Yıl 1996 ve İstanbul Üniversitesi’nde başörtüsü ile ilgili problemler başladı.
Bizler oturduğumuz yerden onların sıkıntılarını çok da içten hissedemeyerek İstanbul Üniversitesi’nin meselesi dedik ve sadece seyretmekle yetindik.
Bu tarihten kısa bir süre sonra duyarsız kaldığımız bu yasak bütün üniversitelere ve kamu personeline sıçradı. İşte biz bu saatten sonra meselenin ehemmiyetini anladık. Lâkin bizler bu sıkıntıları çekerken yine birileri ve hatta kendi mesai arkadaşlarımız, kendi camiamızdan olan bir kısım beyler ve hanımlar bizi anlamadı. Hatta bizim mücadelemizi maaş kaygısından ibaret gören bir anlayışla baktılar ve değerlendirdiler. Yıllar geçti bizim bu mücadelemizi anlayamayanların kız çocukları büyüdü ve onlara da problem sıçradı ve o zaman meselenin ehemmiyetini anlayabildiler. Lâkin bunu anlamaları 10-11 yılı aldı. Şimdi yaşanan sürece bakıldığında da yine aynı duyarsızlığın ve sığ bakışların hâkim olduğunu görmekteyiz. Risale-i Nur’un basımına müsaade vermeyen siyasî cenahın yanında duranlar, bu meseleyi gündem yapanların tepkilerini, “ticarî bir kaygıdan ibaret bir çaba” olarak nitelendirmektedirler. Oysa Risale-i Nur’da bu eserlere ilişmenin nasıl ağır bedeller ödettiğine dair pek çok yaşanmış hadiseden bahsedilir. Risale-i Nur afatın def’ine sadaka gibi vesile olmasından, ona karşı olan hücum ve onun ta’tili, âfâta karşı müdaafasını zayıflaştıracaktır. Eğer ilişilirse yakında bekleyen belâlar sel gibi yağacaktır. Ne acı ki bu memleket üzerinde bazen siyaseti dinsizliğe âlet edenler, bazen de siyasal İslâmcılar kullanılarak ciddî oyunlar oynanmaktadır. Risale-i Nur eserlerinin bandrol engeliyle basımı iki yüzü aşkın gündür engellenirken, aynı zamanda on yıllardır omuz omuza hizmet eden ve aynı görüşü paylaşan kardeşlerin arasına nifak sokularak derin bir yara açılıyor. Açık ki, gizli bir elin, hükümeti de kullanarak böyle derin bir yara açtığını okuyamamak, görememek ne büyük bir basiretsizliktir.Bu sürecin içindekiler Risale-i Nur’u okumuyor değil, ama bütün mesele okuduğu satırlara sadakati kaybedip, taraftar olduğu düşüncenin ekseninde cümleleri yorumlamaktır. Daha düne kadar bu satırlar aynı anlam taşırken, nedense birden satırlardaki anlam değişmeye başlamaktadır. İşte tam burada değişen, satırların anlamı değil, satırları okuyanların nazar ve niyetlerindeki kaymalardır. Bütün bunlar bizi şu sonuca götürüyor ki, artık bizim imtihanımız, siyaseti dine, dinsizliğe âlet edenler değil; tamamen aynı dâvâ içindeki kardeşler arasında oluşan meslek ve meşrep imtihanı, sadakat imtihanı, basiret ve feraset imtihanıdır. Şimdi daha derin ve ince bir imtihana girdik. Zira Bediüzzaman’ın da talebeleri içinde en çok endişe duyduğu ve ikaz ettiği durum, tesanüdün bozulması imtihanıdır. Elbette hiçbir insan hatadan hâlî olmadığı gibi, cemiyetler de cemaatler de hatasız değildir. Ancak bu meseleler iç dairede, ilgili kurullarında istişare ile halledilmesi gerekirken, dairenin dışına çıkılarak, meseleleri tenkitle ele almak fitneye sebep olacak ve şahs-ı mânevîyi yaralayacaktır. Hasılı Risale-i Nur’un basılmasının önündeki engellerin kalkması konusunda hemfikir olamamız ve hatta kendi camiamız içindeki kardeşlerin bu meseleye bu kadar duyarsız yaklaşımları ve ticarî bir kaygıdan başka bir şey değildir şeklindeki tarafgirane söylemleri kuvve-i maneviyeyi zayıflattığı gibi Cenâb-ı Hakk’ın inayet ve tevfikini de harekete geçirmiyor. Son olarak şu da hatırdan çıkarılmamalıdır ki çakıl taşları mesabesinde olan siyasete taalluk eden fikir ve söylemlerle, Kâbe hürmetinde olan iman, hizmet, dâvâ, meşrep ve meslek birlikteliğimizi lekedar etmemek bu zamanda lüzumlu bir vazifedir. Aksi halde içtimâî hayatın asayiş muhafızları ve belâların def’ine sebep olacak iman-Kur’ân hizmeti hizmetkârlarının arasında çıkan ihtilâflar—Allah muhafaza—Gayretullah’a dokunacak ve musîbetleri celbedecektir.