Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 03 Mart 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Görüş

Deneme’nin büyük ustasını okumak

Yüzyıllar ötesinden su şırıltısı gibi çağıldayıp gelen bir ses olduğunu düşünüyorum yazdıklarını… Hocalarımızın: “Deneme türünün dünyadaki ilk temsilcisi” deyişleri hâlâ gözümün önünde duruyor. Tabiî ki Montaigne’den bahsediyorum, büyük deneme ustasından. “Bizde de deneme türünün ilk örneğini Nurullah Ataç vermiştir” sözünün nasıl da araya sıkıştırıldığını hatırlıyorsunuz değil mi? Yanılıyor muyum acaba? Gözümüzde ikiz kardeş gibiydiler.

On üç yıldır düzenli şekilde okuyorum. Tarihçi olmam hasebiyle okumalarımın önemli bir kesitini tarihi metinler ve belgeler oluşturuyor. Özellikle son iki yıldır ne oldu bilmiyorum? Aç kurtlar gibi davranıyorum kitap okuma konusunda. Bir türlü doymak bilmeyen, kışın zemheri zamanı aç kurtları gibiyim. Cemil Meriç’in külliyatını ve onun hakkında yazılanları bir çırpıda okuyorum. Belki tarihi metinler içinde sıkılmışımdır diye düşünüyor, gelip geçici bir hevestir diyorum, ama içimdeki iştiha akıl almaz biçimde artarak devam ediyor. Ve merhum Sepetçioğlu düşüyor aklıma: Kilit, Kapı, Anahtar, Konak, Çatı… Sabah altıdan gece bire… Bazen koyu bir kahve ve hafif tonda mûsikî… Fecre kadar tâ fecre… Sömestri tatilindeyiz güya.

Kitapçılarımı her akşam dolaşmadan edemem. Birkaç kitabı elime alıp, hafifçe incitmeden okşayıp, birkaç satır okumazsam eksiklik hissederim kendimde. Tabiî dayanamayıp birkaçını satın alırsam kara kara düşünürüm onları eve nasıl sokacağımı. Böyle durumlarda tek temennim hanımın evde olmamasıdır elbette. Benimle aynı hisleri paylaşanlar: “senin derdinden en iyi biz anlarız” diyorlardır şimdi bana. Hissediyorum. Sözü fazla uzattım, en iyisi Montaigne’ye dönmek: “Bütün insanları hemşerim sayıyorum. Bir Polonyalıyı tıpkı bir Fransız gibi kucaklıyorum. Dünya ile akrabalığımı kendi milletimle akrabalığımdan üstün tutuyorum. Doğduğum yerin pek o kadar heveslisi değilim” diyor Hazret. Yüzyıllardır okunup, hafızalara kazınmasındaki hikmet budur herhalde.

Yıl 1571. Montaigne, dünya meşgalesinin hiç bitmeyeceğini hissetmiş olacak ki, “sapasağlam olarak kitapları arasına dönüyor ve geri kalan günlerini orada sükûn içinde geçirmeye karar veriyor.” İsabetli bir karar doğrusu. Cemil Meriç de otuz sekiz yaşında çekilmişti o zoraki “münzevî” hayatına. Ne büyük benzerlik! Ya ben… Ben ne zaman çekileceğim. Bilemiyorum.

“Denemeler”de gördüğüm her şeyi Montaigne’de değil kendimde buluyorum” diyor Palcal. Kimisi çok basit buluyor ve derinliği olmayan yazılar olarak değerlendiriyor olabilir onun yazdıklarını. Ne var? Çok mu zor? Ben de yazabilirim deyip de, kim bilir kaç kişi hüsranla kalkmıştır yazı masasından.

Bir Edebiyat türüdür Deneme. Neyi anlatır diye sorarsanız? Kendinizi anlatmaktır derim. Hep kendinizi, kendi düşündüklerinizi, yazdıklarınızı, yaşadıklarınızı, okuduklarınızı anlatmaktır. Doğru mudur diye sorarsanız? Ben cevap vermem, sözü Montaigne uzatırım ve çekilirim aradan: “Kendinden söz etmeyi kötü görmek, yasak etmek âdet olmuştur; çünkü kendinden söz etmek her zaman kendini övmek gibi görünür; kendini övmekse herkesin zıddına gider. Ama kendinden söz etmeyi yasak etmek, çocuğun burnunu silecek yerde, burnunu koparmak olur.” Peki, ölçü nedir? Hazret ölçüyü de koymuş: “Kendini olduğundan az göstermek, tevazu değil, budalalıktır; kendine değerinden az paha biçmek korkaklıktır, pısırıklıktır.”

Ben de: “kendimi anlatayım” diyorum. Gün ne zaman başlar? diye soruyorum ve “en erken akşam sekizde başlar” diye cevaplıyorum kendi kendime. Gündüz dünya telâşesi, maişet kavgası ve bir sürü sorumluluk üzerimizde. Okul, öğrenciler, bankalar, faturalar ve oradan oraya koşuşturmalar… Eve gelince çocuklarla bir parça birlikte olmak belki unutturuyordur günlük sıkıntılarımızın bir kısmını. Bilemiyorum… “Acaba bütün bunlar olmasa” diyecek gibi oluyorum hemen Montaigne giriyor araya: “İnsanın, mümkünse karısı, çocuğu, parası ve hele sağlığı olmalı” diyerek ikaz ediyor beni. Ama geceler… Hiç bitmemesi için ney sesi eşliğinde Tanrıya yalvardığım geceler… Kitaplarla baş başa geçirdiğim o münzevî geceler… İşte o zaman huzura eriyor kalbim.

Montaıgne’in “Denemeler”ini okuyunca benden sâdır oldu bu satırlar. Ben de “iç sesi”mi yansıtma imkânı buldum. Şimdi okumam için başkaları bekliyor sırada: Nurullah Ataç, Ahmet Hamdi Tanpınar, Ahmet Haşim, Refik Halit Karay. Ama önce deneme türünün yenilerinden Ali Çolak bekliyor beni. Onu okumaya koyuluyorum.

[email protected]

Şefaattin DENİZ

03.03.2007


İstanbul’a mektup var!

Bir gergef gibi bakışının her karesini iplik iplik nakşetmişim gözlerime, ey şehr-i yar. Sende kalan, özlemiyle eriyip bittiğim bir sabahım var.Tül tül doğar Üsküdar’da gün, ılık bir rüzgâr karşılarken tebessümleri, İstanbul’un insana gülen gözleri var. Bab-ı Ali’nin yokuşunda demlenir şiirler ve mısralar. Sana yazılmış kim bilir kaç satır, kaç cümle, kaç kelime var!? Necip’in dudağından söke söke aldığı, Akif’in göz yaşı bohçalarında sakladığı; satırların var. Kitab-ı şehirsin sen mısra mısra kendini okutan, söylesene dehlizlerine gizlediğin daha kaç mısraın var.

Başında çınlayan ezanlardan, çanlardan geçiyor zaman kelep kelep, sinene yaslanıp ağlayan bin bir renkte yüreklerle aşıkların oldu hep. Uykularda düş sarhoşluğuyla sayıklanan adındır. Senin için yatılan uyku 1453 sabahındır. Kim bilir kaç geceyi, Topkapı’nın duvarlarında sana dair düşler can evinden vurdu. Sebillerinden akar aşk suyu, Ayasofya’dır sinende bekleyip çırpınan tutku.

Mıhlıydı nazarı sana şehzade Mehmet’in, düşünü kurdu yaş kemale ermemişken bile, Galip ağladı sinende senelerce. Sinan’ın ellerinde eridi taş, şimdi göğe yükseliyor sinende binlerce ‘Elif’ten baş. Lâleli babadır sırtını sıvazlayan, Hüdayi’dir sularına bakıp bakıp ağlayan. Göğünde Çelebi’nin sana açtığı kanatlar, Nur dağından sana yollanan duâlar var.

Mabetlerine kim bilir kaç damla yaş kazınmıştır. Yedi kulenin duvarlarında kaç pişmanlık asılıdır. Kız kulesi ile Galata yıllardır özlemle bakarlar birbirine, göz göze bir hasret yazılıdır kaderlerinde. Hece hece depremlere tutulmuş nice ayrılıklar taşırsın içinde. Surlarını yalayıp yutan acıların gülüşünde, kaybolan nazarın ağlaşır uzun gecelerinde.

Süleymaniye’nde göğe uzanan binlerce avuç varken, Kanuni’nin sırtına değmezdi döşek, sokaklarında salınırdı Yahya Beyler, Bakiler, Zatiler. Nefi dil ile döverken Tahir Efendiyi, hicvin tarihine altından cümleler kazınırdı. Piyer Loti de, bir bardak demli çayın içmeyen şair, şairden sayılmazdı. Aşıkların gözyaşını Haliç’ten gelen rüzgârlar sıvazlardı.

Sütlüce’den Eyüp’e küreğin suyla buluşup çıkardığı nağmelerle seferler varken, cumbalı evlerinden yükselen bazen kahkahalar bazen ince sızılar vardı. Sinesinde dinlendiğin duru akşamların, kıyılarında salınan sana coşup gelen masmavi bir derya vardı…

Bunca zaman sonra bile, İstanbul sessiz sedasız sızıyorsun içime, sende yüreğime açılan binlerce kapı vardır. Selâm kapısısın dünyanın, sana çakılmış kim bilir kaç nazar vardır. Mavi gözyaşın çarpıyor yıllardır sineme, hele çevir yüzünü benim de senin gibi mavi gözlerim vardır. Seni maddeye değil mânâya nakşetmişim, mısralarımı damla damla kirpiğinden beslemişim, belki bu yüzden sana hep gönül borcuyla gelmişim. Surlarından sana bakan heybetli nazarlar hatırına, yadına düşen gönlümü bir sabâ rüzgârıyla karşıla. Şimdi şu sine-i kalbi senle bölmek yaraşır. Bilirim senin düşünde hâlâ önünde diz çöktüğün Fatih vardır. Kim bilir sana yazılmış imbiklerden süzülen kaç mektup vardır.

Sakın unutmayasın sende kalan nice satırlarım vardır. Bir bahar dalından koparıp sakladığım sana uzak diyarlardan yolladığım selâmım vardır…

Ebru OLUR

03.03.2007


Kurşunî bir renk

En müstesna bir vaktin; kurşunî bir rengin sabahıdır. Sarsıntıların bulduğu andır. Beklenmeyen ve gelmesi umut edilmeyen bir misafirin, dâvetsiz olarak icabet etmesi gibi… Kapı açıldı ve gelen buyur edilmeden girdi. Zaten buyur edilmeyi beklemiyordu. Ne arayıp haber verdi; ne de gelmek için sinyal yolladı. Kimine göre vakitsiz hem de çok vakitsiz gelmişti. Bu vakitsizliği olacak olanların önüne geçemedi.

Ahların mızrağı bir kez batmıştı; bir kez daha batmak için hazırlanıyordu. Mesken mi kurmuştu bu yerleri bilinmez. Nedense en acı yerden önce vuruyor sonra devam ediyordu. Ah!.. O an sükûta namzet eylemek; susmak susmak hem de ebediyete kadar. O an yaşananları sadece bir çift bakışa bırakmak. O anlatır, susan dili. Tercümanı olur; sanki geçmek bilmeyen saniyeleri. Koca asırları sığdırılan saniyelere. Bir ben yaşamadım bu anı yaşayan niceleri susmanın sarsıntısına muzdarip olmuştu. Kimler yaşamadı ki, bu hali.

Üzerinde yürüdüğün mülkü senin değildi... Elinden kayan bu mülkü sahiplenmek zamanı hiç değil gibiydi. Yegâne olarak görünen eşya: düşman kesilmişti sanki. Emir yerine getiriliyor ama insan acizliğin en dibinde, bir ağlamanın eşiğinde; yas, matem ne varsa yüreğine hapis olmuş gibi.

Dünya sahnesinde bir sarsıntının en müstesna halidir. Diyar diyar gezip hükmünü gösteren. En tenha yerlerde bile ben varım diyen. Makam, mülk, yer farkı yoktu: Geldi mi kimse kaçamaz elinde. Sekeratın örneği ya da aynısı. Salladıkça sallıyor beşik gibi… Kimi eceline koşuyor kimi de yıllarca kendinde izler bırakacak bir hadiseye şahit oluyor. Sanki her şey bir noktada toplandı. Sağı solu yok; yanlış gerçek hiç fark edilmez; düşman dost nerde şimdi; varlık mı yokluk mu şuan geçerli olan; kalmak mı gitmek mi var? Ey hayat! En ince dalın kırılmanın zelzelesinde. Mest olunup, uğruna kınalar yakılan hayat; şimdi ne olacak sana?! Varlığını artık hissetmek olmayacak mı? En uç noktada hissedilirken. Sabahın içinde gece gibisin. Gölge mi hakikat misin, ölümle hayatın arasında gidip gelinirken?

Işıklar söndü; karanlığa büründü zaman. Ay ışığın gölgesi bile görülmeyen bir ummanın içinde, veryansınlar çıkmakta göklere. Yalvarmalar meleklere bile varmadan Yaratıcıya ulaşmakta. Mazlûmun duâsıdır selâmete en yakın menzile ulaştıran.

Hayat tarumar olmuş bir görüntüden ibaret sanki o anlarda. Zahiren belki öyle ama hakikatte öyle değil şüphesiz. Azabında rahmet tezahür etmekte. Sürüden ayrılan koyuna, sürüye gelmesi için taş atan çoban: zulüm mü yapmakta? Hayır!.. O taş bir ikaz niteliği taşımakta. Koyuna atılan taş olmasaydı: koyun uzaklara gidecek belki canından olacaktı. Onun emniyeti sürüde bulunmasıdır. Kaderden bize gelen ikaz taşları yani musibetler; bizi daldığımız gafletten uyandırmak içindir. Belki, depremin içinde barındıran binlerce sebebi daha vardır ve sebeplerin hepside olumlu ve makuldür; çünkü Yaratıcı bir şeye “Ol” demişse onun yaratılması, güzel şeylerin olması içindir. Bunu gafletimizden dolayı göremesek de, o güzel şeyler mutlaka vardır.

Fadime KAYA

03.03.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004