Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 25 Kasım 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

O pek acı azabı muhakkak tadacaksınız. Ve ancak kendi yaptıklarınızın cezâsını çekeceksiniz. Allah'ın ihlâslı kulları bundan müstesnadır.

Sâffât Sûresi: 38-40

25.11.2006


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Evlerinizi namaz kılmak ve Kur'ân okumakla

nurlandırınız.

Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3808

25.11.2006


Nerede kaldı fikir hürriyeti?

Eğer medeniyet böyle haysiyet kırıcı tecavüzlere ve nifak verici iftiralara ve insafsızcasına intikam fikirlerine ve şeytancasına mugalâtalara ve diyanette lâübâlicesine hareketlere müsait bir zemin ise, herkes şahit olsun ki, o saadet-saray-ı medeniyet tesmiye olunan böyle mahall-i ağrâza bedel, vilâyat-ı şarkiyenin, hürriyet-i mutlakanın meydanı olan yüksek dağlarındaki bedeviyet ve vahşet çadırlarını tercih ediyorum. Zira bu mim’siz medeniyette görmediğim hürriyet-i fikir ve serbesti-i kelâm ve hüsn-ü niyet ve selâmet-i kal, şarkî Anadolu’nun dağlarında tam mânâsıyla hükümfermadır.

Bildiğime göre, edipler edepli olurlar. Edepsiz bazı gazeteleri nâşir-i ağrâz görüyorum. Eğer edep böyleyse ve efkâr-ı umumî böyle karma karışık olsa, şahit olunuz, böyle edebiyattan vazgeçtim. Bunda da dahil değilim. Vatanımın yüksek dağlarında, yani, Başit başındaki ecram ve elvâh-ı âlemi, gazetelere bedel mütalâa edeceğim.

Divan-ı Harb-i Örfî,

s. 52-53

***

Fikir ve söz hürriyeti verilse, sonra da muâheze olunsa, acaba bîçare milleti ateşe atmak için bir plân olmaz mı?

Divan-ı Harb-i Örfî, s. 49

***

Şayet hapiste kalsam, böyle hürriyeti lâfızdan ibaret bulunan gaddar bir hükûmetin en rahat mevkii hapishane olsa gerektir. Mazlumiyetle ölmek, zâlimiyetle yaşamaktan daha hayırlıdır.

Divan-ı Harb-i Örfî, s. 20

***

Medeniyetten istifam, sizi düşündürecek. Evet, böyle istibdat ve sefahete ve zilletle memzuç medeniyete, bedeviyeti tercih ediyorum.

Divan-ı Harb-i Örfî,

s. 55

Lügatçe:

muaheze: Sorgulama, hesaba çekme.

mugalâta: Yanıltıcı söz, safsata.

saadet-saray-ı medeniyet: Medeniyetten kurulu saadet sarayı.

tesmiye: İsimlendirme.

mahall-i ağrâz: Kasten yapılan kötülüklerin yeri.

vilâyat-ı şarkiye: Doğu illeri.

serbesti-i kelâm: Konuşma serbestliği, hürriyeti.

selâmet-i kal: Konuşma güvenliği.

nâşir-i ağrâz: Kasten söylenen kötülükleri yayan.

ecram: Cansız cisimler, gezegenler, yıldızlar.

elvâh-ı âlem: Âlem levhaları.

25.11.2006


‘Hizmette ileri olmak’ ile ‘kardeşini tercih etmek’ arasında

Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin, Risâle-i Nur Külliyatının muhtelif yerlerinde, ‘hizmette ileri olma’yı tavsiye etmekle birlikte, İhlâs Risâlesi’nde (21. Lem’a) ‘bir hakikat-i imaniyeyi muhtaç bir mü’mine bildirmek’ hizmetiyle ilgili ‘mümkünse, nefsinize bir hodgâmlık gelmemek için, istemeyen bir arkadaşla yaptırması hoşunuza gitsin’ diyerek ‘geri durma’yı tavsiye etmesi, oldukça düşündürücüdür.

Bu iki hususu telif etmek gerekmektedir. Yani kişinin hem hizmette ileri olması, hem de ‘bir hakikat-i imaniyeyi muhtaç bir mü’mine bildirmek’ hizmetinde ‘istemeyen bir arkadaşla’ yapılmasından hoşlanması gerektiği...

Bediüzzaman Hazretleri, İhlâs Risâlesi’nde acaba niçin böyle bir vurguya ihtiyaç hissetmiştir? ‘Hizmette ileri olmak’ prensibiyle zahiren çelişir gibi gözüken bu meseleyi anlayabilmek için, öncelikle 21. Lem’a’daki ilgili paragrafı inceleyelim:

“..‘Onları kendi nefislerine tercih ederler.’ (Haşir Sûresi, 59:9.) sırrıyla ihlâs-ı tâmmı kazanınız. Kardeşlerinizin nefislerini nefsinize şerefte, makamda, teveccühte, hattâ menfaat-i maddiye gibi nefsin hoşuna giden şeylerde tercih ediniz. Hattâ, en lâtif ve güzel bir hakikat-i imaniyeyi muhtaç bir mü’mine bildirmek ki, en mâsumâne, zararsız bir menfaattir; mümkünse, nefsinize bir hodgâmlık gelmemek için, istemeyen bir arkadaşla yaptırması hoşunuza gitsin. Eğer ‘Ben sevap kazanayım, bu güzel meseleyi ben söyleyeyim’ arzunuz varsa, çendan onda bir günah ve zarar yoktur; fakat mâbeyninizdeki sırr-ı ihlâsa zarar gelebilir.” (3. Düstur'dan)

İlk cümlede, âyet-i kerimenin sırrıyla ‘tam ihlâsı’ kazandıran ‘îsâr’ hasleti vurgulanmaktadır. Peki îsâr ne demektir? O da hemen devamında açıklanır: ‘Kardeşlerinizin nefislerini nefsinize şerefte, makamda, teveccühte, hattâ menfaat-i maddiye gibi nefsin hoşuna giden şeylerde tercih ediniz.’ Dikkat edilirse burada, kardeşinin hem maddî, hem de manevî ücrette tercih edilmesi vurgulanmıştır ki, ‘îsâr’ hasletinin iki temel unsuru budur. Bediüzzaman buna, bir diğer İhlâs Risâlesi olan 20. Lem’a’da “..nâstan (insanlardan) gelen maddî ve mânevî ücretten istiğnâ etmek..” cümlesinin hemen akabinde düştüğü ‘îsâr dipnotu’yla da işaret eder.

Öyleyse bir iman hakikatini, muhtaç bir mü'mine bildirmek hizmetinde başka bir kardeşi tercih etmek, tam da bu ‘îsâr’, yani ‘manevî ücretten istiğna / geri durma’ ile ilgilidir. İşte ‘Hizmette ileri, ücrette geri olmalı’ prensibi gereği ‘ücrette geri durmak’tır bu!

Evet, Bediüzzaman ‘bir hakikat-i imaniyeyi muhtaç bir mü’mine bildirmek’ gibi ‘nefsin hoşuna gidebilecek’, yani ‘mânevî ücreti’ içinde olan hizmetlerde ‘ileri olma’nın şeklini, kelimenin tam da aksiyle ‘geri durma’yla, yani istiğnayla açıklamıştır.

Aslında buradaki geri duruş, ‘hizmette ileri olma’nın ta kendisidir. Nasıl mı? Bediüzzaman buna aynı paragrafta şöyle işaret eder: “Eğer ‘Ben sevap kazanayım, bu güzel meseleyi ben söyleyeyim’ arzunuz varsa, çendan onda bir günah ve zarar yoktur; fakat mâbeyninizdeki sırr-ı ihlâsa zarar gelebilir.” Yani, kardeşler arasındaki ihlâs sırrını muhafazaya yönelik önemli bir tedbiri, ‘şahsî sevap’ kazanmaktan üstün bir ‘hizmet’ olarak görmüş ve asıl böyle bir hizmette ileri olmayı teşvik etmiştir Bediüzzaman. Şahs-ı manevînin sıhhatli işleyişi buna bağlıdır zira. Onun “Bizim, sizin hizmetinize değil, tesanüdünüze ihtiyacımız vardır” sözü de bu anlamdadır. Yani ihlâs ve tesanüdü muhafaza etme gayreti içerisinde olmak, en büyük hizmettir aynı zamanda. İşte hizmette ileri olmak!

Gelelim diğer ayrıntılara... Akla takılabilecek hususlar da, bu ayrıntılarda gizli. Bediüzzaman sözkonusu hizmetle ilgili olarak, mutlak sûrette ‘istemeyen bir arkadaşla yaptırması hoşunuza gitsin’ demiyor. ‘..mümkünse..’ diyor. Buradaki nüanstan, ilk olarak, ‘eğer ortada tercih edilecek bir kardeş varsa...’ mesajının çıkarılması mümkün olmakla birlikte; bunun yanında ‘eğer ehilse, kabiliyetliyse, şartları uygunsa vs.’ gibi bir dizi ‘mümkün’ler de çıkarılabilir. Akla takılan muhtemel bir soruyu, sanırım bu nüans çözmektedir.

Bir diğer önemli nüans ise, ‘..nefsinize bir hodgâmlık gelmemek için..’ ifadesinde gizlidir. Yani sergilenecek bu güzel haslet, bu sebeple yapılırsa anlamlıdır. Aksi takdirde tembellik ve rahata meyil gibi sebeplerden kaynaklanan ‘işi birbirine havale etme, nemelâzım başkası düşünsün’ gibi bahanelerle bu hizmetten geri durmak, işin kimyasını bozacaktır.

Gelelim, dikkatimizi çeken bir diğer önemli ve son nüans olan ‘..hoşunuza gitsin’ tâbirine. Bu vurgunun da rastgele konmadığı aşikâr. ‘İstemeyen bir arkadaş’ın o hizmeti görmesine ‘imkân tanıma’nın ötesinde bir mânâ vardır burada. Aynı zamanda ‘hoşa da gitmeli’dir bu. Yani en ufak bir nefsî, hissî pürüz kalmamalıdır. Hatta değil hoşlanmak, İhlâs’ın dördüncü düsturunda ifade edildiği gibi, kardeşimizin bu hizmetten kazanacağı şerefi şahsımızda tasavvur edip, onunla şakirâne iftihar etmeliyizdir de.

İşte Bediüzzaman böylesine sağlam bir şahs-ı manevî olma dersini vermiştir. İnşallah dersi alanlardan olabiliriz...

[email protected]

İsmail TEZER

25.11.2006


Zübeyir Gündüzalp'in kaleminden

Esarette yaşamaktansa,

izzetle ölmeyi tercih ederiz

Biz Risale-i Nur talebeleri, iman ve İslâmiyet hizmeti uğrunda zâlimlerin zulmüne mâruz kaldığımız vakit, hapishane köşelerinde veya darağaçlarında ölmeyi, istirahat döşeğindeki ölüme tercih ederiz. Görünüşü hürriyet, hakikati istibdad-ı mutlak olan bir esaret içinde yaşamaktansa, hizmet-i Kur’âniyemizden dolayı zulmen atıldığımız hapishanede şehid olmayı büyük bir lûtf-u İlâhî biliriz.

Afyon Mahkemesi müdafaasından, 1948

25.11.2006


Nur'un dilinde Risale-i Nur

Otuz İkinci Söz

“Hem Risâle-i Nur’un yıldızları içinde bir güneş hükmünde şakirtlerince telâkki edilen Otuz İkinci Söz nâmındaki üç mevkıflı risale-i harika ve câmia ve Sözler’in bir cihette hâtimesi ve cemiyetli neticesi olan o risâleye...” (Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 104)

***

“Otuz İkinci Sözün İkinci ve Üçüncü Mevkıflarında gayet katî ispat edilmiştir ki, dünyanın âhirete bakan yüzüyle, esmâ-i İlâhiyeye mukabil olan yüzünü sevmek, sebeb-i noksaniyet değil, belki medâr-ı kemâldir ve o iki yüzde, ne kadar ileri gitse, daha ziyâde ibâdet ve mârifetullâhta ileri gider. Sahabelerin dünyası ise, işte o iki yüzdedir. Dünyayı âhiret mezraası görüp, ekip biçmişler. Mevcudâtı, esmâ-i İlâhiyenin aynası görüp, müştâkàne temâşâ edip bakmışlar. Fenâ-i dünya ise, fânî yüzüdür ki, insanın hevesâtına bakar.” (Sözler, s. 456)

***

“Otuz ikinci Söz; ism-i Adl ve ism-i Hakem’in parlak bir aynaları ve bir tefsirleri hükmündedir.” (Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 112) “İsm-i Adl ve ism-i Hakemin tecellîsiyle ve adalet ve mizanıyla ve intizam ve hikmetiyle dünya tamir edilir, tahripten kurtulur (...) O iki ismin râyiha-i tayyibesiyle ve çok hoş kokularıyla, dünya güzel kokular alır, attar dükkânı gibi râyiha-i tayyibe verir” (Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 112) İnsanların dünyayı kirletmelerine karşın Cenâb-ı Hakkın bu iki İsm-i Azamı ile dünyanın dengesi sağlanmaktadır. Etrafımızdaki mis kokulu çiçekler de, bu iki ismi bize okutturmaktadır.

Fatma ÖZER

25.11.2006


BİR KISSA, BİN HİSSE

Peygamber Efendimiz’in (asm) Peygamber olarak gönderilişinin 6. yılındaydı. Hz. Peygamber bir Çarşamba günü Ömer b. Hattab veya Amr b. Hişam’dan (Ebu Cehil) birisiyle İslâmiyet’i güçlendirmesi için Allah’a duâ etti. Ertesi gün sabah Ömer b. Hattab gelerek Müslüman oldu.

Böylece Müslümanların sayısı kırka ulaştı. Hz. Peygamber ile yanındaki Müslümanlar o kadar yüksek sesle tekbir getirdiler ki, sesleri Mekke’nin yukarı mahallelerinden bile duyuldu.

Hazret-i Ömer (ra) Müslüman olduktan sonra:

“Ey Allah’ın Resûlü, biz hak üzerindeyken niçin dinimizi gizliyoruz? Hâlbuki onlar batıl üzerinde oldukları halde dinlerini savunuyorlar” dedi. Hz. Peygamber:

“Ey Ömer! Biz sayıca azız. Dün başımıza geleni sen de gördün” dedi. Hz. Ömer: “Seni hak ile gönderen Allah’a yemin ederim ki, ben Mekke’nin her neresinde küfrümü göstermişsem, aynı yerlerde İslâm’ımı da açıkça göstereceğim” dedi ve çıkıp Kâbe’yi tavaf etti.

Ebû Cehil, Hazret-i Ömer’i (ra) Kâbe’yi tavaf eder görünce: “Ey Ömer! Gördüğüm kadarıyla sen Muhammed’e iman etmişsin. Bu doğru mu?” dedi. Hz. Ömer adeta haykırdı:

“Şehadet ederim ki Allah’tan başka ilâh yoktur. Muhammed de onun kulu ve Resûlü’dür.”

Bunun üzerine müşrikler Hz. Ömer’e saldırdılar. Hz. Ömer, Utbe’yi altına alıp göğsüne çıkarak dövmeye başladı. Parmağını gözlerine sokuyor, Utbe de feryad ediyordu. Bunu gören halk oradan uzaklaştı. Ömer de Utbe’yi yerde bırakarak kalktı.

Bundan sonra Hazret-i Ömer (ra), müşriklerin toplandığı yerleri teker teker gezerek imanını oralarda ilân etti. Daha sonra Hz. Peygamber’in yanına döndü ve: “Anam babam sana feda olsun ey Allah’ın Resûlü! Müşrikler artık bir şey yapamazlar. Yemin ederim ki, küfürle oturduğum bütün meclislerde, hiç çekinmeden ve kimseden korkmadan İslâmımı ilân ettim” dedi.

Bunun üzerine Hz. Peygamber, Ömer ile Hamza önünde oldukları halde mescide gitti ve Kâbe’yi tavaf ederek öğle namazını kıldı.

Bidaye, 3/30

Süleyman KÖSMENE

25.11.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004