Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 21 Eylül 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Görüş

Türkiye’miz neden bir Japonya olamıyor?

Japonlar son derece sade, basit, yalın ve mütevazi yasayışları ile bilinirler. Evlerini mobilya ile eşya ile dolduranlar Japonlara göre ruhen tekamül edememiş, hayatın manasını anlayamamış, zavallı kimseler olarak görülür. Bu tür insanlarla Japonlar, zavallı, evini mezat salonuna çevirmiş diye eğlenirler. Bir insanin gösteriş için eşyanın esiri olması ne kadar acıdır.

Gelelim Japon ekonomisine. Vaktiyle Japon ekonomisi bir darboğazdan geçer. İç borçlar, dış borçlar gırtlağı aşmıştır. Zamanın başbakanı meclisi toplar. Kürsüye çıkar. Durumu olanca açıklığı ve tehlikeleri ile anlatır ve şu andan itibaren der, “Allah şahidim olsun ki, Japonların iç ve dış borçları son kuruşuna kadar ödenmeden, pirinçten başka bir şey yemeyeceğim. Şu üstümdeki elbiseden başka elbise giymeyeceğim.” Dediklerini de yapar, en üstten en alta bir israftan kaçınma kampanyası açılır. Japonya bütün borçlarını öder. Bu durumun toplumun bütün kesimlerini, tek istisna olmadan kapsadığını söylemeye gerek yok elbette.

Acaba Japonya şimdilerde nasıl?

Japon devlet adamlarının ve halkın yaşayışı şimdi bundan pek farklı değil. Nitekim Japonya’ya toplantı için giden bir bürokrat dostum yakın bir geçmişte anlatmıştı. Toplantı yerine zamanında, ancak biraz hızlıca ve biraz da terlemiş olarak giren Japon bakan, bizim Türk heyetini epeyce şaşırtır. Toplantı bittikten sonra, bizim heyetin bir üyesi Japon bakanın toplantıya neden bu vaziyette girdiğini merak eder ve meslektaşı olan Japon bürokrata sorar. Bizim heyet, duydukları karşısında şaşkına döner.

Meğerse, sayın Japon bakanın bir makam otosu bile yokmuş. Evinden metroya kadar birinci bisikleti ile geliyor, bisikletini metro durağına kilitliyor, metro çıkışında bekleyen ikinci bisikleti ile de bakanlık hizmet binasına geliyormuş. Toplantıya kan ter içerisinde katılması bundanmış.

Gelelim bize.

Son yıllarda hemen hemen tüm hükümetler, bürokratik saltanattan dem vurdular. Her hükümet başlangıçta ‘devasa ve lüks hizmet binalarına, makam otolarına artık paydos’ şeklinde açıklamalarda bulundular. Ne yazık ki, bu konuda başarılı olunamadığı bir gerçek. Makam otosu saltanatı, kamu hizmeti için ayrılmış hizmet araçları ile eskisinden daha görkemli şekilde devam ediyor. Çoğu kurumda, özellikle de belediyelerde, makam otolarının ve plakalarının renginin terör sebebiyle siyah olmaması nedeniyle trafikte pek çok gizli makam otosu bulunduğu da biliniyor. Öte yandan örneğin belediye başkanlarının yerli makam aracı kullanması zorunlu olması Taşıt Kanununun açık emri olmasına rağmen küçük belde belediye başkanları bile lüks ve yabancı menşeli makam otosu satın almaktan geri durmuyorlar. Bu meyanda yerel yönetimlerin gelirlerini artırmayı düşündüğümüz şu günlerde öncelikle belediyelerin harcama kültürünün oluşup oluşmadığını sorgulamamız gerekmiyor mu?

Türk halkı neden Japon halkı gibi üretken, tasarruflu ve çalışkan olamıyor? Veya bir Türk bürokratı ve devlet adamı neden bir Japon devlet adamı gibi verimli, kamusal israftan ve gösterişken uzak duramıyor?

Bu soruların cevabını bulursanız aşağıdaki sorunun cevabını da bulursunuz?

Sahi Türkiye ekonomisi, neden bir Japon ekonomisi değil?

Hakan YILMAZ

21.09.2006


Eylül ve yaz'a veda

Haziran, Temmuz, Ağustos derken Eylül’ün gelişi serin havaları da beraberinde getirdi. Sonbaharı getiren ilk aydır Eylül. Bir bitişi, bir tükenişi anlatır. Bu yüzden ayların da en cesaretlisidir Eylül. Eylül’ün gelişiyle telâşla toplanır yaz mevsimi. Ne rengârenk çiçekleri kalır, ne de yeşil yaprakları. Gitme vakti gelmiştir artık. Dürülür, toplanır ve gider belki istemese de. Sonu gelmiştir artık sıcak havaların.

Yeni gelen mevsimin adı sonbahardır. Sararmış ve yerlerde savrulan yapraklarıyla hatırlarız onu. Kuru yapraklarla dolu yollar içimizden geçen veda şarkılarının ve ruhumuzun derinliklerinde dolaşan hüznün fonu olur. Eylül, en güzel günlerin sonu olur. Her bir yaprağın dalından ayrılışı içimize dert olur. Dalından düşen her bir yaprağın yolu gurbete düşmüştür artık. Yaprak dalından ayrılır, kuş yuvasından. Bülbül gülünden ayrılır, gül bülbülünden. Gülün güzelliğinin solduğu andır bu mevsim. Ve hatırlatır her güzelin bir gün solacağını.

Ömrümüzün de mevsimleri vardır, ayları vardır. Ancak insanoğlu aldırmaz aynadaki solan yüze, ilk çizgilere. Saçlarına düşen ilk aklara. Oysa her mevsim kendine zaman ayırıp uzun uzun kendisiyle yürüyüşe çıkmalı insan. Kendisiyle sohbet etmeli. Meselâ Eylül’ün neler anlattığına kulak vermeli bu sıralar. Sonbaharın gelişini özümsemeli. Rüzgârların bestesini ruhunda duymalı. Belki hüzün çökecek içimize, biraz gözlerimiz dolacak. Ama ayrılıkları da, kavuşmaları da yaşamalı insan. Baharı ve yazı özlemeli. Sararan solan renklerin güzelliğini anlamalı. Her mevsimin, her ayın, her haftanın, her günün ve her anın bir daha tekrarı olmadığının bilincinde olarak yaşanmalı hayat. Ve her anımızdan lezzet almalı, bir şeyler öğrenmeliyiz. Bir kuru yaprağın dahi bize anlattığı, anımsattığı, öğrettiği birşeyler var. Geçtiğimiz yolların, karşılaştığımız insanların, kaldırım taşlarının, bir fincan çayın hayatımıza kattığı bir şeyler var.

Yaza veda ederken, sımsıcak ve bir çırpıda geçen yaz mevsiminin de hayatımıza kattığı bir şeyler olmadı mı? Oldu elbette. Serinlemek ve dinlenmek amacıyla sık sık gidilen kır gezileri, tatiller, ziyaretler vs. hayatımızda tatlı anılar bıraktı. Ve sonlarına yaklaştığımız Eylül ayının da bize yaşattığı güzellikleri, farklı lezzetleri oldu. Yaz mevsimine ve Eylül ayına veda ederken, ömrünüzün her ânını tatlı esintilerle geçirmenizi diliyorum.

Mehtap YILDIRIM

21.09.2006


Adım adım Ramazan-ı Şerif’e doğru...

Daha “dün” denilecek kadar yakın bir tarihte üç aylarlarla müşerref olduğumuzu hepimiz hatırlarız. Evet, 26 Temmuz 2006 tarihinde “1 Recep” diyerek bu mübarek ve anlamlı mevsime giriş yaptık. Hemen ertesi gün de, Üç aylardaki Kandiller zincirinin ilk halkasını teşkil eden Regaip Gecesinde hayır ve güzelliklere rağbet ederek, ümmet olarak Rabbimize yalvardık; İslâm âleminin içinde bulunduğu sıkıntıları gidermesi için yakarışlarda bulunduk. Dualar Dergâh-i İlahiye yükselirken gözyaşı sellerini de beraberinde götürdü.

20 Ağustos günü topyekûn bir birliktelikle omuz omuza vererek Miracı yaşamaya gayret ettik; muhasebemizi derinleştirerek miraçtaki kazanımlarımızın envanterini gözden geçirdik. Sorumluluklarımızı hatırlamaya çalıştık. Miraç gecesi vesilesiyle bizlere bahşedilen güzelliklere ne denli sahip çıktığımızı kendimize sorduk. Namaz miracı konusunda ne konumda olduğumuzu irdeleyerek bir öz eleştiri yaptık. Dayanışma ve kaynaşmamızı gözden geçirip durum tespiti yapma fırsatı bulduk.

25 Ağustos 2006 tarihinde bir baktık ki, Recep bize ‘elveda’ deyip bizleri Şaban’a teslim etmiş bile… Aman Allah’ım! Ne güzel teslim ve tesellüm! Şaban ayının kolları arasında Ramazan-ı Şerif’in kokusu iyiden iyiye hissedilmeye başlandı. Muhasebe daha da derinleşti hazırlıklar daha da hızlandı.

Ramazan öncesi son işaret taşı olan Berat Gececisini de geçen hafta idrak edip yaşamanın ve geride bırakmanın hazzını yaşıyoruz. İnşaallah, Hz. Peygamber’in vurguladığı rahmet çemberinin içinde yer almışızdır. Affedilenlerle birlikte biz de affı ve beratı hak etmişizdir. Çünkü Peygamber Efendimiz (asm) bu gecede Yüce Allah’ın kendisinden bağışlanma dileyenleri affedeceğini, içtenlikle yapılan duaları kabul edeceğini haber vermişlerdir. Ayrıca Berat gecesinin, tövbe ederek yanlış yoldan dönmek, günahların kalplerde bıraktığı kirlilikten arınmak, ilâhî affa ve rahmete ulaşmak, davranışlarına çeki düzen verip iyiye ve güzele yönelmek isteyenlerin önüne açılmış bir fırsat kapı hepimizin notları arasında yer almaktadır.

Bu yüzden, af ve mağfiret çağrısının yoğunlaştığı bu mübarek günlerde, Kur’ân-ı Kerim’in “Ey kendilerine kötülük edip aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz Allah bütün günahları affeder. Çünkü O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir” şeklindeki çağrısına kulak vererek kendimiz, ailemiz, ülkemiz, bütün Müslümanlar ve insanlık için dua etmeye devam edeceğiz inşaallah…

Bu heyecanla inşaallah, 23 Eylül 2006 günü yatsı sonrası kılacağımız ilk teravih gününe kadar bütün maddi-manevi hazırlıları bitirip 24 Eylül’deki ilk oruçlu güne, yani 1 Ramazan’a tam hazırlanmış olarak kavuşacağız.

Bunu sağlayabilmek için de hazırlıklarımızı gözden geçirmemiz gerektiğini düşünüyorum:

a)Şanına yakışır bir karşılama yapmamız için dayanışma, kaynaşma ve toplumsal kenetlenme adına mevcut bütün karelerimizi değerlendirmemiz;

b)Ramazan-ı Şerif’i karşılayacağımız çevrenin tertemiz olması gerektiğini düşünerek kalbimiz ve gönlümüzün kir-pas durumunu kontrol etmemiz;

c)Alışverişlerimizi nasıl yaptığımızı, müşterilerimizi nasıl karşıladığımızı kontrol etmemiz;

d)Komşumuzu rahatsız edici tavırlardan uzak olup olmadığımıza bakmamız;

e)Fakirimizi gözetip gözetlmediğimizi incelememiz;

f)Birbirimize ve kendimize karşı saygılı olup olmadığımızı, hak ve hukuka riayet edip etmediğimizi gözden geçirmemiz;

g)Konuşabilen, dinleyebilen ve duyduğu güzellikleri anlayıp uygulayan bireyler olma konusunda attığımız adımlara bakmamız… yapmamız gereken öncelikli görevlerdir. Aslında görev ve sorumluluklar listesi daha da uzatılabilir; ancak şimdilik bunlarla yetinelim…

Ramazan-ı Şerif’i umut, barış ve mutluluk dolu bir dünyada karşılayabilmemiz dileğiyle…

Y. Doç. Dr. Cüneyt GÖKÇE / HRÜ. İlahiyat Fakültesi Kelam

21.09.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004