Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 09 Haziran 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Kâfirlerin ve münâfıkların sözlerini dinleme, eziyetlerine aldırma, Allah'a tevekkül et. Vekil olarak Allah yeter.

Ahzâb Sûresi: 48

09.06.2006


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Kim ki, kendisine bilgisizce fetvâ verilirse, günahı fetvâ verenin boynuna-dır. Kim de kendisine danışan din kardeşine doğru bildiğinin dışında bir yol gösterirse, ona hıyânet etmiş olur.

Câmiü’s-Sağir, c. 3, No: 3586

09.06.2006


Dünya hayatını âhirete bilerek tercih etmek

Bediüzzaman Said Nursî

Otuz birinci âyetin işaretinin beyanında, “Onlar dünya hayatını seve seve ahirete tercih ederler...” (İbrahim Sûresi, 14:3.) bahsinde denilmiş ki: Bu asrın bir hassası şudur ki, hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı bakiyeye bilerek tercih ettiriyor. Yani, kırılacak bir cam parçasını baki elmaslara bildiği halde tercih etmek bir düstur hükmüne geçmiş.

Ben bundan çok hayret ediyordum. Bugünlerde ihtar edildi ki, nasıl bir uzv-u insanî hastalansa, yaralansa, sair âzâ vazifelerini kısmen bırakıp onun imdadına koşar. Öyle de, hırs-ı hayat ve hıfzı ve zevk-i hayat ve aşkı taşıyan ve fıtrat-ı insaniyede derc edilen bir cihaz-ı insaniye, çok esbapla yaralanmış, sair letâifi kendiyle meşgul edip sukut ettirmeye başlamış; vazife-i hakikiyelerini onlara unutturmaya çalışıyor.

Hem nasıl ki bir cazibedar sefihane ve sarhoşane şâşaalı bir eğlence bulunsa, çocuklar ve serseriler gibi, büyük makamlarda bulunan insanlar ve mestûre hanımlar dahi o cazibeye kapılıp hakikî vazifelerini tatil ederek iştirak ediyorlar. Öyle de, bu asırda hayat-ı insaniye, hususan hayat-ı içtimaiyesi öyle dehşetli, fakat cazibeli ve elîm, fakat meraklı bir vaziyet almış ki, insanın ulvî lâtifelerini ve kalb ve aklını nefs-i emmaresinin arkasına düşürüp pervane gibi o fitne ateşlerine düşürttürüyor.

Evet, hayat-ı dünyeviyenin muhafazası için, zaruret derecesinde olmak şartıyla, bazı umur-u uhreviyeye muvakkaten tercih edilmesine ruhsat-ı şer’iye var. Fakat, yalnız bir ihtiyaca binaen helâkete sebebiyet vermeyen bir zarara göre tercih edilmez, ruhsat yoktur. Halbuki bu asır, o damar-ı insanîyi o derece şırınga etmiş ki, küçük bir ihtiyaç ve âdi bir zarar-ı dünyevî yüzünden elmas gibi umur-u diniyeyi terk eder.

Evet, insaniyetin yaşamak damarı ve hıfz-ı hayat cihazı, bu asırda isrâfatla ve iktisatsızlık ve kanaatsizlik ve hırs yüzünden bereketin kalkmasıyla ve fakr u zaruret, maişet ziyadeleşmesiyle o derece o damar yaralanmış ve şerait-i hayatın ağırlaşmasıyla o derece zedelenmiş ve mütemadiyen ehl-i dalâlet nazar-ı dikkati şu hayata celb ede ede o derece nazar-ı dikkati kendine celb etmiş ki, ednâ bir hâcât-ı hayatiyeyi büyük bir mesele-i diniyeye tercih ettiriyor.

Bu acip asrın bu acip hastalığına ve dehşetli marazına karşı Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyânın tiryak misâl ilâçlarının nâşiri olan Risâle-i Nur dayanabilir ve onun metin, sarsılmaz, sebatkâr, halis, sadık, fedakâr şakirtleri mukavemet edebilir. Öyleyse, herşeyden evvel onun dairesine girmeli, sadakatle, tam metanet ve ciddî ihlâs ve tam itimadla ona yapışmak lâzım ki, o acip hastalığın tesirinden kurtulsun.

Umum kardeşlerimize birer birer selâm ve duâ ediyoruz.

Kastamonu Lâhikası, s. 73

Lügatçe:

hassa: Özellik.

hayat-ı dünyeviye: Dünya hayatı.

hayat-ı bakiye: Sonsuz hayat; ahiret.

hırs-ı hayat: Hayat hırsı.

fıtrat-ı insaniye: İnsanın yaratılışı.

esbap: Sebepler.

letâif: Lâtifeler, duygular.

sefihane: Haram zevklere düşkün olarak.

hayat-ı içtimaiye: Sosyal hayat.

nefs-i emmare: Kötülüğü emreden nefis.

umur-u uhreviye: Ahirete yönelik işler.

muvakkaten: Geçici olarak.

ruhsat-ı şer’iye: Şeriatın müsaade etmesi.

umur-u diniye: Dinî işler.

isrâfat: İsraflar.

fakr u zaruret: Fakirlik ve yokluk.

maişet: Geçim.

şerait-i hayat: Hayat şartları.

mütemadiyen: Sürekli.

ehl-i dalâlet: Hak yoldan sapmış olanlar.

nazar-ı dikkat: Dikkat bakışı, dikkatli bakış.

ednâ: En basit, en adi.

hâcât-ı hayatiye: Hayat ihtiyaçları.

maraz: Hastalık.

09.06.2006


İmanı kurtarmak ahlâkı kurtarmaktır

İki saatlik genetik dersi bitmiş, ara verilmişti. Zihnim, hocanın derste anlattıkları ile meşguldü. Milyonlarca yıldan günümüze nasıl bir evrim sürecinin olduğu, güçlü ve çevre şartlarına en iyi adapte olan türlerin hayatını devam ettirdiği, güçsüz olanların ise elendiği, bazı önemli gen ve proteinlerin evrim sürecinde nasıl korunduğu gibi birçok şey anlatmıştı hoca. Aklım bütün bu harikalıkları akılsız, fikirsiz, cansız, kör, sağır olan tesadüflerin nasıl yapabileceğini eleştirirken, ara bitmiş, bir sonra ki dersin vakti gelmişti. Dersin adı “Mesleksel Değerler ve Tıbbî Etik”. Konu ilâç şirketleri ve ilâç piyasasında yaşanan sorunlar, yolsuzluklar, adaletsizlikler... Hoca, büyük çoğunluğunun ilâç firmaları tarafından desteklenen ilâç çalışmalarının sonuçlarının bazen şirketin zararına olabileceği için saklanabildiği, belli bir hastalık için aynı tedavi etkisine sahip iki ilâçtan birinin çok pahalı, diğerinin ise çok ucuz olduğu halde neden pahalı ilâçların yazılabildiği gibi, bizim çok yabancısı olmadığımız meselelerden bahsediyordu. Dersin burasında söz hakkı istedim ve bir soru sordum:

“Hocam, mezun olduktan sonra, bulunduğum konumda çok iyi bir yolsuzluk yapabilecek fırsatım olsa, neden yapmayayım? Evrimsel olarak kuvvetli olan ayakta kalır. Güçlü olan zayıfı ezer, büyük balık küçük balığı yutar, zayıflar elenir. Tabiatın kanunu eğer buysa, fırsatını bulduğumda, neden ben aynısını yapmayayım?”

Hoca, “Haklısın” dedi, fakat “En azından biz kendi bahçemizin önünü temiz tutmalıyız” diye devam etti. Tekrar söz hakkı aldım ve sordum: “İyi, ama hocam neden? Kendi bahçemi temiz tutacak bir neden göremiyorum. Madem sonunda hiç olacaksak, fırsatını bulduğumda çok para kazanırım ve istediğim şekilde yaşarım. Çünkü evrimsel olarak doğanın kanunu böyle.”

Hoca cevap veremedi ve sıkıntılı bir şekilde konuyu değiştirerek derse devam etti.

Dinî öğretinin hayatın dışına itildiği, okullarda dinin kültür, ahlâkın ise bilgi olarak öğretildiği (zîra okullarda okutulan dersin adı “Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi”), medyada her gün gördüğümüz yolsuzluk haberlerinin bilinçaltımızda içselleştiği bir ortamda, ahlâklı olabilmek ve dahası ahlâklı kalabilmek ne kadar mümkün? Sağlam duruşlar, sağlam temeller üzerinde inşa edilebilir. Fertlerin dünyasında ahlâk ve vicdanın hükümfermâ olabilmesi, kişinin kendisini nasıl algıladığı ile ilgilidir. Kendisini Âlemlerin Rabbinin bir kulu olarak gören, kâinatta tezahür eden Hâlık’ın küllî rububiyetine karşı vazifesinin küllî ubudiyet olduğunun bilincinde olan, hesap gününde yaptığı zerre kadar iyilik ve zerre kadar kötülükten hesaba çekileceğini bilen bir insan, hayatını da bu esaslar üzerine bina etmeye çalışacaktır. Kâinatta Rabbinin adaletle hükmettiğini görecek, adaletli olmaya gayret gösterecektir. “İnsanlara teşekkür etmeyen, Allah’a da şükredemez” hadisinden hareketle, hukuk-u ibâdı çiğneyenin hukukullahı da çiğneyeceğinin farkında olacaktır. Bu hakikatlerin ferdin dünyasında makes bulması ise, sağlam ve tahkikî bir imanla mümkün olabilir.

“Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim” diyen yüce Resûlün (a.s.m.) ümmeti olan bizler de ahlâkımızı tamamlamak ve güzelleştirmekle mükellefiz. Bunun yolu ise, imanlarımızı gözden geçirmek ve kemâle erdirmektir. Bir ağacın sağlam ve güzel meyveler vermesi, nasıl ki sağlam ve derinlere kadar inmiş köklerle mümkün olabilir, insanın da hayata ve insanlığa güzel örnekler ve güzel eylemler sunabilmesi imanının kuvvetlenmesi ve marifetullahta ilerlemesi ile mümkün olabilir. Hz. Âişe annemizin, ahlâkını Kur’ân ahlâkı diye tarif ettiği Efendimiz (asm), aynı zamanda Allah’dan en çok korkan ve yasaklarından en ziyade kaçınandır. Bu ise kuvvetli iman ile mümkün olabilecek bir haldir.

Bu noktada Bediüzzaman Hazretlerinin 14. Şuâ’da yaptığı “Bu vatanın ve bu milletin hayat-ı içtimaiyesi bu acip zamanda anarşistlikten kurtulmak için beş esas lâzım ve zarurîdir: Hürmet, merhamet, haramdan çekinmek, emniyet, serseriliği bırakıp itaat etmektir” uyarısının yaşanabilmesi için, gene imanın ve Allah korkusunun ne kadar önemli olduğu meydandadır. Zira bir mü’min bilir ki, hikmetin başı Allah korkusudur.

İlâhî öğretiden kopuk verilecek bir ahlâkın işlevsel olması ise zordur. “Herkes kâinatı kendi âyinesiyle görür” sırrınca; âlemi tesadüfün ve sebeplerin sonucu gören, kuvvetlinin zayıfı ezdiği, büyük balığın küçük balığı yediğini kabul eden insanın kendi âlemi de bu kabuller çerçevesindedir. O da fırsatını bulduğunda ezecek, fırsatını bulduğunda küçükleri yutacaktır, nitekim âlem de öyledir! Bazılarının bunun sebebi olarak eğitimsizliği göstermesi ise, pek doğru görünmemektedir. Birçok banka hortumcusu ve yolsuzlukları yapanlarının çoğu üniversite mezunu, hatta çift diplomalıdır.

İnsan düştüğü yerden kalkar. Ahlâkın zayıflaması imanların zayıflamasının bir sonucu ise, ahlâkın kuvvetlenmesi de imanların kuvvetlenmesi ile mümkün olacaktır. Asrın başında “Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-ı imaniyenin kemâlâtını ef’alimizle izhar etsek, sair dinlerin tabileri, elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler. Belki küre-i arzın bazı kıt'aları ve devletleri de İslâmiyete dehalet edecekler” diyen Said Nursî, aynı zamanda “Zaman iman kurtarmak zamanıdır” sözünün de sahibidir. Öyleyse ahlâkın düzelmesi ancak imanların kurtulması ve kuvvetlenmesi ile mümkün olabilir. Tekrar edecek olursak, zaman iman kurtarmak ve kuvvetlendirmek zamanıdır, zaman ahlâkı kurtarmak zamanıdır…

Murat KURU

09.06.2006


Kaviyy

Allah (c.c.), Kaviyy’dir. Yani sonsuz derece güç ve kuvvet sahibidir. Hiçbir güç ve kudret Onun kuvvetinin önüne geçemez. Hiçbir şey, Onun kudretinin tasarrufuna müdâhale edemez. Allah Teâlâ’nın kudret ve kuvveti her şeyi kayıtsız, sınırsız ve sonsuz derece etkisi altına almıştır.

Peygamber Efendimizden (a.s.m.) rivâyet edilen1 Kaviyy ismi Kur’ân’da da vârittir. Cenâb-ı Kaviyy-i Azîz şöyle buyurur: “Allah, ‘Ben ve peygamberlerim muhakkak galip geleceğiz!’ diye yazdı. Muhakkak Allah Kaviyydir, Azîzdir.”2 Bir diğer âyette, “Allah, kulları üzerinde Latîftir. Dilediğini rızıklandırır. O Kaviyydir, Azîzdir”3 buyurulmaktadır.

Varlıkların, Allah’ın emrine harfiyen boyun eğen birer memur olduklarını, âlemdeki bu düzenin, her şeyin Onun emrine râm olmuş olduğunu gösterdiğini, Onun “Ol!” emrinin kudret ve kuvveti de ihtivâ ettiğini4 beyan eden Bediüzzaman Saîd Nursî, bir çekirdeğin dağ gibi bir ağacı kaldırmasını, bir sineğin Nemrud’u yere sermesini, bir karıncanın Fir’avun’un sarayını harap etmesini hep aynı emre boyun eğişin ve emir içinde kuvvet ve kudret tecellîsinin tezâhürleri olduğunu kaydeder.5

Bedîüzzaman’a göre, insan sonsuz âcizlik, sonsuz zaafiyet, sonsuz fakirlik ve hadsiz ihtiyaçlarla yoğrulmuş mâhiyetiyle güçlü, kudretli, kavî, zengin ve hiçbir şeye ihtiyacı olmayan Cenâb-ı Hakkın mâhiyetine hârika bir ayna teşkil etmektedir.6 Varlıklarda zayıflık içinde hükmeden bir kuvvet, âcizlik içinde gözden kaçmayan bir kudret vardır. Varlıkların zayıflık içindeki kuvvetleri, Kaviyy-i Mutlak olan Allah’ın varlığına ve birliğine karşı binler pencereler açmaktadır.7 Her canlının dış yapısında ve iç bünyesinde gayet hikmetli bir kudretin tasarrufları ve söz geçiren bir irâdenin projesi ve düzenlemeleri görünmektedir. Demek, Allah’ın kuvvet ve kudreti eşyayı îcat etmekte, emir ve irâdesi şekil giydirmektedir.8

Bediüzzaman’a göre, her bir nevî mahlûkatta ve her bir fertte, tasarruf eden kuvvet ve kudret, öyle hissediliyor ki, bütün kâinata hâkim, bütün eşya üzerinde etkili ve bütün mevcûdâtı hükmü altına alabilir bir mâhiyette görünüyor. Elbette böyle bir kuvvet, ortaklığı hiçbir cihetle kabul etmez, şirke meydan vermez.9

Mutlak kuvvet sahibi Kavînin sonsuz kuvvetini idrâk etmek için, mutlak acz, fakr ve zaaf gibi özelliklerimiz, ancak bir ölçüdür. Yani sonsuz aczimiz ve zaafımız, ancak Allah’ın sonsuz kudret ve kuvvetini anlamaya yarar.10 Cenâb-ı Hak Kaviyy ismiyle kendisine sığınıldığında kalbimizi ve kabrimizi îmân nuruyla canlandırır, karanlığın korkularından ve tehlikelerinden bizi emin kılar.11

(Risâle-i Nur’da Esmâ-i Hüsnâ)

Dipnotlar:

1- Tirmizî, Daavât: 86; 2- Mücadele Sûresi: 21; 3- Şûrâ Sûresi: 19; 4- Şuâlar, s. 62; 5- Sözler, s. 268; 6- A.g.e., s. 499; Şuâlar, s. 68; 7- Sözler, s. 606; 8- Mektubat, s. 225; 9- Şuâlar, s. 25; 10- A.g.e., s. 84; 11- Mesnevî-i Nuriye, s. 113.

09.06.2006


Nurdan Kıssalar

İmana gelen iki Kureyş reisi

Nakl-i sahih ile, feth-i Mekke vaktinde, Hazret-i Bilâl-i Habeşî, Kâbe damına çıkıp ezan okumuş.

Rüesa-yı Kureyş’ten Ebû Süfyan, Attab ibni Esid ve Hâris ibni Hişam oturup konuştular. Attab dedi: “Pederim Esid bahtiyardı ki bugünü görmedi.” Hâris dedi ki: “Muhammed bu siyah kargadan başka adam bulmadı mı ki müezzin yapsın?” Hazret-i Bilâl-i Habeşî’yi tezyif etti.

Ebu Süfyan dedi: “Ben korkarım, birşey demeyeceğim. Kimse olmasa da, şu Batha’nın taşları ona haber verecek, o bilecek.”

Hakikaten, bir parça sonra Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm onlara rast geldi, harfiyen konuştuklarını söyledi. O vakit Attab ile Hâris şehadet getirdiler, Müslüman oldular.

İşte, ey biçare mülhid! Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmı tanımayan kalbsiz adam! Bak, Kureyş’in iki muannid büyükleri, birtek ihbar-ı gaybî ile imana geldiler. Ne kadar kalbin bozulmuş ki, mânevî tevatürle, bu ihbar-ı gaybî gibi binler mu’cizâtı işitiyorsun, yine kanaat-i tâmmen gelmiyor.

Mektûbât, s. 109

09.06.2006


Cevşenü'l Kebir'den

Allah’ım! Senden şu isimlerinin hakkı için istiyorum ve yalvarıyorum:

1. Ey Rabbimiz,

2. Ey İlâhımız,

3. Ey Seyyidimiz,

4. Ey Mevlâmız,

5. Ey Yardımcımız,

6. Ey Koruyucumuz,

7. Ey Kàdirimiz,

8. Ey Râzıkımız,

9. Ey Delilimiz,

10. Ey Mededkârımız,

Sen bütün kusur ve noksan sıfatlardan münezzehsin, Senden başka ilâh yok ki bize imdat etsin. Emân ver bize, emân diliyoruz. Bizi Cehennemden kurtar.

09.06.2006


Zübeyir Gündüzalp'in kaleminden

Gücenen ve gücendirenlerden olmayınız

En büyük gaflet örneklerinden:

Müteaddit defalar bir iş hususunda münakaşa edilir, meşveret ve müdavele-i efkâr adı ile söze oturulur. Münakaşa ve kavga ile kalkılır. Bu kavgamsı konuşmada herkes heyecanlanır. Hisler heyecana gelir. Biri diğerine, diğeri ötekine hakaretli sözler sarf eder. İlk defa birisi hakaret eder, diğeri de misilleme yapar. Hakaret edip kalb kıranı kasdederek, “Birinci bana böyle dedi, ben de ona öyle dedim” der. Bu beş-altı defa tekerrür edince, artık en yakın dâvâ arkadaşına küskün durur. Bu küskünlüğü gören ikinci birinciden soğur. İkinci ile üçüncü birleşir. Birincinin gıyabında konuşa konuşa, artık o da haricîlerin müşfiki, can kardeşine küsücü olmuştur. Artık birincinin hakkında tenkitler ve kusurları sayıp dökmeler başlamıştır.

Nur-u Kur'ân hizmetinde bir ve beraber çalıştığınız kardeşler ve ehl-i iman içinde gücenen ve küsen, gücendiren ve küstürenlerden olmayınız. “Değmiyor bu dünya böyle şeylere.”

09.06.2006


Nurdan Bir Kelime

İlm-i ezelî

İlm-i ezelî, hadîsin tâbiriyle, manzâr-ı âlâdan, ezelden ebede kadar her şey, olmuş ve olacak, birden tutar, ihâta eder bir makam-ı âlâdadır. Biz ve muhâkemâtımız, onun haricinde olamaz ki, mâzi mesafesinde bir ayna tarzında olsun.

Sözler, s. 430

09.06.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004