Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 21 Eylül 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Gençlik

Seher ve sabah vakitleri

Büyük ve güzel insanlar seher ve sabah vakti uyumayı terk etmişlerdir. Ya namaz kılmışlardır ya da iman hakikatlerini okuyorlardır veya tefekkür ve Allah’ı zikretmekle meşguldürler. Ehl-i dünyadan da bu vaktin kıymetini bilenler, uykularını terk edip çalışmaktadırlar. Da Vinci şifresinin yazarı Dan Brown her gece saat 04.00’te kalkarak kitaplarını yazmıştır. Gene Ferrarisini Satan Bilge, Sen Ölünce Kim Ağlar isimli kitapların yazarı Robin Sharma, Avrupa gibi çağdaş ülkelerin insanlarının çoğu bu vakitlerde uyumazlar. Bir Alman atasözü “Sabahın ağzında altın vardır” der. Bedri Rahmi Eyüpoğlu’nun “Sabahı müezzinlerden önce yakalamalıyız” şeklinde bir sözü var.

Divan şiirlerinde de seher vaktinin önemi  mükemmel bir şekilde anlatılır. Dinimiz hem teheccüd namazını, hem sabah namazını, hem de duha (kuşluk) namazını bize ısrarla emir ve tavsiye eder. “Sana vahyedilen kitabı güzel oku ve namazı kıl! Muhakkak sahih namaz edepsizlikten uygunsuzluktan alıkoyar. Muhakkak Allah’ı anmak en büyük iştir ve Allah her ne işlerseniz bilir. (Ankebut, 45.)”

Peygamberimiz  buyuruyor: “Gücünüz yettiği kadar ibadet yaparak Cenneti isteyin. Gücünüz yettiği kadar da haramlardan kaçınarak Cehennemden korkun. Çünkü Cenneti isteyen ve cehennemden kaçan kimse, bütün gece  uyuyamaz. (Taberani)”    

“Kim ki sabah camiye gidip gelirse, Allah her gidip geldikçe ona cennette bir sofra hazırlar (Cami’üs -Sagir c. 3, 3707)” İbn-i Abbas’tan (r.a) rivayetle: “Âdemoğlunun her mafsalı (eklem)—bu da 360 tanedir—için vermesi gereken bir sadaka vardır. Kuşluk vaktinde kılınan iki rekât namaz, bunların hepsinin yerine geçer (a.g.e.s.1182).” Ebû Hureyre’den (r.a) rivayetle: “Cennette “Duha” denilen bir kapı vardır. Kıyâmet günü olduğunda bir nidâ edici şöyle seslenir: “Kuşluk namazına devam edenler nerede? İşte kapınız budur. Allah’ın rahmetiyle buradan girin (age., c. 2., s.609.).”

Enes’den(r.a) rivâyetle: Resûl-ü Ekrem Efendimiz (asm) şöyle buyurmuşlardır: “Kim ki kuşluk namazını 12 rekât olarak kılarsa, Allah onun için Cennette altından bir köşk yapar (age., c. 4 s. 1575).” İbni Amr’dan (r.a) rivâyetle: “Allah’ın en çok sevdiği namaz, Davut (as) namazıdır. Ki, gecenin ilk yarısında uyur, üçte birini ibadetle geçirir, geri kalan altıda birinde de yine uyurdu (age., c.1., s.85.).” Ömer Bin Hattap (r.a) şöyle  anlatır: “Resulullah (asm) Efendimiz bir ordu çıkardı. Bu ordu büyük bir muvaffakiyet kazandı. Büyük bir ganimetle döndü. Dediler ki: ‘Ya Resulullah (asm) bu kadar çabuk hamle yapan bir ordu ve bu ordunun aldığı ganimetten fazlasını hiç görmemiştik.”Bunun üzerine Resulullah (asm) şöyle buyurdu: ‘Benim ordudan daha seri hamle yapan ve daha fazla ganimet ele geçireni haber vereyim mi?’ ‘Haber ver’ dediler. ‘Bir cemaat ki, sabah namazını kılarlar, sonra oturup güneş doğuncaya kadar Allah’ı zikrederler. Bundan sonra 2 (iki) rekât namaz kılarlar, evlerine dönerler. İşte en büyük hamleyi  yapanlar, en fazla ganimeti alanlar onlardır’ ”

Biliyorsunuz, sabah namazının sadece  iki rekat sünneti bile dünyada üstüne  güneş doğan her şeyden daha hayırlıdır. Cüneyd-i Bağdadî vefâtından sonra ona bir dostu "Orada sana nasıl davranıldı?" şeklinde bir soru sorar. Cevaben: “Tüm işler uçtu, ibareler kayboldu, ilimler tükendi, her şey bitti. Bize sadece seher vakti kıldığımız iki rekât namazın faydası dokundu!” der.

Dostlar, buyurun teheccüde, buyurun sabah namazına ve buyurun duha(kuşluk) namazına! Evet, aldanmayalım; dünya fani ve de ölüm âni.

Erdoğan AKDEMİR

21.09.2006


Hepimiz bedevîyiz (2)

Bedevî, çöllerde gezinir; çöllerde yaşar. Sadece çevresi çöl gibi kurak değildir, onun hayatı da çöl kadar kuraktır. Ama bedevî kabul etmez bu fikri. Ona göre, göçebe yaşamak bir özgürlüktür. Özgürdür göçebe insan. Tüm çevrenin hâkimidir. Bugün buranın, yarın öte yanın hâkimidir. Böylece istediği her yer onun olur bir nevi. Özgür olmak, her sıkıntıya katlanmayı gerektirir; her şeye değer bu hâl ona göre...

Şehir insanı yönetilmeye mahkûmdur daima. Kendi sınırlılıkları vardır ilk önce. Bağlı bulunduğu bir kurallar bütünü içinde yaşamak zorundadır. İnsanların özgürlük alanları içine dalamaz. İnsanları rahatsız etmeye hakkı yoktur hiç. Her şeyi düzendedir; ama düzen beraberinde bağımlılığı getirir. Şehirli olmak bu noktada zordur işte.

Geçmişimiz vardır bizim. Hep aynı mekânda yaşamış olmak anılarımızı daima canlı ve dipdiri tutar. Anılarımız hiçbir zaman yok olmaz. Çünkü tüm anıların birer şâhidi vardır etrafımızda. Tanıştığımız kişiler anlık değildir göçebe insan gibi, ayrılıklar bize acı verir. Sevdiklerimizi unutmak zor gelir bedenimize. Geçmiş bizim için çok değerlidir. Aynı şekilde, gelecek de bir kaygı konusudur bizde. Yarın ne olacağımızı endişe eder dururuz. Dün, bugün, yarın hep birlikte aynı ânın içinde yaşanır çoğu kez. Gelecekten korkarız. Bu da çürütür aslında birçok şeyi. Birçok anımız, hazır ânımız geçmiş ve gelecek konularıyla heba olup gider. Mahkum oluruz zamana ve de mekâna...

Bir bedevî gibi ufacık bir yük değildir taşıdığımız. Bir elbiseyle yaşayamaz, bir ayakkabıyla dolaşamayız. Bunlarla yetinemeyiz. Hep devamını isteriz her şeyin. Mutlaka bulmak zorundayızdır her ihtiyaç malzemesini. Çok para kazanmak isteriz. Evlerimiz, arabalarımız olsun isteriz. Teknolojinin bütün nimetlerinden faydalanmayı, tatiller yapmayı, gezmeyi, tozmayı isteriz. Hep para isteriz. Çok para isteriz... Bedevî böyle değildir ama. O az bir yemekle doyurur karnını. Bulabildiği her küçük şey ona büyük, kocaman bir mutluluk verir. En ufacık şeyler onun için çok değerlidir. Havanın, suyun bedavalığıyla mutlu olur. Yeter bu kadarı ona. Biz şehirlilerin hızla tükettiği, farkına bile varmadığı güzelliklerin, o; tam kalbinde yaşar. Bulduğu an, kıymet vererek korur her şeyi. Aynı zamanda kâinatla iç içe yaşar. Bulunduğu dünya gezegenini keşfetme imkânı bulur. Aşkını büyütebilir her geçen gün. Yaratılmış her varlığa âyine olur. Özüne sindirir tüm güzellikleri.

Ne söylenirse söylensin, böyle bir ayrım olmamalıdır aslında. Bedevî de şehirli de hepsi de aynı isim altında toplanır gerçekte. Şu dünya bir handır, tüm insanlar da içinde birer misafirdir. Bu yüzden aslında herkes bedevîdir.Kimse yerli değil, hiçbir yer hiçbir kimsenin değildir. Kimse aslında hiçbir yere gerçekten sahip değildir. Hepimiz bedeviyiz, göçmeniz. Gezginiz. Gâh burada, gâh şurada. Gâh akıllıca, gâh divanece...

Bedevî olmak, bir habibullah yolu... Az yemek, az uyumak, az konuşmak... Her şeyin azı... Tıpkı bize olmamız öğütlenen hayat tarzının bir kopyası. Bütün mal varlığını sırtına yükleyebildiğin, yarın için tasalanmadığın, hiçbir şeyin, hiçbir şehrin sahibi olmadığını bildiğin. Bizim de yükümüz taşıyabileceğimiz kadar olmalı, sıkıntılarımız bir oh kadar küçük kalmalı. Dünkü sıkıntılar silinmeli, onlardan ders alınmalı, gelecekten asla korkulmamalı. Tüm bunların yanında, yürünen yollar güzelliklerle, doğruluklarla dolu olmalı. Aşkla, gerçek aşkla dolu olmalıdır. Yolun sonu da gerçek sevgilide son bulmalıdır. Ve gerçek sevgiliye varınca yol, o noktada bir bedevînin alabileceği en muhteşem ödülle devam etmelidir. Bedevîlik, yerleşik olan; ama aynı zamanda bâkilikle yıkanmış, cennet kokulu bir hayatla devam etmelidir...

Nurdan HUYUT

21.09.2006


Sarıya boyadım duvarlarımı

Sarıya boyadım duvarlarımı, Kan kızılını örtmek için gözlerimde Hüzne doladım yüreğimi, Bir çocuğum ölümüyle. Haykırış sömürülen bir şehrin sessizliğinde, molozlar arasında, bir ayağı kırık oyuncak, Sahibinden ayrı kalmamacasına. Donmuş gözyaşları saklı intifalarda. Sarıya boyadım duvarlarımı, İki elim arasında saklı tuttum başımı. İzlemedim ana haber bültenlerini, gazeteler manşetlerinde vermedi belki, renkli hayatlarla süslüydü sahifeleri. Sarıya boyadım duvarlarımı cesaretin terk edişine nispet yüreğimde. Duâya kalkmış ellerim isyan etmek de nefsime, Yardım etmenin başka yolu yok mu dur diye? Acziyetin sefilliğine beter yare, gözyaşları suskunluğun günahına perde, affedin analar, affedin, Filistinli Lübnanlı çocuklar affedin kan kızılına boyanan bu sarı duvarları…

Leyla GÖK

21.09.2006


Kendimiz olmalıyız

Başkalarının nefesiyle yaşayanlar,

sûni teneffüse muhtaç kalır

Batının her zamanki satranç oyunlarından biridir: “Rakibi kendi taşlarından ve kendi oyun kurgusundan soğutarak şah-mat yapmak.” Çeşitli ideolojiler çıkararak Müslümanları kendi inançları doğrultusunda değil de, rakibe çelme atmak politikasıyla yüz yüze bırakmıştır. Ve bizler de bu oyuna her zamanki ehvaniyetimizle “eyvallah” çekmişizdir. Meselâ “Kemalizm” çıkmışsa, karşı taraf “anti-kemalizm” yaparak buna karşı koyayım derken, kendi elindeki muhtevadan yoksun ve nisyankâr olmuştur. Başkalarının kazdığı kuyuya düşmemek için, kuyunun üstünden atlamak diye bir yol izlemişizdir ve her defasında kuyuya düşen biz olmuşuzdur. Oysa biz kendi inanç ve çabamızla o kuyunun olduğu yöne değil, kendi menzilimize ilerleyecek kapasitedeydik. Ama Batının bizi soktuğu muhalif şablon, her daim kendimize zaman ayırmayı unutturmuştur bize. Ve spekülatifliğimiz bile, İslâmî subjektifliğin yerini Batılı objektifliğe bırakmıştır…

Batı, televizyon yoluyla zihin işgaline zemin hazırlamıştır meselâ. Bunu gören Müslümanlar Batının yaptığı hamlenin aynısını yapmıştır. Ve yanılgıya böyle düşmüştür. Nitekim ismini İslâmî bir terimden alan basın organlarından biri, Batı medeniyetini uygulamakta batıyı bile imrendirecek duruma gelmiştir. Önceleri kendini bir derviş ilân eden o şahıs, Seda Sayanları dinleyecek kıvama gelmiştir. “Ben dervişim. Deprem olsa, Allah beni korur herkesten önce” diyen şahıs, Allah’ın dinini çiğnemekte şimendifer hızıyla çalışmıştır. Veyahut diğer bir İslâmî kanal, iftar vakti gayr-i meşru reklamlar sunmaktan çekinmemiştir. Bu olay ve olguların kaynağı, kendi kabuğumuzdan çıkarak muhteviyatımızı korumak için başka kabuklara bürünme isteğimizden kaynaklanıyor. Ve başkalarının kabuğunda kendi özümüzü kaybediyoruz…

Batı çoğu İslâm ülkesinde eğitime, daha doğrusu bütün maarif sistem mekânizmasına kendi çarklarını yerleştirmiştir. Nitekim burdan akan “öğrenci suyu” bu çarkların sıçrayıcı ve bulaşıcı kirinden çoğu zaman nasibini almıştır. Başörtüsü yasağı koymuştur mesela Batı. Bunu gören birtakım hayrünnisa tayfası, “Ben başka kabukta da korurum muhtevamı” diyerek oldukça rizikolu bir oyuna start vermiştir. Ve çoğu zaman yenilmiştir. Başka ırmaklardan su içeyim derken, kendi deresi susuz kalmıştır. Bundan sonra hep “özüne gurbet” ve “kendine yabancı” bir hayrünnisa nesli yetişmiştir maalesef. Ve nitekim bu kültür depremi, hayrünnisa tayfasının kendi öz tesettür giysilerini dahi enkaza sürüklemiştir.

Batı bizim içimizdeki aşk kavramını da kendi potasında eriterek bize gayr-ı meşrû bir aşk kavramı empoze etmiştir. Ve bizde bu manipülatif oyuna kanarak, kendi içimizdeki o İlâhî aşkı kaybedip yerine beşerî aşkı, yahut materyal aşkı koymuşuzdur. Oysa ubudiyetimizi boynumuza muska diye asıp topyekün bir duruş göstererek “aşk o değil, işte budur!” dememiz gerekirdi. Ama biz hep bize sunulan ekmeğe, üstüne tereyağı sürerek karşı çıktık. Batı komünizm ve liberalizm derken, bizler faize atıfta bulunduk.O kadar kullandık ki bu kelimeyi, faizi kendi ağzından lânetleyen birtakım güruh, faizde Batının iktisadî ve sosyo-ekonomik kurumlarını dahi sollamıştır.

Öyleyse bize düşen nedir? Nedir bu debdebenin analitik çözümü? Aslında çözüm çok basit. O eski gençliğe bir tevhid ıslığı çalarak, sokuldukları mağaradan çıkarmak. O öyle bir gençlikti ki, karşı cinsin yanında yüzü kızarırdı. O gençlik başkalarının silâh tetiğine ellerini sürmeden, kendi manevi silâhıyla tüm düşman ve şeytanları püskürtmüştür her defasında. Çünkü o gençlik, ölünce kimin azalacağını yahut kimin çoğalacağını çok iyi kestiriyordu. Belleğinde hep bir Uhud, hep bir Çanakkale yatardı. Öldükçe çoğalıyordu o gençlik. İşte biz o gençliği kaldığı yerden tekrar harekete geçmeye teşvik etmeliyiz. Ve başkalarının tezine karşı anti tez öne sürmektense, tez zamanda kendi tezlerimizi üretmeliyiz…

Murat KORKMAZ

21.09.2006


Bir sınav daha geçti ömürden

Bir sınav daha geçti ömürlerden. Bir koşuşturma daha yaşadı gençlik. Vicdan azabıyla yine geçti saatler. Aslında dünyayla beraber, bir ahiret sınavı daha geçmişti ömürlerden. Allah yine musibet süzgecinden elemişti…

Hayat yine iki tercih sunmuştu. Zordu dünyayı terk; ama ahireti terk daha zor olmalıydı aslında. Müeccel lezzet muaccel lezzeti mağlûp etmişti. Hazır lezzet isteyen nefis, bir dirhem için binlerce dirhem lezzetten feragat etmişti. Oysaki Allah bu imtihanlarla kullarını yükseltmek istiyordu. Şeytan ve nefis ve endişe-i istikbal beraber olunca, unutmuştu bir an nefis cennet lezzetlerini. Daha ötesi, rıza-yı ilâhîyi

Üstad bir gün düşünmüş. Nasıl olur da Müslümanlar bile bile hatta âyette seve seve deniliyor diye. Âhireti dünyaya tercih ederler. Sonra kalbine hatırlatılmışki endişeli istikbal çok şiddetlendiği için. Bütün lâtifeler onun yardımına koşmuş durumda. Nasıl ki insanın bir uzvu bozulsa, bütün uzuvlar vazifelerini unutur; ona koşar. Aynen öyle de endişe-i istikbal hissi bize rıza-yı ilâhîyi dahi unutturuyor…

Allah’ım bizi nefsimize uydurma. Tamah korkusu âyetlerini ezmekten korusun. Allah’ım şeytanı fiillerimizle öyle bir şekilde kovalım ki, ‘kaçacak yer yok mu?’ desin. Allah’ım bizi “Onlar dünya hayatını seve seve tercih ederler…” âyetine masadak etme. Allah’ım bizi ‘Benim âyetlerimi az bir dünya menfaatiyle değiştirme” âyetine masadak olmaktan koru. Âmin, âmin, âmin…

Hatice DURAK

21.09.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004