Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 23 Ekim 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Ayıbını yüzüne çarpmak!

Sözcüklerin özgürce uçuştuğu... Sözcüklerden herkesin gönlünce dünyalar kurabildiği... Tabuların yaratıcılığı zehirlemediği... Düşüncelerinden dolayı insanların baskı görmediği, yargılanmadığı, zulme uğramadığı bir dünyada yaşamaya dönük özlem...

Hiç dinmiyor.

Bugüne kadar kim bilir Voltaire’li kaç yazı yazdım. Ne demişti:

“Fikirlerinizden nefret ediyorum. Ama sizin onları savunabilmeniz için hayatımı vermeye hazırım.”

Fransa Voltaire’i unuttu!

Avrupa’nın önde gelen entelektüellerinden Timothy Garton Ash geçen gün İngiliz The Guardian gazetesinde şöyle yazıyordu:

“Fransa Millet Meclisi gerçeğe, adalete ve insanlığa ne de şahane bir darbe indirdi. Bravo! Oysa bizler tarihe, ulusal kimliğe ve dine ilişkin yeni tabular yaratmak yerine, kara kaplı kitaplarımızda varlığını sürdüren tabuları ortadan kaldırmalıyız. Bu tür kitaplara sahip olan Avrupa ülkeleri, yalnız kutsal değerlere hakareti değil, Holokost’un inkârını suç sayan yasalarını da kaldırmalı. Yoksa çifte standart suçlamaları geri çevrilemez.

Avrupa olarak ne zaman ki kendi evimizin içini temizlemeye hazır oluruz, ancak ondan sonra İslamcılardan, Türklerden ve başkalarından aynısını yapmalarını rahatlıkla talep edebiliriz.

Gün yeni tabular yaratmak değil, var olanları yıkmak günüdür. Hem kel hem fodul olamayız!”

Ünlü İngiliz tarihçisinin bu sözleri, yalnız Avrupa için değil, Türkiye için de geçerlidir.

Biz de önce kendi evimizin içini temizlemek zorundayız. Yoksa hem kel hem fodul durumuna düşeriz.

Fransa, nasıl ifade özgürlüğünü ya da Voltaire’i unuttuysa, Türkiye olarak bizim durumumuz da hiç parlak değil. Çünkü sözcükler bizim ülkemizde de özgürce uçuşamıyor.

Tabulardan korkuyoruz.

Korkmayanları yargılıyoruz.

Düşünce hâlâ suç olabiliyor.

İfade özgürlüğünün tepesinde Demokles’in kılıcı gibi sallanıyor, 301 ile birlikte Ceza Yasası’nın başka bazı maddeleri...

İşte son örnekler:

Yeni Asya gazetesi Yazı İşleri Müdürü Faruk Çakır yargılanıyor. Vakit gazetesi yazarı Abdurrahman Dilipak, savcının beraat istemine karşın 11 ay hapse mahkûm edildi. Chomsky’nin Türkçeye çevrilen bir kitabından dolayı Aram Yayınevi’nin sahibi Fatih Taş, editör Lütfü Taylan, çevirmenler Ömer Kurhan ve Ender Abaoğlu da 301’den dolayı yargılanıyorlar. Sırada bir başkası var:

Dünya çapında bir Sümerolog olan 92 yaşındaki Muazzez İlmiye Çığ...

Doğrudur, ülkemizde yargılananlar sadece Orhan Pamuk, Elif Şafak ya da Hrant Dink’ten ibaret değil.

Evimizin içini düzeltmeliyiz.

Tam zamanıdır.

Fransa’ya, Avrupa’ya ders vermek, onlara Voltaire’lerini anımsatmak ve ayıplarını yüzlerine çarpmak istiyorsak, tam zamanıdır 301 gibi kendi ayıplarımızdan kurtulmak için...

Milliyet, 22 Ekim 2006

Hasan CEMAL

23.10.2006


 

655 bin ölünün hesabını verin

Irak Savaşı’nın Türk medyasındaki destekçilerinin en önemli savı, önce kitle imha silahlarıydı.

Saddam’ın kimyasal, biyolojik silahları olduğu, atom bombasına sahip olmasının an meselesi olduğu iddiaları fos çıkınca, Washington’daki neo-con ağabeyleri gibi anında kıvırttılar.

Bu sefer “Saddam korkunç bir katildi, diktatördü, kimyasal gazlarla binlerce Kürdü öldürdü. Şimdi Amerika, Irak’a ve bölgeye demokrasi, huzur ve barış getirecek. Bölgede diktatörlükler devri kapanacak”a dönüştü. Ancak savaşın ardından geçen bunca zamanda Bush ve Amerikan yönetiminin Irak’a getirdiği, birbirini boğazlayan kardeş halklar, bölgede geniş bir savaş olasılığı, her gün can veren yüzlerce insan oldu.

İngiliz “The Independent” gazetesi önceki gün içler acısı bir rapor yayınladı.

2003’ten beri Irak’taki sivil can kaybının 655 bini aştığını açıkladı Independent. Savaş yanlısı medya üstatları bu haberleri iç sayfalara ustaca gizledi elbette.

655 bin sivil ölü.

Gözünüzde canlandırmaya çalışın.

13 tane Fenerbahçe Stadyumu tribünlerinin Iraklı masum insan ölüleriyle doldurulduğunu bir hayal edin. Ölülerin konuşamadığını ve tribünleri büyük bir sessizliğin doldurduğunu gözlerinizin önüne getirin.

Onların “Biz niye öldük” dercesine boş bakan gözlerinin içine bakın bir an için.

El-Kaide, kitle imha silahları, demokrasi ve barış yalanlarına kurban edilen 655 bin insanı düşünün bu bayram.

Sonra dönün bizim savaş yanlılarına sorun, “Niye böyle sessizsiniz beyler. Hani siz haklıydınız? Savaşı desteklemek, 655 bin insanın kanında suç ortağı olduğunuz anlamına gelmez mi? Şimdi niye savunmuyorsunuz kutsal savaşınızı” diye sorun. Onların yüzü kızarmaz ama siz yine sorun. Bir bayram günü bu masum ölülerin ruhuna saygıdan sorun. Sorunuzu seslendirirken bu 655 bin kişinin yarısının sadece yeterli sağlık hizmeti olsaydı kurtarılabileceğini aklınızın bir köşesinde tutun. Bay Cheney’nin dostları, Rumsfeld’in destekçileri biraz daha zengin olsun diye savaşın başında Irak’a temel hizmetlerin götürülmesi için yollanan 20 milyar doların nasıl çalındığını unutmadan sorun bu soruyu.

Bu soruyu sorarken bu anlamsız savaşın bedelini canlarıyla ödeyen küçük çocukları düşünün. Onların yüzde 70’inin ishal veya solunum yolları rahatsızlıkları gibi basit bir klinikte bile tedavi edilebilecek hastalıklardan öldüğünü unutmayın.

Bu savaşın fikir babalarından American Enterprise Institute’un arkasındaki isim olduğu söylenen Jonah Goldberg’in bu savaş için “Denemeye değer bir hataydı” dediğini düşünün ve sesinizi yükseltin.

Yükseltin ki, kimse Bush’ların, Blair’lerin, Exxonlar’ın, BP’lerin kirli savaşının sözcülüğüne soyunamasın bu topraklarda. Bu bayram namazı dualarınızı ederken Irak’ta pisi pisine canından olan 655 bin Iraklıyı unutmayın.

Sabah, 22 Ekim 2006

Ergun BABAHAN

23.10.2006


 

Kıtlık günleri ve karneli hayatlar

Günümüz Türkiye’sinin ekonomik tablosundan şikâyetçiyiz... Gelir az, ihtiyaç fazla, borç gırtlakta, işsizlik çığ gibi... Listeyi uzatmayayım...

Geçmişi hatırlayıp halimize şükredelim demek istemiyorum elbette. Ama bundan tam 64 sene önce yani 18 Ekim 1942’de hükümetin ekmeği karneye bağlama kararı aldığını, o dönemin koşullarında şeker kıtlığı dolayısıyla nişastaya asit katılarak gikoza dönüştürmek, çayı kuru üzümle içmek türünden yollar icad edildiğini, ordunun ihtiyacı dolayısıyla köylünün elindeki öküzlere el konulduğunu unutmamak lazım.

Kuşkusuz 2. Dünya Savaşı’ydı yaşanan kıtlığın sebebi... Ankara siyasi bakımdan tam bir kararsızlık içindeydi. Müttefikler bastırdığında İngitere ve Fransa’yla ittifak anlaşması imzalanıyor, Almanya sert çıktığında yan çiziliyordu...

Hitler, ‘Alman orduları Türkiye hududuna 50 kilometre mesafede duracak’ teminatı verse de Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak’ın aldığı kararla Büyükçekmece’den başlayıp Kırklareli ve Edirne’ye uzanan ve Çakmak Hattı diye anılan 200 kilometrelik surun inşası için ülkenin bütün kaynakları seferber ediliyordu. Ve İstanbul başta olmak üzere altı vilayette karartma uygulaması vardı. Sadece elektrikle aydınlanmayı değil o dönemde kaç evde elektrik olduğu ayrı mesele- temelde gaz lambasıyla aydınlanmayı sınırlayan bir karardı bu. Ampuller, lambaların cam aksamı maviye boyanırdı.

Vesika Ekmeği

Vesika Ekmeği diye bir kavram işte o günlerin eseri... Devlet herkes için bir gün yarım, bir gün çeyrek ekmek istihkakı belirlemişti. Ve alınması dağıtılan kuponlarla yapılırdı. Her gün ekmek karnesinin bir kuponu kesilir, fırıncıya verilirdi. Üstelik bugün tadını bildiğimiz ekmekten de söz etmiyoruz. Arpa ağırlıklı, buğday unu miktarı sınırlı, elenmeden üstün körü yoğurulduğu için, içinden taş, toprak, tahta parçacıkları ve pişmeyip topak halinde kalmış hamurun çıktığı tatsız tuzsuz bir şeydi 1940’ların ekmeği. İşgal günlerinden kalma francala kelimesiyle isimlendirilmiş Fransız ekmeği de vardı elbette ama Cumhurbaşkanı İsmet İnönü Çankaya Köşkü’nde bunun yenilmesini yasaklamıştı.

Kızılay’ın aş ocağı kurup bedava sıcak yemek dağıttığı günlerden söz ediyorum. İnsanlar ellerinde teneke kaplarla yemek kuyruğuna girip saatlerce beklerdi. Şeker savaş öncesine kıyasla 30 kat pahalılaştığı için çayın kuru üzümle içildiği, uzun süre dayanması için ayakkabıların altına kabara denilen metal koruyucuların çakıldığı, izleri sonraki yıllarda da devam eden dönemdir bu. Örneğin savaş yıllarının etkisinin büyük ölçüde azaldığı 1948’de doğmuş olmama rağmen çocukluğumda hatta gençliğimde topuğuna ve burun kısmına demir çakılmamış ayakkabı giydiğimi hatırlamıyorum. Aynı şekilde bir yeri yırtılıp söküldüğünde ‘örücüye’ götürülüp onartılmamış elbise de. Kaldı ki elbise dediğimiz de yeni alınmış bir kumaştan değil, evdeki en yetişkin kişiden başlayıp yıllar içinde ters-yüz edilip yeniden dikile dikile en küçüğe kadar herkesin sırayla giydiği, arada boyaya yatırılarak rengi değiştirilen bir şeydi. Yamalı elbise giymenin doğal sayıldığı, aksinin istisna olduğu çok az kişinin palto giyebildiği yıllardı. Yoksullar çoğunluktaydı kuşkusuz, ama zengin insan var mıydı derseniz, pek yoktu. Gelire bağlı olmaksızın herkes aynı okula gider, aynı tür okul önlüğünü giyerdi.

Radikal, 22 Ekim 2006

Avni ÖZGÜREL

23.10.2006


 

Yâr ile bayram

Erenlerden ulu bir kişi; Hacı Bayram-ı Velî “Hamd-u senâlar, hamdu senâlar, Yâr ile bayram kıldı bu gönlüm!” diyerek, bayrama hak kazandığı bilincini, ni’metini açıklamıştır. Günlük hayatın gürültüsü içinde kendimi öyle kaptırdım ki takvim bayramının yaklaştığını, bu bayramın kendi âlemimde de bayram olabilmesi için ne “hal”de olmam gerektiğini yine düşünemedim.

Yüce Sevgili’nin sözüyle, “insanlar tarağın dişleri gibi eşittir”. Bu ne demektir? İnsan haklarının temeli olan “insanlık değeri” açısından aynı hizadadırlar. “İstisnasız kural yoktur” kuralı da bir kural olduğuna göre, kendi hükmünü doğrulayabilmesi için, istisnâsız bir kuralın var olması gerekir. Ne var ki, artık bu kuralın da istisnası olamaz. Mantık dışı olur. İstisnasız kural nedir? “Eşitlik ilkesi”dir. Yine erenlerden bir ulu; bu istisnasız ilkeyi “yetmiş iki millete bir göz ile akma” öğütü ile açıklar. Bu ulu kişi de Yunus Emre’dir.

Burada hemen zihnimize şu soru doğar: Eşitlikten söz ederken, bir de ermiş kişiden söz etmekle, kendi kendini yalanlamış olmuyor musun? Demek ki eşitlik ilkesinin de istisnası varmış! Cevabım şöyledir: -Kural, “her bakımdan, mutlak olarak eşitlik” değildir. İstisnasız olan kural; insan haklarının temeli olan insanlık onurunda eşitliktir. Bütün insanlar bu ilke gereğince tarağın dişleri gibi aynı hizadadırlar. Ne var ki, adaletin bir de ikinci boyutu vardır ki o da “hakkaniyet” boyutudur. Eşitlik adaletinin mutlaklığını -hiçbir kıvırtma yapmaksızın- kabul etmeyenin, hakkaniyet (kıst-equite) boyutundan nasîbi olmaz. Hakkaniyet, somut olayda (maşahhas hadisede) “Primus İnter Pares” (eşitler arasında birinci) olanı ayırabilmek demektir. Erenlerin önceliği de Alemlerin Rabbi olan Allah ile sevgi bağının yoğunluğuna göre belirlenir. (Ekrem olan etkaa olandır. Bu alanda primus inter pares olma, takvâ iledir. Hucurât, 49/13) Biz insanlar arasındaki ilişkilerde “somut olay adaleti”ni gerçekleştirebilmek için cehd ve gayret göstermekle yükümlüyüz. Allah katında en sevgili olanlar sırasını, Allah’ın bildirdiği sıralardan sonraki sıralarda bilemeyiz. Ancak, özü ve sözü bir olup kendisi ile sohbetten Yüce Sevgili’nin kokusunu aldığımız kişileri, takım tutma havasına girmeksizin severiz.

Gelecek yıl inşaallah toplum olarak daha alfabesini öğrenemediğimiz “insanlık onurunda eşitlik ilkesi”nin bilinci ile, Yãr ile bayram kılabiliriz. Yüce Sevgili ile bayram kılabiliyorsak, “Canlar canı” ile bayram kılabilmişiz demektir.

Yüce Sevgili; “zulümle birşey elde eden adam bizden değildir” buyurur. Yine o Yüce Sevgili: “Müslüman bir ülkenin Müslüman olmayan vatandaşlarına zulmeden kişinin hasmı benim ve ben kimin hasmı isem, Din Günü’nde İlâhî Divan’da husûmetimi güderim” buyurmuştur. Yüce Sevgili’yi seven, onun açacağı kamu davasında sanık olmayı göze alabilir mi? Heyhat! Ulu Kurban, İnsanlık Şehidi, Yüce Sevgili’nin gözbebeği Huseyn’in mazlûmiyetine onay mühürü basıp da kendi gönüllerini mühürlemiş olanlara bu söz hiç etki etmez. Ne var ki sadece gaflette olanlara etkisi olur.

İyi ve kötü yargısı; “ulusal çıkarlara uygunluk” ölçütü ile belirlenmez. Kaldı ki “ulusal çıkar” perdesini kaldırdığımız anda, bu perdenin ardında gizlenenin bir çıkarca topluluğu olduğunu görürüz, gerçek anlamda “kamu yararı”nın ardında da sadece -her iki boyutu ile- adalet ilkesini bulabiliriz.

Adalet ilkesinden; “say hatırımı/sayayım hatırını!” mülâzası ile, “mütekaabiliyet şartı” ile kaytarılamaz. Çünkü “zarar yoktur” ilkesi, “mukabele biz-zarar yoktur” ilkesi ile tamamlanmıştır. Tabiî Hukuk’ta, yine Yüce Sevgili’nin öğrettiği gibi, “zarar da yoktur, zırâr da!” Ancak meşru müdafaa vardır.

Adalet ilkesinden, ustalıklı terim îcatları ve kullanımları ile de kaytarmak mümkün değildir. “Amaller niyetlere göredir” Hitler’in, soykırım terimini kullanmayıp “nihaî çözüm” (Endlösung) gibi terimler kullanması, O’nu ahlâkî sorumluluğundan kurtaramamıştır. Farzedelim ki, Tehcir Kanunu’nun adı “Ermeni Ötenazisi Kanunu” olsa idi, bugün de, “soykırım” diyenler “Ermenilere ölüm yardımı kamu hizmetinin sunulması” ifadesini kullansa idiler, sorun çözülmüş mü olacaktı?

Tekrar ediyorum, ahlâkî ve cezaî sorumluluk şahsîdir, kimse kimsenin yükünü yüklenemez, ne var ki milleti, dini ne olursa olsun, bir kimseye, kendisi hiçbir suç işlemediği halde mensubiyeti dolayısı ile zulmedilmiş ise, zalimin de mensubiyetine bakılmaksızın, zulümden ve zalimden teberrî etmek, Yâr ile bayram kılabilmek için elzemdir. Yâr ile bayram kılma derdinde olmayanlara gelince, kendi yârları kendilerine yâr olduğu sürece, her günlerini bayram saymada muhtardırlar.

Alkışımız alkış, kargışımız kargış, bayramamız Yâr ile bayram olsun!

Yeni Şafak, 22 Ekim 2006

Hüseyin HATEMİ

23.10.2006


 

Durup düşünmek

Dünya da, Türkiye de bir anafora kapılmış gibi. Olayların akışı, mutlak diye tanımlanmış durumların hızla değişmesi insanın başını döndürüyor. İster istemez geçmişte olayları anlamlandırmaya yarayan kesinliklerden medet umuyor insan. Halbuki o kesinliklerin bugünün koşullarında hükmü yok. Ancak değişimin hızı, yönü ve ufuktaki tehlike içeren belirsizlikler karşısında da bilinene sığınmak en kolay, en sağlam çözüm gibi gelebiliyor.

Belki bayram sırasında gündelik hırgürün ötesinde hem bugünü anlamlandırmaya çalışmak, hem de yarının nasıl kurulabileceğiyle ilgili, hırslarla zehirlenmemiş bir düşünce çalışması yapmak mümkün olabilir. İçeride ve çevresinde pek çok belayla yaşamak zorunda olan Türkiye açısından böylesi bir durup, düşünme hayli de gerekli.

Bu ihtiyacın giderek yaygınlaşan şekilde hissedildiğini gösteren işaretler var ortalarda. Bunlardan biri Genelkurmay Başkanı ve komuta heyetinin çıkışlarının geçmişteki etkiyi yapmamış olmasıysa, bir diğeri de hiç kuşkusuz Mehmet Ağar’ın çıkışıydı. Kamuoyunun belli bir kesimi Ağar’ı kolayca içine sindiremez. Bir diğer bölümü ise onda muhtemelen dirayetli devlet adamı profili görüyordur. Ağar’ın sivilasker ilişkileri, terörle mücadelede siyasetin yeri ve toplumsal mutabakat gerekliliği hakkında söyledikleri bu nedenle her iki kesimi de şaşırttı.

Kapı açıldı ama giren yok

Ağar’ın bu çıkışları ve sözünün arkasında durması, Türkiye iç siyasetinde son dönemlerde yapılmış en anlamlı çıkış ve açılımdı. Bir bakıma siyasetin en temel kurallarından biri sayılan “radikal adımları muhafazakarlar atabilir” beklentisine uygundu. Onun ötesinde Türkiye’yi kilitleyen en çetrefil meselede siyaset alanını ferahlattı, ciddi bir tartışmanın önünü açtı.

Bu çıkışın normal koşullarda iktidar partisini yüreklendirmesi, milliyetçi görüneceğim diye askıya aldığı reform hamlelerine yeniden başlamasını kolaylaştırması gerekirdi. Ancak öyle anlaşılıyor ki iktidar partisi Ağar’ın açtığı kapıyı görmektense kendini CHP’nin olumsuzluktan beslenen muhalefetine endekslemeyi yeğliyor. Böyle yapınca da iktidarın son yılında Türkiye’ye yeni cumhurbaşkanı (ve o seçime bağlı olası gerginlikler) dışında ne verebileceği konusundaki endişeleri körüklüyor.

Tek zorunluluk: değişim

Türkiye’nin yeni bir toplumsal mutabakata ve gelecek vizyonuna duyduğu ihtiyaç artık iyice belirgin. Bu, Türkiye’nin iç dengelerinin yeniden kurulması, kalkınma modeli arayışları ve dış politikasında konumunun zorunlu kıldığı rasyonallikte hareket edebilmesi için gerekli. AB süreci bu arayışın nispeten daha kolay yapılabilmesi için bir araç. Son dönemdeki gerginlikler sürecin bu niteliklerini zayıflattı gibi görünse de hedef önemini kaybetmiş değil. Bu nedenle hedefin peşini, bazı AB üyesi ülkelere rağmen bırakmamak Türkiye’nin geleceğini kurmak açısından önemli.

Bir dönem ülkenin hedefe kenetlenmesini sağlayan süreç Kıbrıs nedeniyle kesilse dahi Türkiye’nin yeni bir kurgu yapma, kendisine vizyon oluşturma gereksinimi ortadan kalkmayacak. Tersine o çıpanın eksikliğine rağmen Türkiye gene de demokrasisini geliştirmek, laiklik ilkesini çağın gerçeklerine göre yeniden tanımlamak, Kürt meselesini iç savaşa yol açmadan çözmek, dış politikasında hezeyanlardan kurtulmak zorunda kalacaktır. Yani değişme zorunluluğundan kurtulmak mümkün değildir.

İçerideki ve Türkiye’nin etrafındaki karmaşa ile başa çıkmada geçerli olmayacak bir tek çizgi varsa o da geleceği kurmayı, geçmişin yöntemleri ve takıntılarıyla başarmaya çalışmaktır.

Sabah, 22 Ekim 2006

Soli ÖZEL

23.10.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004