Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 08 Mart 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Korku cumhuriyeti

“Korku Cumhuriyeti”, Kanan Makiya tarafından yazılan, Irak’taki Baas rejiminin Avrupa faşizmine ve Nazizme benzerliklerini anlatan kitabın adı. Üç yıl yayınevi arandıktan sonra 1989 yılında basılmış. Adı sanı da ancak 1991’den, yani Saddam Hüseyin Kuveyt’i işgal ettikten sonra duyulmuş. Makiya kitabı takma adla çıkartmış, uzun yıllar da Irak gizli servisinden saklanmış.

Makiya’nın amacı dünyaya Baas rejiminin, Saddam diktatörlüğünün ne denli baskıcı ve şiddet yanlısı olduğunu, insanların nasıl korku içinde yaşadığını göstermekmiş. Göstermiş de. Biraz Saddam’ın, biraz Neocon’ların, biraz da basının katkısıyla kitap gereken etkiyi yaratmış. 2003’te Irak’a yapılan müdahalenin meşruiyet zeminini hazırlamış. En azından benim The New Yorker yazarı George Packer’in The Assassins Gate (Katiller Kapısı) kitabından çıkarttığım sonuç bu.

Ama Makiya’nın Korku Cumhuriyeti’ni size aktarmamın sebebi farklı. Ne Irak’la ne de Packer ile ilgili. Türkiye’nin Irak’a benzediğini de söylemeyeceğim. Belki bir zamanlar andırdığı iddia edilebilirdi, fakat şimdi benzediğini söylemek haksızlık olur. Türkiye artık giderek daha fazla demokratik, giderek daha fazla çoğulcu bir ülke haline geliyor. İnsan haklarına ve hukukun üstünlüğüne saygıyı her geçen gün daha da fazla içselleştiriyor. Ancak içimize yerleşmiş olan korkulardan bir türlü kurtulamıyoruz.

Pazartesi günü de yazdığım gibi geçmişin hayaletleri hep peşimizden koşuyor. Hep korkacak bir şeyler buluyoruz. Etrafımızın düşmanlarla çevrili olduğu, dış politikada sürekli yenilgiye uğradığımız, içimizdeki düşmanların bizi yok etmeye çalıştığı paranoyasından bir türlü kurtulamadık. Çoğunu kendimizin kurguladığı bir korkular cumhuriyetinde yaşıyoruz. Bu cumhuriyet Kanan Makiya’nın kitabında anlattığı cumhuriyetten farklı ama korkular, işlevi açısından aynı korkular.

Bir gün Kürtlerden, ertesi gün İslamcılardan, bir başka gün Fener Rum Patrikhanesi’nden, o da olmazsa Ermenilerden korkuyoruz. Dış düşmanlarımız hiç eksik değil. Herkes bize karşı ve her sorunda biz kaybediyoruz. Uzlaşma kültürümüz olmadığı, maksimalist pazarlık pozisyonlarını “kırmızı çizgiler” olarak gördüğümüz için uzlaşma yolunda atılan her adımı taviz olarak görüyoruz. Kerkük’te, Kıbrıs’ta “yenilgiye” uğradığımızı düşünüyoruz.

Uluslararası sistemdeki kalıtımsal ayrımcılığı sadece bize karşı uygulanan bir politika zannediyoruz. Şımarık çocuklar gibi hak etmeden kayırılmayı bekliyoruz. Kayırılmadığımız her anı ise “kriz” olarak adlandırıyoruz. Beklentilerimizin karşılanmadığı her olay, her pazarlık bizim için bir kriz durumu ortaya çıkartıyor. Sabrımız hiç yok. Diplomasiye zerre kadar güvenmiyoruz. Sorunları güce başvurarak çözebileceğimizi, güç kullanmanın her derde deva olduğunu sanıyoruz.

Siyasetimiz sığ, düşüncemiz kuru. Türkiye’de hâlâ muhalefet olmak salt eleştirmek anlamına geliyor. Yapılanı doğru da olsa eleştiriyoruz. Fakat yerine yenisini koymak, eleştirdiğimiz işin iktidarda biz olsak nasıl yapılacağını anlatmak zahmetine katlanmıyoruz. Siyasi mücadelemiz iktidar yıpratma stratejisi üstüne kurulu. İktidarı yıpratırken ülkemizi yıpratmaktan da hiç çekinmiyoruz. Hatta bazılarımız iktidarı ele geçirmek, o olmasa Meclis’e girebilmek için Türkiye’nin “dibe vurmasına” dahi razı.

İktidara alternatif yaratmak zor, meşakkatli ve Türk insanının anlamayacağı bir uğraş olarak görüldüğünden üstünde durulmuyor bile. Korkular üstünden siyaset yapılıp, korkuların sömürülmesine çalışılıyor. İktidarlar yaptıklarından çok, olduğu varsayılan özellikleri yüzünden eleştiriliyor. Türkiye sanal bir korku cumhuriyeti haline getirilmek isteniyor.

Referans, 7.3.2007

Mensur AKGÜN

08.03.2007


 

Demokles’in kılıcı, sürekli sallanacak mı tepemizde?

Buyrun, bu işler nasıl düzelecek söyleyin..

“Hukukçu”lara, “yönetici”lere, “âkil insan”lara çağrım..

“Ne oldu yine, ne var canınızı sıkan” diyeceksiniz.. Canımızı sıkan değil, daha önce sıkılan canımızı rahatlatan bir karar var önümüzde.. Karar güzel ama, o kadar açık bir hukuka aykırılık olmazdı ki, sonrasında da böyle sevindirici bir karar çıksın..

İki adım ileri gidiyoruz, sonra durup, hatta geriye gitmeye çalışıp, sonra tekrar ilerlemeye devam ediyoruz..

Halimiz bu..

Olayımız; eski belediye başkanlarından, Milli Gazete yazarı SelahaddinAydar’ın başından geçiyor..

Sayın Aydar’ın, Milli Gazete’de yayınlanan bir yazısı sebebiyle, aleyhinde TCK 312/2’den dava açılmıştı. Yazının konusu; 28 Şubat’ta mütedeyyin insanların temel haklarının kısıtlanmasının eleştirilmesine yönelik. Dava açılmış ve mahkûmiyet kararı verilmişti.

Temyiz incelemesini yapan 8. Ceza Dairesi de, çok önceden beri bildiğiniz üzere, bu tür davalarda düşünce özgürlüğünü kısıtlayıcı kararlar alıyor.. Erbakan hakkındaki mahkûmiyet kararı ortada.. Erdoğan’ın hapis yattığı karar ortada..

İşte; sayın Erbakan ve Erdoğan’ın da mahkûmiyetlerini onayan dairenin, SelahaddinAydar hakkındaki kararı da onaması üzerine, dosya savcılık talebi ile Ceza Genel Kurulu’na gitti. Hemen söyleyelim, Yargıtay Başsavcılığı’nın bu iyiliğini unutmamak gerekir. Çünkü her onama kararı, öyle Ceza Genel Kurulu’na gitmez. Ancak Yargıtay Başsavcılığı uygun görecek ki, Ceza Genel Kurulu’na dosya gönderilebilinsin..

Başsavcılığın iyiliği; Ceza Genel Kurulu’nun kararı ile daha net ortaya çıktı.

Karar bozulmuştu!

312/2’ye aykırılıktan verilen onlarca kararı AİHM tarafından insan haklarına aykırı bulunarak, Türkiye aleyhine tazminat kararı verilmesine sebeb olan 8. Ceza Dairesi’nin onama kararı, Ceza GenelKurulu tarafından ortadan kaldırıldı.

Oy çoğunluğu ile de olsa, “Beraat kararı verilmeli” yönünde özgürlük yanlısı bir karar çıkmıştı.

Bu arada da, Türk Ceza Kanunu değişmiş; TCK 312/2’den yapılacak yargılamalar, düşünce özgürlüğünün genişletilmesi çalışmaları çerçevesinde, DGM’lerin görev alanından çıkarılıp, asliye ceza mahkemelerinin görev alanına alınmıştı.

Evet, DGM üç hakimli bir mahkeme. Asliye ceza ise, tek hakimli mahkeme.. Üç hakimli bir mahkeme, tek hakimli mahkemeye göre, sanığın daha adil bir uygulamaya muhatap olması için bir güvencedir.

Ama DGM’lerin durumunu biliyorsunuz. Şu anki ismi de, “Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemesi” zaten.. “Özel” denildiğine göre, orada durup düşünmeniz ve “Bir iş vardır bunun içinde mutlaka” demeniz gerekir. Gerçekten de öyledir; “Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemesi” gerçekten “özel”dir!

Uzun lafın kısası, Türkiye’deki ceza davalarında en üst kurul olan Ceza Genel Kurulu’nun “Suç yok, beraat etmelidir” diyerek bozduğu karar, İstanbul’a geldiğinde, kanun değişikliği sebebiyle hemen kısa bir karar sonrasında, yeni bir hüküm verilmek üzere dosyası ile birlikte Asliye Ceza Mahkemesi’ne gönderilmesi gerekirdi.

Ama “durumdan vazife çıkarılmış”, yetkili olunmadığı halde, şaşırtıcı bir karar ile “direnme kararı” verilip, yeniden mahkûmiyet yönünde karar alınmıştı.

Oysa olay çok basitti..

Önceki kanun DGM’yi yetkili kılmış, doğru. O tarihte yetkili olan DGM karar vermiş, esas açısından kararı yanlış ise de, yetki açısından kararı kanuna uygundu.

Ama bu arada kanun değişmiş, “DGM’ler değil, Asliye Ceza Mahkemesi yetkili kılınmıştı.. Artık hukukçu olmanıza gerek yok, bu dosyada karar vermek gerekirse, yeni kanun Asliye Ceza Mahkemesi’ni yetkili kıldığına göre, kararı da yeni yetkili mahkemenin vermesi gerektiğini herkes söyleyecektir.

Üstelik, daha önceden yetkili olan DGM de yok artık. Lağvedilmiş o mahkemeler. Yerlerine Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemesi kurulmuş ama, “1 nolu DGM”nin yerine “1. Özel Yetkili Ağır Ceza”, “2 nolu DGM”yerine “2. Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemesi” şeklinde bir kapatma, yerine yeni mahkeme açma yapılmış değil..

Genel olarak DGM’ler kapatılmış. Genel olarak Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemesi kurulmuş.

Dolayısı ile Ceza Genel Kurulu “Beraat verilmeliydi” diyerek kararı bozduğunda, zaten dosya direkt yetkili Asliye Ceza Mahkemesi’ne gönderilmeliydi. Çünkü, DGM diye bir şey kalmamıştı ki, eski mahkemesine gitsin!

DGM’lik suçların, DGM’ler kapatıldığında özel yetkili ağır ceza mahkemelerine aktarılması ile ilgili kural da, “Yeni kanunda da, özel yetkili ağır ceza mahkemesinin yetkili olduğu suçlar için” geçerli olduğundan, sayın Aydar’ın dosyası direkt Asliye Ceza Mahkemesi’ne gelmeli idi.

Yapılmadı... Yapılmamasından belliydi bir şeyler olacağı..

Ve oldu da. Duruşmada, sayın Aydar’ın avukatının itirazına rağmen, yeniden mahkûmiyet kararı verildi. Eleştirdik bu yanlış kararı..

Prosedür yürüdü.. Bir sene sonra, Ceza Genel Kurulu yeniden “Karar yanlış” dedi.

Şimdi çağrımı yenileyeyim: “Böyle sürekli, Demokles’in kılıcı sallandırılacak mı tepemizde?”

Yok mu, bu kadar basit bir “karar”ı dahi “yanlış” alanlar için bir soruşturma?

Hep, “Cezaevine girdik, giriyoruz” diye manevi işkence ile mi yaşayacağız biz?

Vakit, 7.3.2007

Ali KARAHASANOĞLU

08.03.2007


 

Fişlenmek istemeyen kamusal alanda çay içmez

Baştan söyleyeyim : İlkesel düzeyde fişlemeye de, fişlenmeye de karşı değilim. Devlet vatandaşını bi güzel fişletecek ki, kime eziyet edeceğini tastamam bilsin.

Fişlemenin faydaları saymakla bitmez. Her şeyden önce kimin cezalandırılacağı ‘fişlemeyle’ ortaya çıkar. Çünkü ‘demokrasilerde’ hiç kimseye gelişigüzel zulmedilemez.

“Hukuk” mu dediniz? Geçiniz bunları efendim,ıvır zıvır şeyler. Düzen ve intizam her şeyin başında gelir. Düzenin olmadığı yerde hukuk olsa ne yazar, olmasa ne yazar!

Fişlemede dikkat edilecek husus; bu işi, kimin ya da kimlerin yapacağıdır. Burası çok önemlidir.

Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Tahir Hatipoğlu’nun, “Bizi çaycıya kapıcıya fişlettiler.” sözünü mutlaka okumuşsunuzdur. Dünkü Yeni Şafak’ın manşetinde yer almıştı.

Beni bu haberin ‘çaycılar ve kapıcılar’ kısmı ilgilendiriyor. Öğretim görevlilerinin ‘sözde’ dramı hiç umurumda değil. (Hatta, memlekette ne kadar Termodinamikçi varsa fişlesinler; fena olmaz valla. )

Kendisini fişlettirmek istemeyen kamusal alanda çay içmez. Bu kadar basittir bu. Zaten bir çaycı gereğinden fazla soru soruyorsa (demli mi, açık mı, çift şekerli mi, tek şekerli mi) ortama anten oluyor demektir. Bunu bile anlayamayan bilim adamının öğrettiği kuramdan, hipotezden ‘yurdum öğrencisine’ hayır gelmez.

Dolayısıyla, çaycıları bi kalem geçelim de kapıcılara gelelim. Evvela, “Biz bilim adamıyız, kapıcı nedir ki bizim düşüncelerimizi algılayabilsin…” havası sezinlediğim için, “kapıcıya fişlettiler” ifadesine itirazım var. Bu jakoben, seçkinci duruş yanlış bir şey. Kapıcılar memleket evladı değil mi? Ayıptır, günahtır.

Kapıcı dediğin, evine kim girmiş, kim çıkmış, uzak yakın türbanlı akraban falan var mı, ona bakar kardeşim; senin düşünceni ne yapsın! Diyelim ki; dünya görüşünle de alakadar oldu, ne var bunda! Kifayetsiz muhteris köşe yazarı, muhabir, televizyon programcısı dünyadan, dünya görüşünden anlıyor da kapıcı niye anlamasın?!

Hadi, “Bu yıl hac mevsimi kurban bayramına rastlıyordu” haberi eskidir, geçelim. Bir grup yobaz öğrencinin başlarını zorla kapattıkları kız öğrencilerin karşısında, “31 Mart Vakası’nı” kutladıkları ‘haberi’ çok mu eskidir? Daha bu ‘tezviratın’ mürekkebi kurumadan, Konya’da, hasta bir çocuğun testisleri üzerinden, “Tesettür faciası” manşetleri kotarılmadı mı?

Demem o ki, malum gazeteciler kadar üretken değiller diye (bir kısım) kapıcıları kimsenin hafife almaya hakkı yoktur. 28 Şubat sürecini tetikleyen gazete kupürleri (fonksiyonları dışında) ne kadar değerliyse, kapıcı fişlemesi de o kadar değerlidir.

Her ‘fişlemeci kapıcı’ da bir değil tabii. Bizim kapıcı mesela. Taşındı da kurtulduk. Beni ve (daha önce taşınan) üst kattaki öğretim görevlisi komşumuzu acayip fişlemiş hıyar. Utanmadan bir de günlük tutmuş: Fişleme günlüğü. (Apartman yöneticimiz, sizin adınız geçiyor, diyerek getirdi de oradan biliyorum. Taşınırken unutmuş olabilir. Belki de ‘tırsalım’ diye bilerek bırakmıştır.)

Güya, Darwin hakkında ileri geri konuşuyormuşum. Külliyen yalan. (İnsan gelsin de nereden gelirse gelsin; inancım budur.) Günahını almayayım ama öğretim görevlisi komşumuzla karıştırmış olacak. Komşumuzun adının altına, “Fenerbahçe Cumhuriyetini sevmiyor” yazmış. Lakin, Fenerbahçe ve ‘ni’ hecesinin üzerini karalamış. Geriye kalan “Cumhuriyeti sevmiyor” ifadesini yuvarlak içine alıp ok işaretiyle benim adımın altına yöneltmiş. (Yenisini yazmaya üşenmiş; bu kadar da tembel kapıcı görmedim.)

Emekli Org. Kılınç Paşa, Darwin’in hedef gösterilmesini 28 Şubat’la ilişkilendirdiği için bu konu beni çok ilgilendiriyor. Durduk yere BÇG fişleme arşivine (en azından) ‘Darwin düşmanı’ sıfatıyla yük olmak istemem.

Yeri gelmişken, Kılınç Paşa’dan, TSK’nin, kuantum fiziğine yaklaşımını istirham edeceğim. Malumunuz, ‘Belirsizlik kuramı’ gereği atom altı parçacıklarının ne yaptığı belli değil. Bilelim ki, gardımızı alalım.

Yeni Şafak, 7.3.2007

Salih TUNA

08.03.2007


 

İstanbul sokaklarında yarım milyon işsiz dolaşıyor

Köyde kentte iş bulamayanlar, yaşamdan bunalanlar, yatağı yorganı sırtına alıp İstanbul’a göç ediyor. İstanbul’da iş arıyor, aş arıyor.

15 yaştan yukarı nüfusun yüzde 16.7’si İstanbul’da toplanmış durumda. Türkiye’de toplam istihdamda İstanbul’un payı yüzde 16.5 oranında.

İstanbul’da göçler sonucu hem toplam nüfus hem de çalışma çağındaki nüfus artıyor. 2006 yılında tüm ülkede çalışma çağındaki nüfus artışı 842 bin oldu. İstanbul’da ise 2006 yılında çalışma çağındaki nüfus 240 bin artarak 8 milyon 636 bine ulaştı.

Çalışma çağındaki nüfus, iş arasın aramasın, işi olsun olmasın, 15 yaşın üzerindeki nüfus demektir.

2006 yılında 15 yaşın üzerindeki nüfus artışı 842 bin ama, bunların iş arayanlarının sayısı işgücü sayısı) sadece 211 bindi. 2006 yılı içinde iş arayan sayısı 211 bin artarken, 284 bin kişiye ek iş imkânı yaratıldığı için işsiz sayısı az gerilemiş oldu.

Köyler boşalıyor

Yıl içinde tarım kesiminde çalışanların sayısı 405 bin azaldı. Tarımdan bu sayıda insan işsiz kaldı. Buna karşılık, tarım dışında 689 bin kişi iş buldu. Sonuç olarak bir yılda iş sahibi olanların sayısı 284 bin artış gösterdi. Bu rakamlar da tarım kesimindeki olumsuz gelişmenin, tarımda işini kaybedenlere tarım dışı alanlarda (şehirlerde) iş bulmanın ne kadar ciddi bir sorun olduğunu gösteriyor.

Doğu şehirlerinin durumuna üzülürüz. Ama rakamlar gösteriyor ki Adana ve Mersin bölgesinde işsizlik sorunu Doğu Anadolu’dan daha ciddi. 2006 yılında işsizlik oranının en yüksek olduğu şehirler yüzde 16.2 ile Adana ve Mersin şehirleri. Öte yanda Mardin, Batman, Şırnak ve Siirt’te işsizlik oranı Adana ve Mersin’in gerisinde, yüzde 15.7 oranında.

Ülkede işsizlik oranının en düşük olduğu bölge ise yüzde 5 işsizlik oranıyla Kastamonu, Çankırı ve Sinop şehirlerinin bulunduğu bölge.

İşsizlik oranı çok önemlidir ama işsiz sayısı daha da önemlidir. İşsiz sayısı şehrin sokaklarında kaç işsizin dolaştığını gösterir.

Şehirlere hücum var

Kentlerde (şehirlerde) 2006 yılında işsizlik oranı yüzde 12.1 (çalışmak isteyen her 100 kişinin 12.5’i işsiz). Şehirlerdeki işsizlerin toplamı 1 milyon 802 bin kişi. Şehirlerdeki işsizlerin dörtte biri İstanbul’da. İstanbul sokaklarında 446 bin (neredeyse yarım milyon ) işsiz dolaşıyor.

Orta Anadolu’da işsizlik oranı yüksek ama işsiz sayısı 74 bin. Güneydoğu Anadolu’da işsizlik oranı yüzde 15.6 ama toplam işsiz sayısı 145 bin. Buna karşılık, Batı Anadolu şehirlerinde (kırsal kesim hariç) 228 bin, Akdeniz şehirlerinde 272 bin işsiz var.

Kırsal kesimde (köylerde) Türkiye genelinde işsizlik oranı yüzde 6.5 ve de köylerde 645 bin işsiz var. Köylerdeki işsiz sayısında Akdeniz köyleri 127 bin ile Ege köyleri 98 binle önde geliyor. Güneydoğu ve Orta Anadolu köylerinde göç nedeniyle insan kalmadığından işsiz sayıları 59 bin ve 68 bin gibi düşük rakamlarda.

Bu rakamlar (1) Köylerin boşaldığını (2) Göç alan İstanbul, Adana ve Mersin gibi büyük kentlerde işsizliğin ciddiyet kazandığını gösteriyor.

Milliyet, 7.3.2007

Güngör URAS

08.03.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004