler Günü’nde bir maaş ikramiye verilemez mi? Maaşları polis, doktor, avukat maaşlarına endekslenemez mi?

«««

NOT: Yetkililerin dikkatini çekmek istediğimiz bir husus daha var.

Öğretmenler Günü kutlanırken elbette kamuda uygulanan ve hiçbir kanuna dayanmayan başörtüsü yasağından bahsetmemek olmaz. Kamusal alan gibi bir garabet icat edilerek, 28 Şubat döneminde binlerce öğretmen sırf inançları gereği başörtüsü taktıkları için okullarından atıldılar. Sonrasında bir sicil affı çıktı. Fakat bu aftan, atılan öğretmenlerin çok azı faydalanabildi. Çünkü af, 23 Nisan 1999 yılından sonra atılanları kapsıyordu ve atılanların bir çoğu da 1997-98 yılları arasında atılmıştı. Bu yüzden de atılanların büyük bir kısmı mesleklerine dönemediler. Yasak hâlâ devam ediyor. O dönemde atılan öğretmenler hâlâ mağdur. En temel insan haklarına, inanç özgürlüğüne aykırı olan bu yasak daha ne kadar sürecek? Daha ne kadar insanı mağdur edecek?

Bu vesile ile bütün eğitimcilerin Öğretmenler Günü’nü kutluyor, bütün sorunlarının çözüldüğü, yasaksız, demokratik bir ortamda eğitim verecekleri günler diliyoruz.

27.11.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri




Son Dakika Haberleri

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  YENİ ASYA NEŞRİYAT

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.