Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 20 Ağustos 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Kötülükleri kendisine süslenip de onu güzel gören kimse, o mü'minler gibi olur mu? Şüphesiz ki Allah dilediğini sapıklıkta bırakır, dilediğini de doğru yola iletir.

Fâtır Sûresi: 8

20.08.2006


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Kim ki içtenlikle şehid olarak ölmeyi arzu ederse, şehid edilmese bile kendisine şehidlik sevabı verilir.

Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3689

20.08.2006


Bediüzzaman’ın savaş ahlâkı -3-

Avcı hattında dolaşırken, vücuduna dört gülle isabet etmiş, fakat geri çekilmemiş ve gönüllülerin cesareti kırılmaması için, sipere dahi girmemiştir. Hatta bunu işiten Vali Memduh Bey ve Kumandan Kel Ali, “Aman geri çekilsin!” diye haber gönderdikleri zaman, demiş:

“Bu kâfirlerin güllesi beni öldürmeyecek...”

Hakîkaten, üç gülle ölecek yerine isabet ettiği halde, biri hançerini, diğeri tütün tabakasını delip geçmiş ve kendisine bir zarar vermemiştir.

Geceleyin Vali ve Kumandan Kel Ali ve ahali kurtulduktan, gönüllüler ve askerler çekildikten sonra, bir kısım fedakâr talebeleriyle Bitlis’te bakıye kalan bir kısım bîçareler için, kendilerini feda etmek fikriyle kaçmazlar. Sabahleyin düşmanın bir taburu ile müsademe ederler; arkadaşlarının çoğu şehit olur. Hatta yeğeni ve fedakâr bir talebesi olan Ubeyd dahi kendi bedeline şehit düştükten sonra, düşmanın üç sıra askerini yararak geçip, hayatta kalan üç talebesiyle pek acîb bir sûrette su üzerinde bulunan bir sütreye girer. Hem yaralı, hem ayağı kırık bir halde otuz üç saat su ve çamur içinde kalır. Tüfek ellerinde, o vaziyet-i müthişe içinde, üst kattaki odada düşman askeri ve zabitleri bulunduğu halde, kemal-i istirahat-i kalble ve ahalinin kurtulmasının sevinciyle sürûr içinde, beraberindeki arkadaşlarına tesellî vererek der:

“Karşımıza ne vakit çoklukla düşman askerleri gelirse, o vakit silâhlarımızı kullanacağız, kendimizi ucuza satmayacağız, bir-iki düşmana kurşun atmayacağız...”

Latîf bir inayet-i İlâhiyedir ki, otuz üç saat, onlar Rus askerlerini gördükleri ve Ruslar da onları aradıkları halde bulamadılar. Bu esnada Bediüzzaman, talebeleri olan gönüllü fedailere hitaben, “Arkadaşlar, durmayınız. Sizlere hakkımı helâl ettim; beni bırakınız, siz kendinizi kurtarmaya çalışınız,” demesi üzerine, fedakâr ve kahraman talebeler, “Sizi bu halde bırakıp gidemeyiz; şehit olursak, yine hizmetinizde olsun” deyip kalırlar. Sonra Ruslar esir edip, Van, Celfa, Tiflis, Kiloğrif, Kosturma’ya sevk ederler.

Ermeni fedaileri meşhurdur; hatta öyle rivayet ederler ki, “Fedailerin yüzleri, kızarmış kömür üstüne tutulup gözleri patlama derecesine gelse dahi, yine sır vermezler.” İşte Ruslar o zaman diyorlardı ki: “Bediüzzaman’ın gönüllüleri, Ermeni fedailerinin fevkındedir! Bunun içindir ki, bizim Kazaklarımızı imhada fazla muvaffak olmuşlardır.”

Tarihçe-i Hayat, s. 100

Bediüzzaman Said NURSİ

20.08.2006


Sınırsız yükseliş ufku

Feyiz ve bereketlerin kaynayıp coştuğu mübarek gecelerimizden biri de Mi’rac Gecesidir. Mi’rac bir yükseliştir, bütün süflî duygulardan, beşerî hislerden ter temiz bir kulluğa, en yüce mertebeye terakkî ediştir. Resûlullahın (asm) şahsında insanlığın önüne açılmış sınırsız bir terakkî ufkudur.

Mi’rac öyle bir gecedir ki, İki Cihan Serveri onda Rabb-i Âlâsının huzuruna maddî cisim ve duygularıyla birlikte yükselip gözüyle Cemalullâhı müşahede etmiştir. Önce içinde bulunduğu Kâbe ve Mescid-i Haram’dan, etrafı peygamberlerle mübarek kılınan Mescid-i Aksa’ya götürülmüş, oradan da bütün âlemleri geride bırakarak peygamberlerle bir bir görüşmüş, varlıklar âleminin en son noktası olan Sidre-i Müntehâya ulaşmış, oradan da geçip Rabbinin huzur-u izzetine yükselmiş, Vahdet sarayına girmiş ve İlâhî kelâmı doğrudan doğruya işitme nimetine mazhar olmuş, ümmetine büyük bir müjde ve şefaatle dönmüştür.

Bu ulvî seyahat mu’cizelerin en büyüğüdür. Mi’rac mu’cizesi Kur’ân-ı Kerim’de âyetlerle anlatılmış ve varlığı inkâr edilemeyecek bir şekilde ortaya konmuştur. Bu İlâhî yolculuğun ilk merhalesi olan Mescid-i Aksâ’ya kadarki safha Kur’ân’da şöyle anlatılır:

“Kulunu (Muhammed Aleyhisselâmı) bir gece Mescid-i Haram’dan alıp Mescid-i Aksâ’ya kadar götüren Allah her türlü noksandan münezzehtir. O Mescid-i Aksâ ki, biz onun etrafına feyz ve bereket verdik. Ve bu gece yolculuğunu ona âyetlerimizden bazısını gösterelim diye yaptırdık. Şüphesiz ki O, her şeyi hakkıyla işiten, her şeyi kemaliyle görendir.”1

Mi’racın ikinci merhalesi de Mescid-i Aksâ’dan başlayarak semanın bütün tabakalarından geçip ta İlâhî huzura varmasıdır. Bu safha da Necm Sûresinde şöyle anlatılır:

“O en yüksek ufukta idi. Sonra Cebrail ona yaklaştı. Derken sarkıverdi de böylece onunla arasındaki mesafe Kab-ı Kavseyn (iki yay kadar), yahut daha az kaldı. Allah kuluna vahyettiğini vahyetti. Gözüyle gördüğünü kalbi de yalanlamadı. Onun bu ap açık görüşüne karşı mücadele mi edeceksiniz? And olsun ki, onu diğer bir kere de Sidretü’l-Müntehâda gördü ki, Cennetü’l-Me’vâ işte onun yanındadır. O zaman Sidreyi Allah’ın nuru kaplamıştı. O peygamberin gözü ne şaştı, ne de başka birşeye baktı. And olsun, o böylece Rabbinin en büyük âyetlerinden bir kısmını görmüştür.”2

Evet, bu kâinatın Yaratıcısı, onda tecellî eden varlık ve birliğinin delillerini bütün kâinat tabakalarından tâ Arşa kadar bir Mi’rac ile göstermek için nasıl ki âleminden seçilmiş bir ferdi bütün varlıklar hesabına Kendisine muhatap kabul etmiştir. Böylece, şuur sahibi bütün varlıklar adına İlâhî maksatlarını ona anlatmış, onunla bildirmiş ve onun bakışıyla varlıklar aynasındaki san’at güzelliğini Rabliğinin kemâlini görmek istemiştir.

Malumdur ki, her san’atkâr kendi san’atını sever ve ister ki, başkaları da onun san’atını takdir etsin ve beğensin.

Cenâb-ı Hakkın Kendi muhteşem eseri olan kâinata karşı fevkalâde yüksek ve büyük bir muhabbeti vardır. Yarattıkları içinde Kendisine en sevimli olanlar canlılar, canlılar arasında ise şuur ve akıl sahipleridir. Akıl ve şuur sahibi varlıklar arasında mahiyet itibariyle en mükemmel olan şüphesiz insanlardır. İnsanlar arasında en sevimli fert ise kabiliyetleri bütünüyle gelişmiş, bütün varlıklarda görünen ve tecellî eden İlâhî isimlerin güzelliklerini gösteren fert olacaktır.

İşte varlıkların Yaratıcısı, bütün vaklıklarında tecellî eden bütün muhabbet nevîlerini bir noktada, bir aynada görmek ve bütün cemalinin güzelliklerini göstermek için yaratılış ağacından münevver bir meyve derecesinde ve kalbi o ağacın esas hakikatlerini içine alan bir çekirdek hükmünde olan o sevimli zatı huzuruna alacaktır. Böylece çekirdekten meyveye kadar uzanan bir Mi’rac yolculuğuyla o ferdin kâinat adına ne derece sevimli ve makbul olduğunu gösterecektir. Böylece onu huzuruna alacak, cemalini gösterme şerefine erdirecek ve ondaki kudsî hâli de başkalarına sirâyet ettirmek için taltif edecek ve fermanıyla vazifelendirecektir.3

İşte, özetlemeye çalıştığımız bu üstün hikmet ve yüksek maksat sebebiyledir ki, kâinat ağacının hem çekirdeği, hem de en son ve mükemmel meyvesi olan Muhammed (asm) bu gece bütün kâinat tabakalarında izn-i İlâhî ile Yaratıcının muhteşem san’at eserlerini temaşa etmiş ve huzura kabul edilerek bütün duygularıyla Cemâlullahı görmüş ve İlâhî hitaba mazhar olmuştur.

Hülâsa olarak diyebiliriz ki, şu kainatın Yaratıcısı bu alemi bir saray şeklinde yapmış ve süslemiştir. Bu sarayın yaratılış ve süslenişinin yegâne sebebi, kâinat ağacının en son meyvesi olan Hz. Muhammed’dir (asm). Bunun içindir ki, kâinat Sahibinin nazarında o, her şeyden önde gelmektedir. “Çünkü, birşeyin neticesi, semeresi, evvel düşünülür. Demek vücûden en âhir, mânen de en evveldir.”4

Bu bakımdan, Mi’rac gibi eşsiz bir mu’cizeye, ancak ve ancak o lâyık ve mazhar olacaktı.

Mi’rac bu kâinat üstündeki gaflet ve dalâlet perdelerini kaldırıp, İlâhî hakikatleri açığa çıkaran bir sırdır. İman esaslarının dünya gözüyle görünüp, açık bir şekilde ispatına vasıta olmuş bir tecellîdir. Kâinat Yaratıcısının insanlıktan istediklerinin bizzat Peygamberine vasıtasız tebliğ edildiği ulvî hâdisedir. Bu arada bütün ibadetlerin fihristesi ve İslâm dininin ana direği olan beş vakit namazın mü’minlere hediye olarak getirildiği bir müjdenin tahakkudur. Ebedî saadet hazinelerinin açıldığı ve bütün mü’minlere bu yolun açık olduğunun ispat edildiği gecedir. Bunun için namaz, mü’minlerin Mi’rac sırrına mazhariyetlerinin bir alâmeti sayılmıştır. Bu gerçeği Süleyman Çelebi Mi’raciyede şöyle dile getirir:

“Sen ki Mi’rac eyleyüb ettin niyaz

“Ümmetin Mi’racını kıldım namaz.”

O gece kâinat üzerindeki karanlıklı perdelerin bir kere daha yırtıldığı, varlıklar üzerindeki vahşet ve kimsesizlik tabakalarının bir kere daha kalkıp, kardeşlik ve ünsiyet hakikatlerinin yeniden göründüğü bir gecedir. Kâinattaki devamlı çalkanışların, geliş gidişlerin, mânâsız dalgalanmalar, ayrılık ve yok oluştan gelen bağırtılar olmayıp, ebedî saadet menzillerine doğru yol almaktan ileri gelen bir sevinç seyahati olduğunun bir kere daha anlaşıldığı gecedir.

İnsanoğlunun kimsesiz, uçsuz bucaksız kâinatta yalnız ve ümitsiz bir istikbale değil, kâinatın Sahibine ait ve sonsuzluğa namzet olduğunun yeniden idrâk edildiği gecedir.

Kâinatta tecellî eden yaratılış kanunlarının en üstünde yüksek bir mu’cize olan Mi’rac, aklı gözüne inmiş maddeci düşünce sahipleri tarafından vuku bulduğu günün sabahında inkâr edildiği gibi, bugün de onların takipçileri tarafından bir türlü kabul edilememektedir.

Biz bu gibilere büyük müfessir Bediüzzaman’ın Mi’rac hakkındaki eserinden alacağımız bir bölüm ile cevap vermeye çalışacağız:

“Arz gibi ağır bir cisim, fenninizce hareket-i seneviyesiyle [bir yıldaki hareketiyle] bir dakikada takrîben yüz seksen sekiz saat mesafeyi keser. Takrîben yirmi beş bin senelik mesafeyi, bir senede kat ediyor. Acaba, şu muntazam harekâtı ona yaptıran ve bir sapan taşı gibi döndüren bir Kadir-i Zülcelâl, bir insanı Arşa getiremez mi? Şemsin câzibesi [Güneşin çekim gücü] denilen bir kanun-u Rabbanî ile Mevlevî gibi etrafında pek ağır olan cism-i arzı [Dünyayı] gezdiren bir Hikmet, cazibe-i rahmet-i Rahman ile ve incizab-ı muhabbet-i Şems-i Ezel ile bir cism-i insanı berk [şimsek] gibi Arş-ı Rahmâna çıkaramaz mı?”5

Biz de cevap olarak diyoruz ki, o Kudret elbette çıkarır ve çıkarmıştır—âmenna ve saddaknâ...

(Üç Aylar ve Kandillerimiz, Y.A.N., s. 29)

Dipnotlar:

1. İsra Sûresi, 1.

2. Necm Sûresi, 7-18.

3. Sözler, s. 536.

4. A.g.e., s. 543.

5. A.g.e., s. 534.

20.08.2006


Mi’rac, ikinci bir Kadir gecesi hükmündedir

Aziz, sıddîk kardeşlerim,

Leyle-i Mi’rac, ikinci bir Leyle-i Kadir hükmündedir. Bu gece mümkün oldukça çalışmakla kazanç birden bine çıkar. Şirket-i mâneviye sırrıyla, inşaallah herbiriniz kırk bin dille tesbih eden bazı melekler gibi, kırk bin lisanla bu kıymettar gecede ve sevabı çok bu çilehanede ibadet ve duâlar edeceksiniz. Ve hakkımızda gelen fırtınada binden bir zarar olmamasına mukabil, bu gecedeki ibadetle şükredersiniz. Hem sizin tam ihtiyatınızı tebrikle beraber, hakkımızda inâyet-i Rabbâniye pek zâhir bir surette tecellî ettiğini tebşir ederiz.

Şuâlar, s. 429

***

Aziz, sıddîk kardeşlerim,

Leyle-i Mi’racın, aynı leyle-i Regaib gibi hiç inkâr edilmez bir tarzda, bir nevî mucize-i Ahmediye gibi bir kerâmetini ve kâinatça hürmetini gözümüzle gördük. Şöyle ki:

Nasıl evvelce yazdığımız gibi iki ay kuraklık içinde burada hiç yağmur gelmediği, güya leyle-i Regaibi bekliyor gibi o mübarek gecenin gelmesiyle emsalsiz bir gürültü ile kudsiyetini burada gösterdiği gibi, aynen öyle de, o geceden beri buraya bir katre yağmur düşmediği halde, yirmi günden sonra aynen Mi’rac gecesi birden bire öyle bir rahmet yağdı ki, dinsizlerde şüphe bırakmadı ki, Sahibü’l-Mi’rac, Rahmeten li’l-Âlemîn olduğu gibi, onun Mi’rac gecesi de bir vesîle-i rahmettir. Hem ehl-i imanın imanlarını kuvvetlendirdiği gibi, meyusiyetlerini de bir derece izâle etti.

Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 181-182

***

Demek hakikat-ı Mi’rac, bir mu’cize-i Ahmediye (asm) ve kerâmet-i kübrası olduğu ve Mi’rac merdiveniyle göklere çıkması ile zat-ı Ahmediyenin (asm) semavat ehline ehemmiyetini ve kıymetini gösterdiği gibi, bu seneki Mi’rac da zemine ve bu memleket ahalisine kâinatça hürmetini ve kıymetini gösterip bir kerâmet gösterdi.

Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 183

***

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Sizin Miracınızı tebrik ve Mi’rac Sahibinin (asm) sünnet-i seniyesine sizi ve bizi tam muvaffak eylemesine rahmet-i İlahiyeden niyaz ediyoruz.

Kastamonu Lâhikası, s. 195

***

Bu şuhur-u selâse, seksen küsur sene bir ömrü kazandırıyor. Elbette sizler gibi mücahidler onu kazanmaya çalışacaksınız. Cenâb-ı Hak herbir gecesini sizin hakkınızda leyle-i Mi’rac ve leyle-i Berat ve Leyle-i Kadir kadar kıymettar eylesin, âmin.

Kastamonu Lâhikası, s. 58

Lügatçe:

Leyle-i Miraç: Miraç gecesi.

Leyle-i Kadir: Kadir gecesi.

inâyet-i Rabbâniye: Her şeyi terbiye ve idare eden Cenâb-ı Hakkın yardımı.

Sahibü’l-Miraç: Miraç mucizesinin sahibi Hz. Peygamber (asm).

kerâmet-i kübra: En büyük kerâmet.

şuhur-u selâse: Üç aylar.

20.08.2006


‘Biz Allah’a ibadet ederiz’

İsrailoğulları Hazret-i Yahya'yı (a.s.) şehit ettikten sonra Allah onlara Buhtu Nasr adında zalim bir kralı musallat etti. Kral şehri yakıp yıktı. Beytü'l-Makdis'i yerle bir etti. Bir çok kişiyi esir aldı, zulmetti, öldürdü.

Buhtu Nasr'ın esirleri arasında Hazret-i Danyal (a.s.) ile ona inanan beş mü'min de vardı. Buhtu Nasr onları puta tapmaya çağırdı.

Fakat onlar, "Biz puta tapmayız! Biz Allah'a inanırız ve Ona ibadet ederiz!" dediler.

Buhtu Nasr putperestti. Onlara kızdı. Çok büyük bir kuyu kazdırdı. İçine aç ve yırtıcı bir arslan yerleştirdi. Bu altı kişiyi de üstten kuyuya indirdi. Sonra hırçın şekilde bağırdı:

"Göreyim o Allah'ınız sizi bu arslandan koruyacak mı?"

Hazret-i Danyal (a.s.) ile ona inananlar o gün ve gecesinde kuyuda vahşi arslanın yanında kaldılar.

Sabahleyin Buhtu Nasr büyük bir gururla ve ihtişamla kuyuya gelip baktığında arslan bir kenarda büzülmüş yatıyordu. Mü'minler de diğer tarafta sağ salim bekleşiyorlardı. Hiç birine bir zarar gelmemişti. Bilakis yedi kişi olmuşlardı.

Buhtu Nasr sinir küpüne döndü. Bizzat kendisi zulmetmek için onları kuyudan çıkarttı.

"Siz altı kişi idiniz. Bu arkadaşınız nereden geldi?" diye sordu hışımla.

Onlar cevap vermediler. Buhtu Nasr, onun bir koruyucu melek olduğunu, onları arslandan korumak için geldiğini anladığında artık çok geçti.

Yedinci kişi olarak gözüne gözüken bu şahıs Buhtu Nasr'a öyle bir tokat aşk etti ki... Buhtu Nasr feleğini şaşırdı. Aklı başından gitti. Düşüp bayıldı.

Buhtu Nasr bir daha kendine gelemedi. Delirdi. Tahttan indirildi. Dağlara düştü. Ve yedi yıl dağlarda divane gibi dolaştıktan sonra öldü.

(Tarih-i Taberî, 2/125.)

Süleyman KÖSMENE

20.08.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004