Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 19 Ekim 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Faruk eşittir Elif, Dilipak eşittir Hrant

“Yüz Faruk”, “bir Hrant” eder mi?

Ya da...

Sadece “Bir Elif”, Lagendijk’in en muhteşem dikkatine mazhar olabiliyor ise...

Avrupalı “düşünce özgürlüğü savaşımcıları”nın dikkatini çekmek için kaç Faruk’un feda edilmesi gerekir?

Peki...

Ya Abdurrahman Dilipak?

İrapta mahalli var mıdır Dilipak’ın?

Ya da şöyle soralım:

Şöyle yüzlerce Abdurrahman Dilipak versek, acaba sadece “bir Orhan”ı karşılamaya yeter mi?

***

Tamam, tamam...

Bu kahrolası denklemi daha fazla zorlamadan, “Kim bu Faruk?” sorusuna yanıt verelim.

Efendim, Faruk Çakır, Yeni Asya Gazetesi’nin Yazı İşleri Müdürü’dür.

Kendisi geçen hafta 301. Madde’den yargılanmıştır.

Ancak...

Bu yargılamayı kimsecikler duymamış, görmemiştir.

Ne “Hepimiz Hrant’ız” diye bağıranlar...

Ne “Elif bizim canımız” diye slogan atanlar...

Ne “Orhan’a selam / Direnişe devam” diyenler...

Hiçbiri ama hiçbiri duymamış, işitmemiştir bu davayı.

Hatta...

Piyasaya çıkan romanları “Türklük başımda duman” hevesiyle “suç unsuru” yakalamak için okuyup, şikayet dilekçesi yağdıran “Pek makbul muhbir vatandaş” Kemal Kerinçsiz ve arkadaşları bile kayıtsız kalmıştır Faruk’un davasına.

Yani ne yuhalayanı olmuştur “zavallı” Faruk’un, ne de alkışlayanı.

Ayrıca...

Mesela İtalyan basınında bir makale çıkmamıştır.

Alman televizyonlarında küçük bir haber de yayınlanmamıştır.

Kısacası...

Faruk’un davası sakin bir şekilde geçmiştir.

Sessiz, sitemsiz...

Abdurrahman Dilipak da düşüncelerini açıkladığı için yargılanmıştır.

Savcı “beraat” istemiştir ama yargıç Dilipak’ın cezalandırılmasına karar vermiştir.

Bu olay da bir elektrik yaratamamıştır.

Ne “Bu çağda düşünce yargılanır mı hiç?” açıklaması, ne cezaya neden olan maddenin tartışmaya açılması.

Hiçbiri söz konusu olmamıştır.

Hükümet yetkililerine bu konuda Allah için tek bir soru dahi sorulmamıştır.

Hükümet yetkilileri de, kendi düşünce iklimlerinin akrabası olan bu iki mağdur için kıllarını bile kıpırdatmamışlardır.

***

Tamam, Hrant’ın yanındayız, Elif’in roman kahramanlarının yargılanmasını gülünç buluyoruz, Orhan’a yapılanları “revadır” diye karşılamıyoruz.

Bunu yaparken...

Orhan arkadaşımızdır, Hrant iyi adamdır, Elif’in yanında yer almak “şık” kaçar falan diye düşünmüyoruz.

Amacımız safdillik ölçüsünde düşünce özgürlüğünden yana tavır koymaktır.

İçtenlikle... Samimiyetle...

O zaman hep birlikte “Faruk eşittir Elif” ya da “Dilipak eşittir Hrant” denklemini devreye sokmamız gerekmez mi?

Hürriyet, 18.10.2006

Ahmet HAKAN

19.10.2006


 

2007 model koalisyonun ilk işaretleri

Şu belli.. İlk seçimde sandıktan koalisyon çıkacak.. Bu kadar kesin ifadeyle nasıl konuşuyorsun diyeceksiniz?

Ne kadar ihtiyatlı davranırsanız davranın, bütün veriler koalisyon diyor..

Bir parti yüzde 43-44 oranında oy alacak ki tek başına iktidarı görsün..

İmkânsız..

Aman, 2002 ile bugünü sakın kıyaslamayın.. O farklı bir durumdu..

2002’de.. Sivil 12 Eylül ihtilali oldu..

Bu kez partilerin kapısına kilit vurulmadı ama beter edildi..

10 milyon seçmen de sisteme küstüğü için sandığa gitmeyince ortaya acayip bir durum çıktı..

İşte yüzde 36 ile tek parti iktidarı böyle bir ortamda doğdu..

Bir daha da olması mümkün değil..

Yüzde 40’ın üstü gerekli..

AKP ile CHP’nin yanında DYP ve MHP de baraj üzerinde oy alırsa; iki değil, üç parti koalisyonu bile çıkabilir.. Çünkü işin içine Güneydoğu’dan gelecek bağımsız adayları da katın.. Onları da bir parti gibi düşünün..

Peki bu ortamdan nasıl bir koalisyon çıkar?

İşte bütün hesaplar bunun üzerine..

En yakın iki parti: AKP ile DYP..

En yakın iki lider: Erdoğan ile Ağar..

O zaman bizi 2007 yılında AKP-DYP iktidarı mı bekliyor?

Olabilir..

Ağar her ne kadar “asla, asla AKP’li koalisyon içinde olmam. Böyle bir şeyi düşünmem” dese bile o günün şartları ne getirir kimse bilemez..

Bu ülkede can düşmanı olan Çiller ile Yılmaz bile koalisyon hükümeti kurmadı mı? Kamuoyu zorladı, istemeye istemeye ortak oldular.. 3.5 ay zor dayandılar..

O zaman anlaşan iki lider ortaklık kurarsa daha iyi değil mi?

Ağar’ın Rize’ye cenazeye gitmesi.. Başbakan’ın ağabeyinin tabutunu Ağar’la birlikte taşıması.. Dün hastaneye kaldırılan Erdoğan’ı ziyaret eden ilk liderin Ağar olması dikkat çekici..

İki lider arasında bir sevgi bağı, bir sempati var, bu belli..

İşte bu yakınlaşmayı görenler bugünden şu yorumu yapıyor..

AKP-DYP iktidarına hazır olun..

Vatan, 18.10.2006

Mehmet TEZKAN

19.10.2006


 

Asker ve siyasetçi

“Asker sınıfı kendini toplumun bir ifadesi olarak görmüştür. Meşrutiyet subayı orduyu yalnızca Osmanlı devletinin kilit siyasal kurumu olarak görmüyor, varisi olduğu siyasal erki, öncelikleri ve ayrıcalıkları sahiplenerek koruyan, kendine özgü ayrı bir siyasal kimliğe sahip, kutsal ve dokunulmaz bir kurum olarak kabul ediyordu.

Ne zaman ki farklı örgütler ya da gruplar devleti subay sınıfının pençesinden çekip alacak siyasal bir siyasal güç edinmeye kalkışmış ya da bunu başarmışsa, subaylar üstünlüklerini yeniden kurmuştur.

Osmanlı İmparatorluğu’nun yenilgisi ve dağılması ve arkasından geriye kalan yaşamsal topraklarının işgal edilmesi, toplumsal kurumları yabancı denetim altına sokmuştur.

Subay sınıfı, yabancı varlığını üstünlüğünün erimesinin esas nedeni olarak algılayınca, üniformalarından aldıklarına inandıkları kurtarıcılık vasıfları nedeniyle Türk ulusunun kaderiyle kendilerini iyice özdeşleştirdiler.

Bu yüzden iddia ediyorum ki, neredeyse sürekli iç karışıklıkların ve dış çatışmaların yaşandığı bir dönemde, kaos içinde düzenin yeniden kurulabilmesi amacıyla çekirdek örgütlenmesi için birincil ve yönlendirici kuvvet orduydu. Gerek 1909’da, gerekse 1919’da askerler eylemlerini bu gerekçeyle meşrulaştırmış, böylesi durumlarda gelecekteki seçenekleri mümkün kılabilecek tek seçeneğin ordu olduğunu ileri sürmüşlerdir.”

Naim Tufan “Jön Türklerin Yükselişi” adlı kitabında Meşrutiyet’ten bu yana ordunun siyasetteki rolünü bu şekilde değerlendiriyor.

Gerçekten de ordu o tarihten bu yana, o dönemde meşrutiyeti, Cumhuriyet döneminde de sınırlarını kendilerinin belirledikleri demokratik bir rejimi sürdürüp korumayı amaçlamıştır.

Şimdi gerek AB yolunda atılan adımlar, gerekse iktidardaki partinin yapısı orduyu açıkça rahatsız etmektedir.

Ancak bu rahatsızlık Mehmet Ağar örneğinde olduğu gibi, iktidarla sınırlı kalmamaktadır. Ordu, muhalefetin siyaset alanının sınırlarını da belirleme çabası içindedir.

Türkiye’nin sivil siyasete soyunan liderleri de ordunun bu rolünü içselleştirmiştir açıkçası.

O yüzden Demirel ve İnönü Kürt realitesini tanımakla kalmış, Yılmaz “AB yolu Diyarbakır’dan geçer” dedikten sonra bir daha sesini çıkarmamış, Çiller İspanya yolunda Bask modelinden söz edip sonra sözünü geri almış, Erdoğan ise Kürt Sorunu dedikten sonra bir daha sorun kelimesini ağzına almaktan çekinmiştir.

Ama Türkiye’nin geldiği noktada bu durum 10 yıl öncesinden çok farklıdır. Askerin siyasetteki rolü toplumun önemli bir kesiminde rahatsızlık yaratabiliyor.

Bütün müdahalelerin onay mercii Washington’ın AB’yi tek hedef olarak göstermesi, ordunun da AB hedefini bir kalemde silip atamıyor olması oyun sahasını daraltıyor.

Bu açık komutanların balans ayarı olarak gördükleri açıklamalarla kapatılmaya çalışılıyor.

AB’de tren kazası meydana gelmediği sürece bu gerilim ortamının böyle süreceği anlaşılıyor. Ancak AB projesinin kazaya uğraması her şeyi sil baştan yaptırabilir tabii.

Sabah, 18.10.2006

Ergun BABAHAN

19.10.2006


 

Kariyer yapan subaylar

Haber Akşam gazetesinde yayınlandı:

Türk Silahlı Kuvvetleri’nde 130 subay profesör, 227 subay doçent, 200 subay yardımcı doçent ve 274 subay doktor (tabip) bulunuyor. Şu anda 4 bin 740 personel yüksek lisansta okuyor. Şimdiye kadar yüksek lisans yapanların sayısı ise 5 bin 84 . ( 17 Ekim )

Gazetenin Yayın Yönetmeni Serdar Turgut, bu verileri yorumlarken, “TSK’nin modern tavrını nasıl sürdürdüğünü ve aynı zamanda insanların en güvendiği kurum olma karakterini nasıl koruduğunu merak ediyorsak” bu rakamlara bakmamız gerektiğini belirtiyor.

Eğitim ile TSK’nin siyasi ‘ konumu’ arasında kurulan bu bağa birkaç itirazım var:

1) Turgut’un sözünü ettiği ‘ modern tavır’, herhalde ‘ laiklik vurgusu’. Ancak bunun TSK’nin yükselen eğitim seviyesiyle bir ilgisi yok. Çünkü: a) TSK zaten Atatürk’ten beri en çok laiklik konusunda titizdir. Bunun eğitimle bir ilgisi bulunmuyor. 1930’ların subay kadrosu da öyleydi, şimdiki kadro da öyle. b) Eğitim kendiliğinden Turgut’un ‘modern tavır’ dediği şeyi getirmez. TSK’nin hemen her zaman rahatsızlık duyduğu tarikat ve cemaatler; profesör, doçent, tabip, avukat, mühendis dolu.

2) Gelelim ‘güven’ konusuna. Bunun iki boyutu var: a) Ülke güvenliği (sınırları koruma, vs.) konusu ki zaten TSK’den başka bir kurum yok. Orduya güvenmeyeceğiz de kime güveneceğiz? b) ‘Çizgisini yalpalamadan sürdürme’ anlamında güvenme ki bunun da eğitimle bir ilgisi bulunmuyor.

3) Haberi veren Mutlu Çölgeçen, “ tayin ve terfilere olumlu katkısı olduğu için birçok subay ve astsubay akademik kariyer yapıyor” demiş ki bu da ne laiklikle ilgili, ne de güvenle!

Özetle: Bu tip eğitim verilerinden hareketle o sonuca varılmaz.

Sabah, 18.10.2006

Emre AKÖZ

19.10.2006


 

Komutanlar da dinlemeli

Bana göre, (Ağar) söylenmesi gereken şeyleri söylüyordu.

Dahası bu ülkede, bu cesur sözleri söyleme hakkına kim sahiptir diye sorarsanız, listenin başına yazılması gereken isimlerden biri oydu.

Dolayısıyla onun bu konuda söylediği sözleri büyük bir dikkatle dinlemeli ve ciddiye almalıyız.

Sadece biz değil, komutanlar da dinlemeli.

Ve şunu en samimi duygularımla belirtmek istiyorum.

Eğer hem siyasetçiler, hem askerler, hem halk olarak tepkilerimizle Mehmet Ağar’a geri adım attırırsak, emin olunuz ki ülkemize büyük zarar veririz.

Bırakın o, doğru zamanda söylenmesi gereken doğru ve cesur sözleri söylesin.

Reytingler, anketler ve tıklamalar aksini söylese de, birilerinin, söylemeyi çoktan hak ettiği bu sözleri söylemesini engellemeyelim, tam aksine, teşvik edelim.

Hepimiz bunun yararını görürüz.

Hürriyet, 18.10.2006

Ertuğrul ÖZKÖK

19.10.2006


 

Büyükanıt ve Ağar: Yeni haller…

Gazetelerde 17 Ekim 2006 tarihli bir haber… Birlikte okuyalım: “İngiliz hükümetinin Irak’a asker göndererek yanlış yaptığını ima eden İngiltere Genelkurmay Başkanı Orgeneral Sir Richard Dannatt, politik yelpazenin her kanadından, muhalefet partileri dahil ağır şekilde eleştiri aldı. “İngiliz siyasetinin önde gelen isimleri, Genelkurmay Başkanı’nın hükümetin politikalarını kamuoyu önünde eleştirmesini –bu görüşlere katılsalar dahi– anayasa ihlali olarak nitelediler ve tekrar etmesi durumunda general hakkında yasal işlem yapılması gerektiğini savundular. “BBC’ye konuşan eski İçişleri Bakanı David Blunkett, ‘Sanırım bundan ders çıkarılacak. Bizde askerin karar alma mekanizmalarında yer alması diye bir olay yoktur’ dedi…” Birkaç gün öncesi… Tarih 14 Ekim 2006… Gazetelerde diğer bir haber… DYP lideri Mehmet Ağar’ın, “Benim dönemimde asker konuşamaz. Asker konuşuyorsa hükümet yok demektir” demesine Genelkurmay Başkanı Büyükanıt’tan şu yanıt geldi: “Ben Türkiye’nin geleceği, rejimin laik yapısıyla ilgili olarak konuştum… Bu başlıklar hakkında konuşmanın siyasetle bir ilgisi yok O zat iktidar da olsa biz bunları konuşuruz…” Böylece Türkiye, Büyükanıt’ın ağızından Türkiye’nin geleceğinin siyasi bir mesele olmadığını, siyasetçinin işi olmadığını öğreniyordu… Nitekim Ağar’ın “Ha babam dağda silah sesleri olacağına, düz ovada siyaset yapsınlar” sözlerine de yanıt vermekten geri kalmıyordu Genelkurmay Başkanı. “Bu bir genel af çağrısıdır. Bunu şiddetle kınıyorum” diyor ve ekliyordu: Ağar, “anaların feryatlarını duyduğunu söylüyor. Herhalde ‘cumartesi anaları’nın feryatlarını kastediyor...” Bir yanda asker kendisine verilen görevle ilgili küçük bir yorum yapmaya kalkıyor, tüm siyasi aktörler bir araya gelerek askere yerini gösteriyor, tekrarı halinde sorumlunun görevden alınacağını hatırlatıyorlar… Diğer yanda hükümeti ve muhalefetiyle siyasetçi konuşuyor, asker yanıt yetiştiriyor… İcraat yapılıyor, asker eleştiri yetiştiriyor. Siyasi karar alınmaya kalkılıyor, asker hüküm yetiştiriyor. Siyasi öneri ileri sürülüyor, asker yanlışını, doğrusunu tespit etmeye soyunuyor… Nitekim Türkiye’de Genelkurmay Başkanı, bir siyasetçinin, Ağar’ın “Ha babam dağda silah sesleri olacağına, düz ovada siyaset yapsınlar” sözlerine “Bu genel af çağrısıdır. Karşıyız, olmaz” diyebiliyor. Ve her ne hikmetse askere göre bu siyaset dışı… Ama gerçekte siyasetin daniskası… Diyelim ki Ağar ya da bir başkası Güneydoğu sorununu çözmek için tedbirlerin arasına genel affı koydu. Bu bal gibi siyasi bir karar ve siyasi bir adımdır. Buna yetkisi olan siyasetçinin, bu yetkiyi kullanmaktan dolayı taşıdığı kurumsal, politik ve hukuki sorumluluk vardır… Peki o zaman askere ne oluyor? Genel af ya da başka bir öneriyi kınama, beğenmeme hakkını nereden kendisinde buluyor? Kimi şehit analarının “vatan sağ olsun diyemiyorum” şeklindeki sözleri için “bir ananın feryadını, gözyaşını anlamayanlar siyasette duramazlar” diyen, siyasetçiye, bir asker, “herhalde cumartesi anaları’nın, (yani PKK’lı militanların) feryatlarını kastediyor” deme cesaretini nereden buluyor? Üstelik bu söz gerek içeriği gerek düzeyi itibariyle kötü siyasetin dik alası değil midir? Eğer Genelkurmay Başkanı bunları doğal kabul ediyor, bu toplum onu onaylıyorsa, kimse bir daha demokrasiden söz etmeye kalkmasın… Demokrasi, anlaşılan Batı’nın öte yakasında yaşamaya devam edecek… Yeni Şafak, 18.10.2006

Ali BAYRAMOĞLU

19.10.2006


 

Suçlu oruç değil

Sayın Başbakan hem memlekete hizmeti hem de Cenabı Allah’a ibadeti gereken dengede götürmeyi bilmesi gerekirdi... Hekimler açıkladı; Başbakan Yardımcısı Abdullah Gül doğruladı: Başbakan gece sahurda doğru dürüst bir şey yememişti... TV’de haberler geçmeye başladığında Prof. Dr. Osman Müftüoğlu’yla beraberdik. Benim gibi zor bir ‘obez’le uğraşmayı yıllardır inatla sürdürüyor. Sigarayı bırakmamdaki katkısından yola çıkıp kilomu da halledeceğine inancını hiç yitirmedi. Osman Hoca da katılıyor: ‘Oruç usulü gereği tutulur, öğün kaydırmasına uyulursa, sağlığa hiçbir zararı yok, tam tersine yararı var!’ dediler. O nedenle Başhekim Yardımcısı’nın açıklaması doğru değildi... Yani, ‘Oruca bağlı kan şekeri düşüklüğü’ değildi neden... Orucun gereklerini yerine getirmemiş olmaya bağlı kan şekeri düşüklüğü idi... Nefsi terbiye edip, zihnin ve duyguların daha da zenginleşmesine hizmet ettiği ifade edilen orucu, bu olayda suçluymuş gibi göstermek yanlış yani...

Akşam, 18.10.2006

Ali SAYDAM

19.10.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004