İslâm dünyasının örnek aldığı ve medet beklediği Türkiye’de çıkartılmayan kavga türü, uygulanmayan fitne çeşidi neredeyse kalmadı.
Türkiye, uzun yıllar Kemalist olanlarla olmayanların, laik olanlarla olmayanların, ilericilerle gericilerin, sağcılarla solcuların, faşistlerle komünistlerin kışkırtılıp çatıştırıldığı bir arena olarak kullanıldı.
Eşzamanlı olarak Türk-Kürt ayrımı, Alevî-Sünnî zıtlaşması defalarca sahnelenmeye çalışıldı. Halen de çalışılıyor.
Son zamanlarda ise, bu kez Sünnîlerin kendi aralarında amansız bir çatışmanın içine girdiklerine şahit olmaktayız.
Bu durum çok yenidir, bambaşkadır ve adeta milyonları şaşkına çeviren, hatta bir kısmını şoke eden dehşetli bir fitnekârlık senaryosunun son perdesidir.
Taraflardan biri sosyal, diğeri siyasî karakterlidir. Her ikisinin de dahilde ve hariçte müntesipleri, müdafileri, sempatizanları, fedâkâr-cefakâr fertleri, hatta grupları ve kadroları var.
Her iki cephenin insanları aynı Allah’a, aynı kitaba, aynı peygambere inanır, omuz omuza aynı kibleye dönerek ibadet ederler.
Camiden çıktıktan sonra ise, birbirlerine karşı keskin mi keskin bir vaziyet almaktan çekinmezler. Belki de böyle çekinmez bir hale getirildiler.
Daha evvel birlik-beraberlik tavrı ve görüntüsü içinde hareket eden bu ihvanlar, takriben on iki yıllık bir ittifakın ardından, aniden korkunç bir iftiraka-inşikaka düştüler.
Aralarındaki ihtilâfı gidermekten çok, bunu büsbütün körükleyenler sahne aldı. Sahnede gördükleri alkış ve teveccüh ise, savaşçıların gözüyle birlikte başını da döndürmeye başladı.
Öyle ki, iyiden iyiye alevlenen fitne ateşini söndürmek için kimse kendinde yeterli mecâli, takati bulamadı.
Kısa zamanda alevleri göklere çıkan bu fitne ateşinden ülkemizin her yöresi, insanlarımızın hemen her kesimi nasibini aldı: Hemen tamamı Sünnî olan kardeşler, akrabalar, komşular, iş ortakları, hatta evli çiftler birbirine düştü.
Karşılıklı sataşmalarla, lâf çakmalarla, şiddetli geçimsizliklerle küsüşmeler, ayrılmalar, boşanmalar yaşandı.
Baltalar çıkarılmış, kılıçlar bilenmiş, mevcut bütün bataryalar yakılmış halde, bu dahilî muharebe bütün şiddetiyle devam edip gidiyor.
Tarihimizde benzerine rastlamadığımız bu korkunç iftirak ve inşikakın daha ne kadar devam edip gideceğini, bu fitne ateşinin nasıl ve ne şekilde söndürüleceğini maalesef bugün kestirebilen yok.
Harim-i ismet dairesinde bir kaostur, bir kargaşadır, bir kör dövüşüdür sürüp gidiyor.
İşte, böylesine dehşet uyandıran bir fitnenin daha ileri boyutunu, daha üst bir versiyonunu şimdilik düşünemiyoruz; doğrusu, düşünmek dahi istemiyoruz.
Lider kadrosuna, elit kesimine, yani üst tabakadakilere gücümüz yetmediği gibi, sözümüz de pek tesir etmiyor. Esasen bizi dinlemiyorlar, dinleme ihtiyacını duymuyorlar.
Tabanda ise, şükürler olsun ki bizi dinleyen, söylediklerimize kulak veren mâsum kimseler var.
Onlara, imkânlarımız ölçüsünde fikren yardım etmeye ve insaflı olanlarla birlikte bu fitne ateşini söndürmeye gayret ediyoruz.
Bu gayretimizin boşa gitmediğini ve birçok yerde müsbet neticeler aldığımızı burada “tahdis-i şükür” kabilinden zikrederek, siz hamiyet sahiplerini de aynı istikametteki hizmetlerde gayret göstermeye dâvet ediyoruz.
Esasen, bizlerin vazifesi de budur: Sebeplere teşebbüs noktasında gayret bizden; neticeye taalluk eden tevfik ve muvaffakiyet ise Allah’tandır.
***
RUZNÂME 22 Ocak 1932
İbadetlere keyfî müdahale
Bin yıllık millî, mânevî, medenî, hukukî, sosyal ve kültürel değerleri örselenen bu Müslüman milletin, nihayet ibadet şekline de müdahale edilmeye başlandı.
Tek parti zihniyetinin, dayatma yoluyla Meclis'ten çıkartmış olduğu kànunlar henüz yürürlüğe dahi girmeden, önce Kur'ân, ardından da Ezanın başka türlü okunmasına çalışıldı.
Bunun ilk uygulaması, 22 Ocak 1932 günü Cağaloğlu'daki Yerebatan Camiinde yapıldı. Hafız Yaşar Okur, Kur'ân'ın Türkçe tercümesini Kur'ân tilâveti yerine okudu. Bu tarihten bir hafta sonra, bu kez Fatih Camii'nde Türkçe ezan okutturuldu. (Meclis Başkanlığına Org. Kâzım Özalp'in getirildiği gün: 29 Ocak.)
3 Şubat 1932 tarihine denk gelen Kadir Gecesinde ise, Ayasofya Camii'nde Türkçe Kur'ân, tekbir ve kamet okutturuldu.
Bu kademeli uygulamanın ardından, son olarak hutbe metinlerinin Türkçe okunmasına geçildi ve Diyanet Dairesinden de gereken fetvâ alınmak sûretiyle (22 Haziran 1932), insanlık tarihinde ikinci bir emsâli bulunmayan yeni bir süreci başlatıldı.
Ezan-ı Muhammedî'nin (asm) yeniden aslı gibi okunmasına tam 18 sene sonra (16 Haziran 1950) geçilebildi.
***
@salihoglulatif: Müslümanların, kendi aralarında "Nasıl daha iyi saldırı, kavga, husûmet edilir"e değil; "Nasıl daha iyi dost, ahbap, kardeş olunur"a ihtiyacı var.