Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 21 Aralık 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Atatürk ne de (me)mişti?

Atatürk’ün aynı konuda değişik zamanlarda seslendirilmiş farklı görüşlerinden “uygun görülmeyen”ler unutulmaya terk ediliyor.

Atatürk’ün sözleri yalnızca sansürlenmiyor. Unutturuluyor da. Mekanizma şöyle işliyor: Atatürk’ün aynı konuda değişik zamanlarda seslendirilmiş farklı görüşleri arasından seçme yapılarak, “uygun görülen”in tekrarlanmasına ve yeniden üretilmesine izin veriliyor ve teşvik ediliyor, aynı konuda “uygun görülmeyen” görüşü ise unutulmaya terk ediliyor. Resmi eğitim ve bu eğitimin tekrarın dışında hiçbir şeye izin vermeyen düşünsel atmosferi sayesinde, Atatürk’ten geriye yalnızca “hatırlanması uygun görüşler” kalıyor. “Hatırlanması uygun görüşler” ise, siyasal konjonktüre göre, önem sıralarını birbirlerine bırakabiliyorlar. “Hatırlanması uygun görüşler”in neler olduğu konusunda zaman zaman çatışmaların çıktığını da biliyoruz. Fakat “hatırlanması hiç gerekmeyenler”in, “uygunsuz olanlar”ın hatırlatılması, bunlar kesinlikle “Atatürkçü düşünce sistemi”nin dışında sayıldığından, kıyameti kopartabiliyor.

Atatürk ne de(me)mişti?

Bir de “Atatürk’e uygun sözler imâlatı” söz konusu. Gerek Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü (1981/sayfa 93-95) ve gerekse Atatürk Araştırma Merkezi (1989/sayfa 133-135) tarafından yayınlanmış olan ‘Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri ‘ne bir göz atalım: Burada, 1951 yılının sonlarında yabancı bir dergide (The Caucasus, ABD) çıkan ve Cumhuriyet gazetesinde de 8 Kasım 1951 tarihinde iktibas edilen ve Atatürk’ün 27 Eylül 1932 tarihinde ABD Genelkurmay Başkanı MacArthur ile yaptığı ve dünyanın gelecekteki durumuna ilişkin kehânetini içeren konuşmaya da yer veriliyor. Kamuoyuna ilk kez o sırada açıklanan bu konuşmada, Atatürk, özetle, daha bu tarihte, Almanya’nın gelecekte “milli ihtiraslarını kamçılayabilecek siyasi bir cereyana kendisini kaptır”ması halinde Versay’ı tasfiye edeceğini, İngiltere ile Sovyetler dışında bütün Avrupa’yı işgal edebileceğini, savaşın 1940-1946 yılları arasında başlayacağını, Mussolini’nin “Sezar rolünü oynamak hevesi”ne kapılmaktan kendisini alamayacağını, ABD’nin bu kez savaşta tarafsız kalamayacağını ve Almanya’nın da ancak ABD’nin müdahalesi sonucunda yenileceğini söylemiş. Atatürk’e göre, “bugün Avrupa’nın şarkında bütün medeniyeti ve hatta bütün beşeriyeti tehdid eden yeni bir kuvvet belirmişti” ve Avrupa’daki bir savaşın galibi yalnızca “Bolşevizm” olacaktı. “Türkler, (...) tehlikeyi bütün çıplaklığı ile” görüyorlardı. “Uyanan Şark milletlerinin zihniyetlerini mükemmelen istismar eden, onların milli ihtiraslarını okşayan ve kinleri tahrik etmesini bilen Bolşevikler, yalnız Avrupa’yı değil, Asya’yı da tehdid eden başlıca kuvvet halini almışlardı.”

Atatürk ne demişti?

Elimizde bulunan ve bu görüşmenin özetini aktaran resmi bir rapor, yukarıdaki sözleri/bilgileri tamamen ve kesinlikle yalanlıyor! Rapora göre, “Dünyadaki harp tehlikeleri mevzuu bahis olduğunda, Gâzi H[a]z[retleri], önümüzdeki on sene zarfında cihanşümûl harbin hemen imkânsız olduğunu söylemiş”ti!

Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Hikmet Bayur, 28 Eylül 1932 tarihinde İçişleri Bakanlığı’na yazdığı (ve Başbakanlık ile Dışişleri Bakanlığı’na da iletilen) raporunda şöyle diyordu: “Gâzi H[a]z[retleri] ile Amerika Erkânı Harbiye Reisi arasındaki mülâkâtın hulâsâsı zirde mâruzdur: Amerikalı, Türkiye’de gördüğü iyi kabûlden teşekkür ve Amerika Reisicumhuru’nun selâmlarını arz etmiş, Gâzi H[a]z[retleri] beyânı memnûniyet etmiş ve Amerika Reisicumhuru’na mukâbil selâmlarının bildirilmesini söylemiş, Amerikalı Ankara’yı meth ile on sene sonra büyük ve yüz sene sonra pek büyük bir şehir olacağını söylemiş, çif[t]lik [AOÇ] hakkında pek takdirkâr lisan kullanmış, Gâzi H[a]z[retleri] , çif[t]liğin beş, yedi sene evvel çıplak ve batak bir yer olduğunu, işe bir aygır ve iki küçük traktörle başlanılmış olduğunu ve bunun müteredditlere Ankara’da yerleşmenin mümkün olduğunu ispat maksadı ile yaptığını söylemişlerdir.

Amerikalı, dünyâ buhrânından Amerika’da on milyon işsiz bulunduğundan ve vaziyetin güçlüğünden ve Türkiye’de buhran yok denecek kadar hafif olduğundan bah[i]s ve bunun sebebini memleketin bilhassa ziraat memleketi olmasından görmüştür. Gâzi H[a]z[retleri] , dünyâ ve Amerika buhrânının ilim, fen ve gayret sâyesinde çâresi bulunacağını ve vaziyetin normale doğru gideceğini ümit ettiğini ve Türkiye’nin buhrandan daha ziyâde hissedar olmak bahasına bile inkişâf etmiş bir sanâyiye mâlik olmaya kâni olacağını söylemiştirler. Amerika intihâbâtında tekrar bugünkü fırkanın kazanması temennisi tarafında gösterilmiştir.

Dünyâdaki harp tehlikeleri mevzuu bahis olduğunda Gâzi H[a]z[retleri] önümüzdeki on sene zarfında cihanşümûl harbin hemen imkânsız olduğunu söylemiş, fakat terki teslihâtın da esaslı olamayacağını, zirâ emniyetin teessüs etmemiş olduğunu ifâde buyurmuşlardır.” (Kaynak: Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi Başbakanlık Muamelat Genel Müdürlüğü Kataloğu, Katalog No: 0 30 10/1 3 1)

Neden ve nasıl böyle oluyor?

Elimizde resmi tutanak varken, Cumhuriyet gazetesinin haberine iltifat etmemiz için hiçbir neden bulunmuyor. Hatta bu görüşmeyi sanki gerçekmiş gibi Atatürk’e mal eden resmi kurumlara da itimat etmemiz için herhangi bir neden yok. Ama neden böyle yapıyorlar? Sanırım iki nedenden ötürü: İlki, soğuk savaş yıllarının komünizm-Bolşevizm karşıtlığını Atatürk’e de söylettirerek, “meşruluk” kazanmış oluyorlar. Oysa İnönü, 1939’da ya da en geç 1945’te kökünden değişen Sovyet politikası için Atatürk’e dayanmak ihtiyacını hiç hissetmemişti. Daha o zaman, günümüzün ‘Atatürk yaşasaydı ne yapardı’ sorusuna yanıt vermek ihtiyacı hissedilmiş. Atatürk’ün, zamanında Bolşevizm ya da Sovyetler Birliği hakkında yaptığı açıklamalar ya yeterli değil ya da yeterli bulunmamış olmalı ki, “uydurmalar” başlıyor. Tıpkı bir zamanlar-Çetin Altan’ın arada yazdığı- şu meşhur komünizm her yerde ezilmelidir özdeyişinde olduğu gibi! İkincisi de, ona, günümüzde de kimi zaman yapılageldiği gibi, “kâhin rolü” atfetmek. Atatürk, bütün 1940’lı ve 1950’li yılların gelişmelerini daha 1930’ların başında böylesine net görüyordu dedirtmek. Görüldüğü gibi, yok böyle bir şey. Tabii bazıları, bu iki metnin birbiri ile gayet tutarlı olduğunu da söyleyebileceklerdir! Ayrıca onun siyasi öngörüsünü kanıtlamak için buna ne lüzum var? Siyasi hayatı zaten büyük ölçüde bunu kanıtlamış bir lidere haksızlık.

Atatürk’ün bu ‘sözde’ konuşması, yeteri kadar sık ve yoğun tekrarlanırsa, Atatürk’ün siyasi öngörüsü hakkında bilgiçlik taslanacak klasik bir örneğe dönüşüyor. Ne denli tekrarlanırsa, o kadar gerçek halini alıyor. Resmi eğitim, tekrar ile gerçeklik arasında doğrudan ve olumlu bir ilişki kurmuş olduğundan, pek az kişi “gerçeğin” gerçekten de gerçek olup olmadığını sorma ihtiyacını hissediyor. Hemen hemen herkesin her zaman hep (bazen bir ağızdan) tekrar ettiği “gerçek”, nasıl olup da gerçek olamaz? Ama korkarım yine de olamaz!

Radikal-2, 17.12.2006

Doç. Dr. Cemil KOÇAK

21.12.2006


 

Şeytan ayrıntıda gizlidir

Kıbrıs’ta çözümü Rus ve Türk mafyası engelliyorsa, politikacıların vatansever nutukları akılsızlık şaheseri olmaktan öteye gidemez.

Gazete okur musunuz?

Hangilerini? Nasıl okursunuz?

Bunları bilmiyorum.

Eğer gerçekten şeytan ayrıntıda gizliyse, ben onu geçen günkü star’ın on birinci sayfasındaki haberin içinde geçen bir cümlede buldum.

Cümle, tüm sayfayı kapsayan Rumlar kıskaçta manşetinin altındaydı ve şöyleydi:

BM Genel Sekreteri Kofi Annan Kıbrıs’taki Barış Gücü’nün görev süresinin altı ay daha uzatılması için hazırladığı rapora ‘izolasyonların kalkması’ yönünde bir hüküm koydu. Annan bu sayede Rum etkisindeki Rusya’nın iki yıldır koyduğu vetoyu aşmayı amaçladı. Çünkü rapor bütün olarak birlikte oylanacak ve veto edilirse adada tampon görevi gören Barış Gücü 15 aralıktan itibaren üç ay içinde adadan ayrılacak.

Bu cümle, uluslararası arenada lehimize dönen havayı anlatmakla kalmıyor, Kıbrıs’ın Korsan Ada olmaktan da çıkarılacağını müjdeliyordu.

***

Nasıl mı, bakın şöyle:

Biliyorsunuz KKTC’yi bizden başka kimse tanımıyor. Kıbrıs Cumhuriyeti’ni de Türkiye’den başka tanımayan yok.

Bu, KKTC’nin uluslararası meşruiyetinin bulunmadığını, evrensel hukuk kurallarının denetiminde bulunmadığını da anlatmakta.

Bundan dolayı Korsan Ada diyorum.

Ama sadece bundan dolayı değil, kimsenin dillendirmediği karanlık faaliyetlerde üs olarak kullanıldığı için de.

Üstelik orada mafya organize çalışmakta.

Rus vetosunu yakın plana alıp bir inceleyelim.

***

Düz mantık, Ruslar’ı Rumlar’la ortodoks dünyasının dayanışması içinde sanır. Halbuki iş o kadar basit olmayabilir.

Çünkü Kıbrıs’ta çözüm engellendikçe, Korsan Ada’dan rant sağlayanlar el ovuşturuyor.

İddialara göre, rant sağlayanlar arasında karışık ve karanlık işler için Güney’i mesken tutmuş Rus mafyası da var.

Geçmişte bir eski dışişleri bakanı, Rus yönetimine bu çevrelerin etki yaptığını ve böylece çözümü engelleyerek tezgáhlarını sürdürdüklerini söylemişti.

Hem de KKTC’deki uzantılarıyla birlikte.

***

Kıbrıs diye bir ada başlıklı kitabımı açtım...

1992 yılında yazdığım yazıyı yeniden okudum.

Size özetleyeyim:

11 mayıs 1992 yılında KKTC’de VİP salonuna bir iktidar milletvekili tarafından sokulan üç yolcunun valizinde yedi kilo eroin bulunur.

Milletvekili tutuklanır ama eroini taşıyan kadın ne hikmetse bir otelde göz altında tutulurken sırra kadem basar. Oysa ilk ifadelerinde inanılmaz şeyler anlatmıştır.

Ne var ki uyuşturucu taşıyıcısı sanık kadın ortadan kaybolunca mahkeme davayla ilgili olarak takipsizlik kararı verir. Milletvekili de kurtulur.

Bunların kimlikleri, beyanları, hepsi dosyalarda var.

Nedense, Ada’da hiç kimse bu olayın üzerine gitmedi.

Belki de çözümsüzlük konusuna bu açıdan da bakmak gerekirdi.

***

Annan’ın son girişimi kabul görürse, çözümü kolaylaştıracağı gibi Rus ve KKTC mafyasının işbirliğine de büyük bir darbe vuracak.

Ayrıntıdaki şeytan dediğim işte bu: Ruslar’ın çözüme karşı garip direncinin gerçek nedeniyle ilgili iddia.

Eğer Kıbrıs’ta çözümü Rus ve Türk mafyası elbirliğiyle engelliyorlarsa, bizim politikacıların o vatansever nutukları birer akılsızlık şaheseri olmaktan öteye gidemez.

Bunu anlamak için o iddiaları bir araştırmak gerekmez mi?

Yok mu bunları araştıracak bir vatansever?

Star, 20.12.2006

Mehmet ALTAN

21.12.2006


 

Hayırseverlik

Din ve gelenekler bağış yapmada en önemli etken olarak ortaya çıkıyor.

Türkiye Üçüncü Sektör Vakfı (TÜSEV) dün, iki yeni araştırmasını kamuoyuna duyurmak üzere bir tanıtım toplantısı yaptı.

2004-2006 yılları arasında gerçekleştirilen bu iki araştırmanın birisi “Türkiye’de Hayırseverlik: Vatandaşlar, Vakıflar ve Sosyal Adalet” diğeri de “Türkiye’de Sivil Toplum: Bir Değişim Süreci” başlığını taşıyordu. Hepimizin ağzımızı her açtığımızda sivil toplumdan bahsettiğimiz, sivil toplumu hani neredeyse her derde deva bir ilaç gibi gördüğümüz düşünülürse, her iki araştırmanın da sivil toplumun gelişmesine önem atfedenler tarafından dikkatle inceleneceğini, kamuoyunun da ilgisini çekeceğini umalım. Bir tek yazıda koca iki araştırmayı özetlemenin ya da genel analizler yapmanın imkansızlığı ortada.

O yüzden bu yazıyı sadece belli sonuçların altını çizmeyi ve daha çok da araştırmaya dikkati çekmeyi amaçlayan bir yazı olarak ele alın. Aktarılan sonuçlardan benim ilgimi çeken bazılarını şöyle özetleyebilirim: - Türkiye’de vakıfların, derneklerin ve diğer sivil toplum kuruluşlarının gerek gönüllü-bağışçı sayısı, gerek mali yapıları, gerekse etkileri gelişmiş batı ülkelerine kıyasla epeyce zayıf. Her 100 bin kişiden sadece 5790’ı bir derneğe üye. Vakıfların yüzde 25’i gelirlerinden daha fazla harcama yapıyor. - Ancak sivil toplumda özellikle 1997’den yani büyük depremden sonra bir canlanma-kıpırdanma görülüyor. - AB ile ilişkilerin ilerlemesinin, STK’ların güçlenmesine hizmet ettiği görülüyor. Özellikle de AB fonlarıyla bazı önemli araştırmaların yapılabilir hale gelmesi bu alanda canlanma yaratıyor. - Devletin STK’lara karşı geleneksel olarak takındığı negatif-şüpheci ve engelleyici tutumda değişme var. Son yıllarda devlet STK’larla işbirliğine girmeye ve ortak çalışmalar yapmaya daha yatkın. - Bağışlar sosyal değişim süreçlerine katkıda bulunan ya da bu değişimi tetikleyen faaliyetlerden çok kısa vadeli iyileştirmeye yönelik faaliyetlere gidiyor. Bir başka deyişle, Türkiye’deki hayırseverlik anlayışı daha çok fakirlere yardım düzeyinde. - Dini güdüler ve gelenekler bağış yapmada en önemli etken olarak ortaya çıkıyor. Bireyler, vakıflara bağış yapmaktan çok bireyden bireye bağış yapmayı, yani bağışını bizzat kendi eliyle çevresindeki yardıma muhtaç kişilere vermeyi tercih ediyor. - Bağış miktarları oldukça düşük. Bağışlar toplam gelirin yüzde 1’inden az. - STK ve vakıfların yönetim kurullarında da tıpkı devlet ya da özel sektördeki gibi erkek egemenliği var. Kadınlar bu kurullarda temsil edilemiyor.

***

TÜSEV’in araştırmasının bir bölümü de Prof. Dr. Murat Çizakça tarafından hazırlanan “Osmanlı Döneminde Vakıfların Ekonomik Boyutları” başlıklı incelemeden oluşuyor- ki bence araştırmanın en ilginç bölümlerinden biri... Çizakça incelemesinde, Osmanlı’daki devlet-vakıf işbirliğini anlatırken İmparatorluğun klasik döneminde devlet ve vakıf sisteminin nasıl işbirliği yaptığını ve bu işbirliğinin vergi muafiyetlerinin yanısıra devlet tarafından sağlanan doğrudan finansal destek şeklinde gerçekleştiğini söyledikten sonra Osmanlı toplumunda “savunma hariç medeni bir toplumda olması beklenilen tüm hizmetlerin bu sistem -vakıf sistemi- sayesinde finanse edildiğini, örgütlendiğini, inşa edildiğini ve korunduğunu” söylüyor.

Ne var ki daha sonraki dönemlerde bu işbirliğinin yerini daha çok kısıtlamanın ve denetlemenin aldığını belirten Çizakça şöyle devam ediyor: “...Önce Osmanlı, sonra da Cumhuriyet tarafından vakıf sistemi üzerinde artan baskılar ve adem-i merkeziyetçi klasik filantropiden hizmetlerin devlet tarafından sağlanmasına olan dönüşüm, sosyal düzenin sorumluluğunun devletten beklenmesi neticesini doğurdu. Kimi İslam ülkeleri ve esas olarak Mısır ve devrim öncesi İran ve Pakistan da benzer politikalar izleyerek, Birinci Dünya Savaşı sonrasında kendi vakıf sistemlerini yıktılar.”

Toplantı sonrasında sorulan soruların en çok yoğunlaştığı alanın sivil toplum örgütü kavramı ve kimin STK sayılıp kimin sayılamayacağı olduğu düşünülürse, daha bu konudaki tartışmaların çok başında olduğumuz ve bu araştırmadan da öğrenecek çok şeyimiz olduğu anlaşılıyor. Umalım ki TÜSEV’in araştırmaları gereken ilgiyi görsün, özellikle de sivil toplum örgütleri tarafından ders çıkarılarak okunsun.

Bugün, 20.12.2006

Gülay GÖKTÜRK

21.12.2006


 

AB kararı ve sonrası

8 başlığın açılmayacak olması bu başlıkların içeriğiyle ilgili çalışmaların yapılmayacağı anlamına gelmez.

Son iki yıldır hep olduğu gibi AB gündemimize yine olumsuz bir şekilde yansıdı. Son dakika manevralarıyla birşeyler kotarıldı, sürecin devam etmesi sağlandı. Bakalım bunlar ne anlama geliyor ve bundan sonra ne olur ya da ne olmalı.

Üç hafta önce Komisyon tavsiyesini yayımladığında metnin cüzî bir değişiklikle kâbul edileceğini öngörmüştüm. Komisyon teklifinin asgarî zarar olarak anlaşılması gerektiğini dile getirirken de şunların altını çizmiştim. 8 başlığın açılmayacak olması bu başlıkların içeriğiyle ilgili çalışmaların yapılmayacağı anlamına gelmez. Açılmayacak olan müzakerenin son safhası. Nitekim bu başlıklardan “Tarım” ın açılması için istenen kıstasları yerine getirebilmek için çok zaman gerekiyor. Başlık “açılamaz” damgası yememiş olsaydı yine uzun zamandan önce açılamazdı. Kaldı ki Komisyon’un yakında açıklayacağı, 1.6 milyar avro desteği detaylandıran 2007-2009 Çokyıllı Planlama Belgesi’nde öngörülen beş öncelikten biri Tarım müktesebatının uyarlanması.

Açılamayacak olan başlıklardan ikisi “Malların Serbest Dolaşımı” ve “Gümrük Birliği”. Ülkemiz gümrük birliği sayesinde bu başlıkların çok büyük bölümünü 1995’te müzakere etti ve uyguluyor. Dolayısıyla açılamayacak olmalarının etkisi çok az olacak.

Son olarak “Ulaştırma Politikası” ve “Hizmetler” başlıklarının açılamayacak olmaları dolaylı olarak işimize gelen bir durum. İhracatçımız mal taşıma hizmetinin gümrük birliği kapsamında olmamasından ötürü Avrupa’da epeyidir kamyon kotasına maruz kalıyor ve zarar görüyor. Adı geçen iki başlığın açılmayacak olmasının gerekçesi ise Türkiye’nin gümrük birliğini Kıbrıs Cumhuriyetine yaymak istememesi ve limanlarını açmaması. Dolayısıyla bu başlıkların üstü kapalı olarak gümrük birliğiyle ilintili oldukları kâbul edilmiş oluyor. Konsey’in geçen Cuma aldığı karar taşıma sektörünün şu sıralar Avrupa’da açtığı dava dosyalarına doğrudan kanıt olarak girer!

Diğer “ceza”, açılan başlıkların kapanamayacak olması ise sembolik bir engel. “Tüm başlıklar kapanmadan hiçbir başlık kapanmaz” ilkesi uyarınca kapanan başlıklar daima geçici olarak kapanır. Nedeni, sürecin sonuna gelindiğinde başlarda kapanan başlıklara yeni mevzuat eklenebilecek olmasıdır. Bizim durumda limanların açılması ek bir koşul olacak, müzakereyi engellemeyecek, liman açıldığında otomatik düşecek.

Yeni soluk

Bundan sonra sürece yeni soluk getirebilmek gerekiyor. AB’nin bu amaçla atabileceği pek çok adım var. Açılmayı bekleyen ve bugüne dek Kıbrıs ve Yunanistanca engellenmiş olan “İstatistikler”, “Girişimcilik ve Sanayii Politikası”, “Malî Kontrol” ve “Ekonomik ve Parasal Politika” başlıklarının bir an evvel açılması gerekiyor. Bugünkü Brüksel Daimî Temsilciler (Coreper) toplantısı ipucu verecek. Muhtemelen ilk ikisinde yol alınacak.

AB bugüne kadar unutmayı yeğlediği, Kuzey Kıbrıs üzerindeki ticarî sınırlamaların hafifletilmesi teklifini Ocak içerisinde yeniden gündeme taşıyacak. Her ne kadar hızlı bir çözüm beklenmemeliyse de gelişme kayda değer. Diğer bir konu yurttaşa uygulanan vizenin kısmî olarak kolaylaştırılması. Eğer karşılıklı iyiniyetle bu konuda bir gelişme sağlanırsa etkisi çok olumlu olacaktır.

Türkiye’nin adımları ise hem çok kolay hem de zor. Zira AB işlerindeki gidişatın en büyük tahribatı kamuoyunun AB algılamasında yaşanıyor. Türkiye’yi AB’de istemeyenlerin kriz yaratmadaki amacı da zaten Türkiye’yi böyle pes ettirmek.

2002-2004 yıllarındaki AB hevesinin geri gelmesi kolay olmayacaksa da çalışmaya devam etmeliyiz.

Vatan, 20.12.2006

Cengiz AKTAR

21.12.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri

Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004