Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 17 Kasım 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Enstitü

 

Varlığın besmelesi olan sevgi

Varlığın besmelesi Âlemlerin Rabbi’nin güzelliklerine yönelik çok güçlü bir duygu olmalıdır. Bu mukaddes ve mualla duygu ile şekillenen varlık idrak sahiplerinin kalp ve ruhlarında tekrar aynı sevgi mânâsına dönüşmeyi hedefleyen bir süreç ortaya koymaktadır. Aklın klavuzluğu ile ortaya çıkan Rabbi’ni tanıma yani marifetullah mânâsı, kalpte oluşturduğu sevgi duygusu ile ve şefkatle kemal noktasına ulaşmış olur.

Varlığın doğru anlamlandırılması kişinin hayata bakışı ve kendini tanımlaması açısından çok önemlidir. Kâinat ferde Âlemlerin Rabbi’nden bir hediye mânâsı ile yansıdığında ve varlığın arka planını teşkil eden sevgi lisanı anlaşıldığında eşya kevnî telkinlere dönüşecek hayat her anı ile bir terapi mânâsında algılanacaktır. Varlıklar ile her an sevgisini dile getiren bir Güzelliklerin Sahibi Zat’a muhatap olduğunun farkındaki ferdi yıkabilecek hiçbir olay yok gibidir. Her yeni gün farklı bir gülümseme ve her an hayata bağlılığı güçlendiren farklı bir ifadeye muhatap oluş anlamına gelecektir. Her ana ve her işe Rahman ve Rahim olan ve bu mânâlarla varlığı kuşatıcı bir sevgi ile yoğurmuş olan Zat’ın algılanması ile işlere başlamak Rabb’in sevgisini tekrar fark etmek ve eşyanın gerisinde, varlıklara ruh olan nur-u Muhammedi (a.s.m.) ile aynı frekansta buluşmak anlamına gelecektir.

İnsanın yeryüzündeki asıl amacı kendisine verilen kabiliyetlerle yaratılmış olanlara muhatap olmak ve bir kitap şeklinde hazırlanmış, muhteşem san’atlarla süslenmiş kâinat kitabını okumaktır. Bu anlamda şuur sahiplerine verilmiş olan akıl varlığın anlamlandırılması noktasında önemli bir yerin oturmakta ve hayatın can alıcı bir boyutunu teşkil etmektedir.

Varlığın işleyişinde hayatın merkeze oturması yine hayatın en önemli fonksiyonlarından biri olan aklı da çok önemli bir konuma yükseltmektedir.

Akıl maddî âlemin anlaşılıp bir anlam içerisinde değerlendirilebilmesi için en önemli araçlardan biri olmalı. Ancak bu melekenin işleyiş alanı ve sahip olduğu veriler açısından, birikimi ortaya koyduğu sonuçlar açısından büyük önem arz ediyor. Mantık kuralları aklın üzerinde gideceği yol oluşturma açısından önemli bir alt yapı oluşturma ve insanın maddî âlemle ilişkilerini belirleme açısından önemli bir yere oturuyor.

İnsanın mülk boyutu ile olan ilişkileri esas olarak matematik ve mantığın belirlediği bir alana oturtulabilir. Varlık âleminin işleyiş kuralları çerçevesinde doğru ilişkiler ancak bu çerçeveye oturtulabilir. Zaten mülkün katılığı ve işleyen kuralların pek esnek olmaması çoğunlukla bu duruma zorlamaktadır. Matematik kurallarının işlediği akıl ve mantık alanında bu kurallara uymama bir boyutu ile fıtrî şeriat kurallarına itaat etmeme anlamına geldiği için çoğunlukla maddî çarkların işleyişi içinde ezilme sonucunu doğuracaktır. Aklın ve matematiğin alanında bilim kuralları işlemekte, çünkü bilimin ana yapısını bu alanın incelenmesi sonucu ortaya çıkan kurallar oluşturmaktadır. Maddî planın şekillendirilmesinde akıl ve bilim gerçekten çok önemli yol gösterici unsurlar ve esas alınması, dikkat edilmesi gereken belirleyicilerdir. Bu unsurlar maddî varlığın işleyişini okudukları için onlara uyulmaması yine varlığın işleyişi ile cezalandırılacaktır. Böyle bir itaatsizlik başarısızlık, geri kalmışlık, refah seviyesinin düşüklüğü, hayatın kalite düzeyinin azalması gibi sonuçları doğuracaktır.

Hayatımızın ve şu ana kadar yaşanmış insanlık hayatının önümüze koyduğu çok önemli bir tecrübe de varlığın yalnızca maddeden ibaret olmadığı ve işleyişin tamamını aklın işleyiş kurallarına sığdırabilmenin ve matematiğin verileri ile izah edebilmenin mümkün olmadığıdır. Âlemlerin Yaratıcısının özelliklerinde yani sıfatlarında çoğunlukla matematiğe ya da doğru yorumlanmış bilime aykırı bir taraf olmamalıdır. Çünkü matematik ve bilim O’nun maddî âlemde işleyen ve âdet haline dönüştürdüğü uygulamaların bir sonucu olup kaynağını O‘ndan almaktadır. Ancak bunlar O’nun özelliklerinin ve sıfatlarının sadece belirli bir açıdan görünüşünü, sadece maddî planda algılanan şeklini ifade etmektedir. Orada yansıyanlar O’nun özelliklerinin tamamı olamazlar ve O’nun sahip oldukları maddî âleme ve aklın alanına tamamen sığmayacak kadar geniş ve maddenin kuşatamayacağı şekilde sınırsızdırlar. İnsan ise O’nu anlamaya, O’nu hissetmeye, O’nu sezmeye namzet olarak yaratılmış bir varlıktır. O yüzden idrakini, sezgilerini ve algılarını maddî âlemle sınırlamamalı, sadece kendi aklının sığlığına indirgememelidir. Varlığın genelinde hissedilen küllî akıl ve eşya içinde gözlenip eşyanın ötesine geçen özellikler de fark edilebilmeli numuneler ve gölgeler âlemi asıllar ve menbalar olarak algılanmamalıdır. Âlemimizde yaşananlar sadece gerçeğin ip uçlarıdırlar, kendisi değildirler. Gerçeği yalnızca maddî âlemde aramak ve yalnızca aklıyla aramak idrakin sığlığına ve hayallerin, sezgilerin, güçlü intikallerin âlemlerimizde oluşturduğu zenginlikten uzak kalmaya ve mânâların yalnızca algıların darlığında kalmasına yol açacaktır.

Akıl marifet yoluyla kalbe bir yol açar, gerçek mânâların zemini kalpte ve duygular şeklinde ortaya çıkıyor olmalıdır. Bugünün dünyasında maddenin zihinleri bütün katılığı ile kuşattığı zeminde duygularda iyice küllenir oldu. Oysa asıl mânâlara ve hayatın gerçek anlamına maddenin arka planındaki güzelliklere ulaştıracak olan duygulardır. Sadece maddî ve katı bir âleme muhatap ve eşyanın kendisine yöneltilmiş sevgi ve bağlılıkla duygu dünyası şekillenmiş fertler kâinat kitabının mânâ zenginliğine asla ulaşamayacaklardır.

Oysa eşyanın ve maddenin en güzel yanı ferdin duygu dünyasında yaşattığı mânâlardır. İşte hayatın anlamlandığı nokta bu olmalıdır. Bu noktaya ulaşmış ferdin dünyasında hem hayat, hem de onu şekillendiren her unsur tek tek anlamlıdır.

Varlığın besmelesi Âlemlerin Rabbi’nin güzelliklerine yönelik çok güçlü bir duygu olmalıdır. Bu mukaddes ve mualla duygu ile şekillenen varlık idrak sahiplerinin kalp ve ruhlarında tekrar aynı sevgi mânâsına dönüşmeyi hedefleyen bir süreç ortaya koymaktadır. Aklın klavuzluğu ile ortaya çıkan Rabbi’ni tanıma yani marifetullah mânâsı, kalpte oluşturduğu sevgi duygusu ile ve şefkatle kemal noktasına ulaşmış olur. Yani ferdin kemal noktası kalbinde muhabbetullah mânâsının oluştuğu noktadır. Muhabbetullah sosyal hayata şefkat tarzında yansıyan bir duygu olmalıdır. Aklın varlığa muhatabiyeti şeklindeki tefekkür ile Kâinat Sultanı karşısındaki acz ve fakrını idrak eden kul muhatabiyetinin zirvesine ulaşır ve şefkat türünden karşılık beklemeyen samimane ve ruhunun ta derinliklerini saran ve gönlünden eşyaya uzanan bir sevgi hisseder. İşte acz, fakr, şefkat ve tefekkür mesleğinin varlığa yönelik işleyişi ve nihayetinde hasıl olan muhabbetullah böyle bir şey olsa gerektir.

17.11.2006


 

Birey ve devlet

Asrımızın büyük İslâm âlimi ve mütefekkiri Bediüzzaman Said Nursî'nin Risâle-i Nur'da temel hak ve sorumluluklara, parlamenter sisteme, demokratik değerlere İslâmî referanslarla sahip çıktığını görmekteyiz. Demokrasinin kurum ve kurallarıyla işlemesi ise, hem bireyin temel hak ve sorumluluklarının gelişmesine, hem de toplumun yararına olacaktır. Böylece devlet, kendinden beklenen hizmeti mükemmel mânâda sağlamış olacaktır.

Hürriyet

Bediüzzaman, başkasına zarar vermemek şartıyla, (sefahet ve rezalet de olsa) insanın dilediğini yapmakta serbest olduğu görüşünü kabul etmemiş, hürriyeti, başkasına zararı dokunmadığı gibi kendisine de zararı dokunmayacak şekilde yorumlamıştır. 1

Kamu hürriyetleri bireylerin hürriyetlerinin toplamından meydana gelir.2 Yani toplum içinde yaşayan herkes başkalarına zarar vermeden kendi özgürlüklerini toplum içinde yaşayabilmelidir. Bu sebeple ferdin hürriyeti toplum için yok edilemez.

Kuvvetler ayrılığı

Devletin sahip olduğu güç ve yetkiler tek bir elde toplanmamalı; yasama, yürütme ve yargı organları arasında dağıtılmalıdır. İdeal devlet, kuvvetler ayrılığına dayalı devlettir.

Devlet teşkilâtında kuvvetler ayrılığı uygulaması Hz. Ömer devrinde başlamıştır. İdare ve hayır ayrımı yapılmış, bunun yanında devletin en yüksek müzakere ve karar organı olarak bir şûra meclisi kurulmuştur. Bu meclis, kabile mümessilleri ile halk temsilcilerinden teşekkül etmekteydi.

"Meşrûtiyet hâkimiyet-i millettir. Yani efkâr-ı ammenin misal-i mücessemi olan mebûsan hâkimdir; hükûmet hâdim ve hizmetkârdır." diyen Bediüzzaman, yasama ile yürütme arasındaki farkı ve kuvvetler ayrılığını çok güzel bir şekilde ifade etmiştir.

Bediüzzaman mebusların vazifesinin, ahkâm ve hukuku değiştirmemek ve idarecilerin hilelerine meydan vermemek için kanunları yapmak olduğunu ifade etmiştir. Ayrıca din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması ve her ikisinin de birer şûra ve meclis şeklinde olması gerektiğine dikkat çekmektedir. 3

Parlamento ve seçimler

Demokratik sistemlerde halkın iradesini temsil eden ve halkın yönetime iştirakinin yegâne yolu olan meclis sistemi, Asr-ı Saadette ve Dört Halife Devrinde gerçekleşmiştir.

Bediüzzaman, Şûra Sûresi: 38, (Onların aralarındaki işleri istişare iledir) ve Al-i İmran Sûresi 159. (Ve işlerde onlarla istişare et) âyetlerinde emredilen meşvereti demokrasinin temeli olarak görmektedir.

Bediüzzaman, 1923'de Ankara'da Büyük Millet Meclisine "Ey ehl-i hal ve akd!" şeklinde hitap4 ederken, seçimle teşekkül eden Meclisi özü itibariyle, Hulefa-i Raşidin Dönemindeki ve Asr-ı Saadetteki şûradan farklı görmediği anlaşılmaktadır.

Yine Bediüzzaman, kolay etki altında kalabilen bir kişinin iradesi yerine halkın reylerinin toplanması ve birleşmesiyle hasıl olan Meclis iradesinin daha kuvvetli olduğu, toplum ve medeniyet için hayatî önem taşıdığını ifade etmektedir.5 Münâzarât adlı eserinde Meclis-i Mebusanı millet hakimiyetinin tecelli ettiği yer olarak göstererek, şahs-ı mânevinin devlet işlerini daha kolaylıkla ve maharetle yürüteceğini belirtmektedir. Meclise dayanan bir hükümet de görevlerini daha iyi yerine getirecektir. Çünkü ülkenin her yanından seçilerek gelen temsilcilerin üretecekleri fikirler ve milletin dertlerine bulacakları çareler ülkenin gerçeklerine uygun olacaktır. 6

Mebus hürdür, hiçbir tesir altında kalmamalıdır diyen Bediüzzaman, Meclisin en önemli özelliğini de ortaya koymaktadır. Hür olmayan bir Meclisin gerçek anlamda işlerini meşveretle görmesi mümkün olmayacaktır.7

Bediüzzaman; meşrûtiyetin uygulanmasında mebuslara, İslâmiyeti hükümlerine kaynak edinmelerini ve düsturlarını tatbik etmelerini tavsiye etmekte ve böyle yapmakla onlara "… acabâ bu kadar faydaları ile berâber ne kaybedeceksiniz?” diye de sormaktadır. 8

Ombudsmanlık

Ombudsman, idarenin eylem ve işlemlerinden menfaatleri zarara uğrayan vatandaşların mağduriyetlerinin giderilmesi ve kamu hizmetlerinin yerindelik yönünden değerlendirilmesini sağlayan bir mekanizmadır. Bütün tarafların üzerinde mutabık kaldığı tarafsız kişi veya kurumdur. Adına kamu denetçisi de denmektedir.

Günümüzde görevini kötüye kullanma, rüşvet, rant sağlama, hırsızlık, yolsuzluk gibi durumlarda, ombudsman uygulamasının da yararlı olduğu kabul edilmektedir. Ombudsman uygulamasının, demokrasinin gelişmesine ve sivil toplumun oluşmasına da önemli katkıları olabilir.

Ombudsmanlık kurumu Osmanlı'daki Ahîlik kurumuna benzetilebilir. Ahîlik Kurumu'nun liderinin seçimi demokratik usûlde yapılır ve göreve getirilen kişide, dürüstlük, liyakat, tarafsız olma özellikleri aranırdı. Bağımsız ve tarafsız bir kurum olarak faaliyet gösteren ve aynı zamanda sivil toplum kuruluşu olan Ahîlik, devlet ile vatandaş arasındaki sorunların çözümünde, hakların korunmasında halkın vekilliği görevini yerine getirmiş halkın gözlemcisi durumuna gelmiştir.9

Ülkemizde yönetim ile ilgili şikâyetlerin çözüme kavuşturulması amacıyla, saygınlığı genel olarak kabul edilen kişi ve gönüllü vatandaşlardan oluşan "ombudsman büroları" oluşturularak, halkın şikâyetlerinin azaltılması ve bireylerin memnuniyetinin arttırılması suretiyle güçlü idare karşısında bireyin hak ve menfaatlerinin korunması, kanaatimizce Risâle-i Nurdaki hak ve hürriyet, meşveret, adalet ve kanun hakimiyeti gibi kavramlara uygun düşmektedir.

SONUÇ

Bireyler toplumun temel taşını oluşturmaktadır. Toplumda bireyler arasındaki ilişkiler ve alış verişlerde adaletin sağlanması ve bireylerin temel hak ve özgürlüklerinin korunması için devletin varlığı zorunludur. Ancak burada vurgulanması gereken husus, temel amacın devlet olmayıp bireyin hak ve özgürlüklerinin korunması olduğudur.

Tek başına devletin varlığı bu amaç için yeterli değildir. Devletin demokratik ve hukukun üstünlüğünün egemen olması da gerekir. Bunun için de yasama, yürütme ve yargı erkleri arasında, denge içinde ahenkle işleyen kuvvetler ayrılığı sisteminin oluşturulması şarttır.

Bireylerin temel hak ve özgürlüklerinin tam olarak sağlanmasının diğer bir şartı da bireylerle devlet arasındaki ilişkilerde bireyin devletin haksız uygulamalarından etkilenmesini önleyecek mekanizmaların kurulmuş olmasıdır. Sivil toplum kuruluşlarının bu konuda anahtar bir role sahip oldukları kabul edilmelidir.

Günümüzde toplum ve ekonomi çok karmaşık hale gelmiştir. Eski devlet ve yönetim anlayışları köklü bir şekilde değişmiştir ve hızla değişmeye devam etmektedir. Bu karmaşık yapı içinde yönetimin etkin ve adil olması devletin yeniden yapılandırılmasını gerektirmektedir. Bu çerçevede gündeme gelen kavram etkin devlet anlayışıdır. Böyle bir devlette kanun hizmetleri hızlı tam ve en düşük maliyetle gerçekleştirilebilir; hak ve özgürlüklerin korunması tam olarak sağlanabilir.

Bediüzzaman'ın Kur'ânın çağdaş bir tefsiri olan Risâle-i Nur Külliyatı'nda ortaya koyduğu görüş ve düşüncelerin bu çerçevede temel hak ve sorumluluklara vurgu yaptığı; meşrûtiyet yani demokrasinin katılımcılık, eşitlik, adalet, hukukun üstünlüğü, birey hakları, imtiyazsızlık, parlamenter sistem, özgür seçimler, hürriyet, şeffaflık gibi kavramlara atıf yaptığı görülmektedir. Bu görüşlerde özellikle parlamenter sistem, seçim ve demokratik değerlerin (demokrasinin) İslâm ile çelişmediği bilâkis olgunlaşmış bir demokrasinin İslâma yaklaşacağı ortaya konulmaktadır.

Sonuç olarak; asrımızın büyük İslâm âlimi ve mütefekkiri Bediüzzaman Said Nursî'nin Risâle-i Nur'da temel hak ve sorumluluklara, parlamenter sisteme, demokratik değerlere İslâmî referanslarla sahip çıktığını görmekteyiz. Demokrasinin kurum ve kurallarıyla işlemesi ise, hem bireyin temel hak ve sorumluklarının gelişmesine, hem de toplumun yararına olacaktır. Böylece devlet, kendinden beklenen hizmeti mükemmel mânâda sağlamış olacaktır.

DİPNOTLAR

1- "Nâzenin hürriyet, âdâb-ı şeriatla müteeddibe ve mütezeyyine olmak lâzımdır. Yoksa, sefahet ve rezaletteki hürriyet, hürriyet değildir. Belki hayvanlıktır, şeytanın istibdadıdır. Nefs-i emmâreye esir olmaktır."

"Hürriyeti, âdâb-ı şeriatla takyid ediniz. Zira cahil efrad ve avâm-ı nâs kayıtsız hür olsa, şartsız tam serbest olsa, sefih ve itaatsız olur." (Tarihçe-i Hayat , s. 57).

2- "Hürriyet-i umumî, efrâdın zerrât-ı hürriyâtının muhassalıdır." (Beyanat ve Tenvirler, s. 40).

3- Münâzarât, s. 80.

4- Mesnevî-i Nuriye, s. 86.

5- “Bir ince teli, rüzgâr her tarafa çevirebilir. Fakat içtimâ ve ittihat ile hâsıl olan hablü'l-metin ve urvetü'l-vüskâ değme şeylerle tezelzül etmez. İcmâ-ı ümmet, şeriatta bir delil-i yakînîdir. Rey-i cumhur, şeriatta bir esastır. Meyelân-ı âmme şeriatta mûteber ve muhteremdir." (Münâzarât, s. 40)

6- Münâzarât, s. 42.

7- "O vücud-u nûrânînin kuvvete bedel, hayatı haktır, kalbi mârifettir, lisânı muhabbettir, aklı kânundur, şahıs değildir. Evet, meşrûtiyet hâkimiyet-i millettir; siz dahi hâkim oldunuz. Umum akvâmın sebeb-i saadetidir; siz de saadete gideceksiniz. Bütün eşvâk ve hissiyât-ı âliyeyi uyandırır; uyku bes, siz de uyanınız. İnsanı hayvanlıktan kurtarır; siz de tam insan olunuz. İslâmiyetin bahtını, Asya'nın tâliini açacaktır. Size müjde. Bizim devleti ömr-ü ebedîye mazhar eder. Milletin bekâsıyla ibkâ edecek; siz daha me'yus olmayınız." (Münâzarât, s. 23).

8- Ey meb'usân! Uzunluğu ile berâber gàyet mûciz bir tek cümle söyleyeceğim. Dikkat ediniz, zîrâ itnâbında îcaz var. Şöyle ki: Meşrûtiyet ve kànun-u esâsî denilen adâlet ve meşveret ve kànunda cem'-i kuvvet, bu ünvan ile berâber, asıl Mâlik-i Hakikî ve sâhib-i ünvân-ı muhteşem (1) ve müessir ve adâlet-i mahzâyı mutazammın (2) ve nokta-i istinâdımızı temin eden (3) ve meşrûtiyeti bir esâs-ı metîne istinâd ettiren (4) ve ehvam ve şükûk sâhibini varta-i hayretten kurtaran (5) ve istikbal ve âhiretimizi tekeffül eden (6) ve menâfi-i umûmiye olan hukûkullâhı izinsiz tasamıftan sizi tahlis eden (7) ve hayât-ı milliyemizi muhafaza eden (8) ve umum ezhânı manyetizmalandıran (9) ve ecânibe karşı metânetimizi vé kemâlimizi ve mevcûdiyetimizi gösteren (10) ve sizi muâheze-i dünyeviye ve uhreviyeden kurtaran (11) ve maksat ve neticede ittihad-ı umûmiyeyi tesis eden ( 12) ve o ittihadın rûhu olan efkâr-ı âmmeyi tevlid eden (13) ve çürük mesâvi-i medeniyeti hudûd-u hürriyet ve medeniyetimize girmekten yasak eden (14) ve bizi Avrupa dilenciliğinden kurtaran ( 15) ve geri kaldığımız uzun mesâfe-i terakkîde-sırr-ı i'câza binâen-bir zamân-ı kâsirede tayyettiren (16) ve Arap ve Turan ve İran ve Sâmileri tevhid ederek az zamanla bize bir büyük kıymet veren (17) ve şahs-ı mânevî-i hükûmeti Müslüman gösteren (18) ve Kànun-u Esâsînin ruhunu ve On Birinci Maddeyi muhafaza ile sizi hıns-ı yeminden kurtaran (19) ve Avrupa'nın eski zann-ı fasidlerini tekzib eden (20) Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm hâtem-i enbiyâ ve Şeriatın ebedî olduğunu tasdik ettiren (21) ve muharrib-i medeniyet olan dinsizliğe karşı sed çeken (22) ve zulmet-i tebâyün-ü efkâr ve teşettüt-ü ârâyı safha-i nûrânîsi ile ortadan kaldıran (23) ve umum ulemâ ve vâizleri ittihad ve saadet-i millete ve icraat-ı hükûmeti meşrûta-i meşruaya hâdim eden (24) ve adâlet-i mahzâsı merhametli olduğundan anâsır-ı gayr-ı müslimeyi daha ziyâde te'lif ve rapteden (25) ve en cebîn ve âmi adamı en cesur ve en has adam gibi hiss-i hakikî-i terakkî ve fedakârlık ve hubb-u vatanla mütehassis eden (26) ve hadim-i medeniyet olan sefâhet ve isrâfat ve havâyic-i gayr-i zarûriyeden bizi halâs eden (27) ve muhafaza-i âhiretle berâber imârı dünyâ etmekle sa'ye neşat veren (28) ve hayât-ı medeniyet olan ahlâk-ı hasene ve hissiyât-ı ulviyenin düsturlarını öğreten (29) ve herbirinizi, ey meb'uslar elli bin kişinin takazasını, yâni haklarını sizden dâvâ etmelerini hakkınızda tebrie eden (30) ve sizi icmâ-i ümmete küçük bir misâl-i meşrû gösteren (31) ve hüsn-ü niyete binâen a'mâlinizi ibâdet gibi ettiren (32) ve üç yüz milyon Müslümanın hayât-ı mâneviyesine sû-i kasd ve cinâyetten sizi tahlis eden (33) ol "Şeriat-ı Garra" ünvâniyle gösterseniz ve hükümlerinize me'haz edinseniz ve düsturlarını tatbik etseniz; acabâ bu kadar fevâidi ile berâber ne gibi şey kaybedeceksiniz? Vesselâm. Yaşasın Şeriat-ı Garra!

Said Nursî, (26 Şubat 324, Dinî Ceride, 73, Mart 1909). (Hutbe-i Şamiye, s. 88).

9- Galip Demir, "Ombudsman Aranıyor".

17.11.2006


 

Sir Thomas Arnold (1864-1930)

İngiliz asıllı araştırmacı olup, İslâm tarihi ve medeniyeti üzerine eserler neşretmiştir. İslâm tarihini tarafsız bir şekilde inceleyen ve ön yargılardan arınabilen müsteşriklerin ilklerinden olmuştur. Kendi dönemine kadar, Müslümanların Hıristiyanları zor kullanarak İslâmiyet'e dahil ettikleri tezi ileri sürülürken, bunun aksini ifade ederek Hıristiyanların gönüllü olarak din değiştirdiklerini belirtmiştir. Uzun süre Hindistan'da bulunmuş ve buradaki bazı kolejlerde felsefe derslerini okutmuştur. İngiltere'de ise Hintli öğrencilere danışmanlık yapmıştır. Risâle-i Nurda İslâmiyetle ilgili görüşlerinden alıntı yapıldığı için ismi zikredilmektedir.

Thomas, Nisan 1930'da İngiltere'de doğdu. İlk ve orta öğrenimini tamamladıktan sonra lise eğitimine Cambridge Magdalene College'de devam etti. Yüksek öğreniminden sonra yurt dışına giderek çalıştığı anlaşılmaktadır.

Thomas, 24 yaşında iken Hindistan'a gitti. Bilindiği gibi o tarihlerde Hindistan İngiltere işgali altında olup sömürgesi konumundaydı. Thomas da buraya 1888 yılında geldi ve on yıl boyunca burada bulundu. Hindistan'da bulunduğu süre zarfında Aligarh'ta bulunan Mohammedan Anglo-Oriental College adlı eğitim kurumunda hocalık yaptı ve daha çok felsefe derslerini okuttu.

Aligarh'ta on yıl kalan Thomas, 1898 yılından itibaren Lahor'a geçti. Burada da felsefe derslerini okutmaya devam ederek Government College adını taşıyan okulda hocalık yaptı. Sözü edilen iki kurumda toplam 16 yıl gibi uzun bir süre kaldıktan sonra 1904 yılında İngiltere'ye döndü.

Yurduna dönen Arnold, beş yıl kadar kütüphanecilik yaptı. İndia Offici'nde yardımcı kütüphaneci olarak çalıştı. İngiltere'de bulunduğu süre zarfında Hindistan ile olan irtibatını kesmedi. Özellikle buradan gelen öğrencilere danışmanlık yapmaya başladı. Uzun bir süre de bu danışmanlık işini devam ettirdi. Encyclopedia of İslam adlı ansiklopedinin ilk neşriyatı gerçekleştirilirken kendisi de bu ansiklopedinin ilk İngiliz editörü oldu.

Thomas, Hindistan'da bulunduğu süre zarfında ve daha sonraki dönemde de değişik vesilelerle irtibatını devam ettirmesi, önemli bir birikime sahip olması vb. sebeplerden ötürü olmalıdır ki, 1921 yılında Londra Üniversitesi'nde görevlendirildi. Burada da kendisine Arap ve İslâm Araştırmaları profesörlüğü payesi verildi. Ölüm tarihi olan 1930 yılına kadar bu görevi sürdürerek dokuz yıl boyunca bu çalışmayı yürüttü.

Sir ünvanına da sahip olan Thomas, müsteşrikler içinde bazı özellikleri itibariyle öne çıkan ve ilklerden biri olan bir araştırmacıdır. Genellikle İslâm dünyası ve inancına taraflı bakan, ön yargılardan kurtulamayan bir çevreden gelmesine rağmen, bu önyargılardan kurtulan kişi oldu. On dokuzuncu yüzyılın neredeyse sonuna gelinene kadar, İslâmın yayılışını zorlamayla olduğu tezi iddia edilirken, Thomas'la birlikte zorlama değil, gönüllü kabulün olduğu yazılmaya başlandı. 1896 yılından itibaren özellikle Hıristiyanlıktan İslâma geçişlerde zorlamanın değil, gönüllü din değiştirmelerin olduğu kabul gördü (Abdulhakim Murad; "Geçmişe Duyulan Özlem Olarak Hidayet: Büyük Misakın Uzantısı", Köprü S. 91, Yaz-2005 ). Bu tarihlerden itibaren, İslâm tarihini inceleyen modern tarihçiler; "Hıristiyanların Müslüman fâtihlerce din değiştirmeye zorlanmadıkları ve işkenceye maruz bırakılmadıkları konusunda tarihçiler âdeta ittifak halindedirler." kaydını düşmeye başlamışlardır.

Risâle-i Nurda ismi Nur Çeşmesi'nde zikredilen Thomas'ın eserinde derç ettiği bir bölüm nakledilmektedir; "Müslümanlık, Afrikalıları medenileştirmiş, onları sanayi, ticaret ve sair işleri inkişaf ettirmeye sevk etmiştir. Müslümanların irşadıyla ve İslâmiyet'in tesiriyle Afrika'nın her tarafında muhteşem şehirler tesis olunmuştur. Avrupalı seyyahlar buraları ziyaret ederek onları hemşehrilerine tavsif ettikleri zaman, Avrupalılar bunların ihtişamına inanmak istememişlerdir."

Kendi dönemine gelinceye kadar yapılanların aksine, İslâm tarihi ve yayılışını müsbet bir şekilde inceleyen ve hakperest davranan Thomas, İslâmiyet'in yayılışının önemli faktörlerinin başında, sağlam inanç esaslarına sahip olması olduğunu belirtti. Müslümanların, diğer din mensuplarına müsamaha gösterdiklerini ve İslâmı kabul etmeleri için baskı yapmadıklarını kaydetti. Böylece bir çok müsteşrike de bu vesile ile cevap vermekteydi. Bu düşünce ve fikirlerini The Preaching of Islam adlı eserinde ifade eden Arnold, eserini ilk defa 1896 yılında Londra'da yayımladı. Böylece 1896 yılı İslâm tarihi üzerinde araştırma yapan müsteşrikler açısından bir bakıma başlangıç oldu. Aynı eserini ilâveleriyle birlikte 1913 yılında yeniden neşretti. Bu eser Londra, Lahor ve New York'da defalarca basıldı. Diğer taraftan aynı eser Urduca, Farsça, Arapça ve Türkçe'ye de tercüme edildi.

Arnold aynı eserinde şu ifadelere de yer vermiştir; "İslâm idaresi altında dini hayatın emniyette olduğu hakkındaki bu hisler, yine o devirlerde Küçükasya (Anadolu) Hıristiyanlarının, Selçuk Türklerini bir kurtarıcı sıfatı ile karşılamalarına vesile olmuştu... Hatta VIII. Mihail (1261-1282) devrinde, Küçükasya içerisindeki ufak kasabaların halkı, Bizans İmparatorluğu'nun istibdadından kurtulmak ümidi ile Türkleri kasabalarının işgali için dâvet etmişlerdi. Hatta bu halk arasında zengin veya fakir birçok kimseler, o zamanki Türk Millî sınırları içerisinde göç etmeyi bile göze almışlardır."

"Eğer Müslüman Türklerin kalplerine, o sefaleti ve felâketi görerek, bir acıma duygusu gelmemiş olsaydı, geri kalan Haçlı kafilesinin durumu çok feci olurdu. Türkler, bu biçarelerin yaralılarına baktılar, fakirlerini cömertlikle beslediler ve sıkıntıdan kurtardılar. Hatta bazı Müslümanlar, Rumların tehdit ve hile ile hacılardan koparmış olduğu Fransız paralarını satın alarak ihtiyacı olan hacılara verdiler. Aynı dinden olmayanların bu koruyucu muameleleri ile dindaşları olan ve kendilerini ağır işlerde kullanan, döven, dolandıran Rumların hareketleri, Hıristiyan hacıları arasında, öyle bir karşılaştırma vesilesi oldu ki, bunlardan pek çoğu kendi istekleri ile kendilerini kurtaran Müslümanların dinini kabul ettiler."

17.11.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004